Geçmişten Gelen Bir Not

Bazı insanlarla bir kere karşılaştınız mı bir daha çıkmazlar hayatınızdan. Bir şekilde ruhunuza sızar ve sizinle yaşamaya devam ederler. Belki var oluş da böyle bir şeydir. Bir alt soyuyla bile belki sizin kadar zihinsel varlığı yoktur. 

Jacques’da benim için öyle bir insan oldu. Bu dünyadan gideli on beş yıl oluyor neredeyse ama o ve onun hatıraları benimle. Bir gün birileriyle paylaşılmayı bekliyor olmalı.

Sıcak bir temmuz günüydü. Ben o sıralar sandalla ağ atıp mavi yengeç yakalama eğlencesi ile meşguldüm. Sevgili minik teknemiz de en sevdiğim Keçibükü’nde yanıbaşımızda salınıyordu. O sabah ağı toplamış ve denizler tanrısına verdiği nimetler için sonsuz teşekkürlerimi sunmuş, etrafımdaki kedilere de hakkını vermiştim ki o yanımdan geçerken durdu. ‘’Bonjour ma cherie’’ dedi gülümseyerek. Kafamı kaldırıp baktığımda tanıdım hemen onu. Günlerdir etrafında dönüp durduğumuz ve içini görmeye can attığımız ‘’la chevale’’in sahibiydi. Teşekkür edip selam verdikten sonra ona ‘’Mavi yengeç sever misiniz?’’ diye sordum. O babacan ve esprili bir dille ‘’Oo demek yemekte yengeç yiyeceğiz.’’ dedi. Vee böylece başladı Jacques ve haliyle teknesiyle olan maceramız.

Yemeğe elbette Fransızlara özgü bir şişe şarapla çıkageldi. Sohbet etmeye koyulduk. Sinematograf olduğunu öğrendim. O zaman bunun nasıl bir meslek olduğunu bilmiyorum tabii. Sordum. ‘’Ben’’ dedi ‘’Sinema filmlerinin fotoğraf yönetmeniyim.’’ Ve bu konu üzerinde dersler vermiş ülkesinde. Seksen küsur yaşında olmasına rağmen galiba teknede yaşadığı için yaşına göre çok genç duruyordu. Ben hemencecik kendi çektiğim fotoğrafları döktüm önüne.

Baktı ama hiç yorum yapmadı. ‘’Ne dersiniz?’’ dediğimde bana söylediği söz onu zihnime daha çok yerleştirdi. ‘’Fotoğraf Sevgili Kızım’’ dedi, ‘’Kişisel bir şeydir. Bu senin bakış açın, bu sensin. Ve ben sana kalkıp sen böyle ol, böyle bak  dersem bu sen olmazsın artık ve ben sanatın aslında teknik detaylar dışında bir eğitimi olmaması gerektiğini düşünüyorum.’’

Sonra konu teknesine geldi tabii. Bizimki minnacık onun teknesi ise okyanus geçmiş, dünyanın birçok denizinde yelken açmış bir tekne. ‘’O benim şövalyem’’ dedi. ‘’Ben onunla özgürlüğe kaçıyorum. Ve tek dileğim onunla ölmek.’’

Ve asla satmayacağını da ekledi gülümseyerek.

Jacques bu mükemmel teknede hep yalnız seyahatler yapmış ve uzun bir süredir de Türkiye sularında yaşıyordu. Mutluydu sanırım burada. İnsanlar güzel diyordu ben yabancılık çekmiyorum.

Bir gün satmayı düşünürse alacağımızı söylediğimizde asla asla demişti. Gülümseyip gitmiştik.

Yaklaşık bir yıl sonra teknenin satılık olduğunu öğrendik. Fransa’da hastanedeydi ve evini, hayatını maalesef artık başka birilerine emanet etmek istiyordu. Bizim talebimiz ona ulaştığında hiç itiraz etmemişti bu konuda. ‘’Onlarsa olur’’ demişti benim onunla yaptığım röportajı ona gösterdiklerinde.  

Ve Jacques benim hayatımda fiziksel olarak da onun evine ilk adım atttığımda daha çok yer etti. Kimse gelip de onun hiçbir özel eşyasını almadı. Yani tüm anıları, teknenin günlüğü, belki kısa bir süre sonra gelirim diyerek bıraktığı herşey.

Ancak benim için bunların arasında çok daha özel bir şey vardı. Kendi hayatını anlattığı kocaman bir el yazması kitap. Bunu ister çocukları diye epeyce bir zaman dokunmadım ona.

Ama baktım ki  arayıp soran yok. Açtım sayfalarını.

 

Jacques'ın kendi el yazısı...

 

“unutulmuş bir zamanın kronolojisi”

“anılarını yazmak…. tam da anıların sizi yakalamaya başladığı zaman üstelik! 1920’de doğdum. Dünyanın altüst olduğu zamanlar… Dünya? Günlük dertler ve geleceğin telaşıyla yaşamak. Özellikle günlük yaşamı unutmak için düşlere hayalleri ihtiyacı olan dünya. 

İnsanın kısa zamanlar da olsa seyahat etmeye, ellerinde cennetin yasaklı meyveleri ile bembeyaz bir bulutun üzerinde onu özgürlüğe götürecek bir zamana ihtiyacı var.

Hayat anekdotlardan oluşuyor ve eğer isteğiniz varsa birlikte bir akşam geçirebiliriz. Size masal diyebileceğimiz ama hepsi yaşanmış hikayeler anlatacağım.

Çok iyi anlaşılmasını isterim ki kökenimiz ne olursa olsun hepimiz kardeşiz.”

Jacques’ın sayfalar dolusu ve kendi deyimiyle de anlattığı yaşanmış ama bizlere hikaye gibi gelebilecek kitabının özü o kadar güncel ve değerli ki.

“Kökenimiz ne olursa olsun hepimiz kardeşiz.”

Sevgili Jacques, 1920 yılında başlayan çalkantılar, savaşlar, korkunç katliamlarla dolu zamanlardan geçmiş, o zamanlara tanıklık etmiş ve sonunda aynı girişte dediği gibi onu hayallerinin ülkesine götüren bembeyaz bir bulutun üzerinden bize bakıp yine aynı cümleyi söylüyor: KÖKENİMİZ NE OLURSA OLSUN HEPİMİZ KARDEŞİZ.

Bu Türkiye sevdalısı güzel Fransız adam geçmişten kendi yaşadığı korkunç tanıklıklarla dolu dünyadan çıkardığı sonucu şimdi tam da bugün belki benim aracılığımla tekrar ediyor.

Yaşadı; tanık oldu, acı çekti, savaştı ve bunları geleceği bırakmayı başardı. Ve bence denizlerde özgür bir hayat yaşamış olan bu adam hayatın öz mesajını verdi. Umarım ruhu denizlerde, yelkenleri şişiren rüzgarda huzurla dolaşıyordur… 

Yorum Yap