Bir zamanlar ben de çocuktum herkes gibi
Anılarımı hatırlayabildiğim yaş
dört beş arası,
Evimiz vardı süs havuzlu,
ahşaptan üç katlı.
Önünde yamuk yumuk
küp şeklinde,
tükürükler içinde
ufak tefek,
Arnavut kaldırım taşları.
Her sabah bir ses,
ama yaşlı mı yaşlı,
uzaklardan gelirdi sesi,
bağırırdı,
"taze sıcak ekmekçiiii".
At arabası ile gelen,
şefkat dolu, yorgun yüzlü,
Mahallenin ekmekçisi,
Ali Dede'ydi.
Koşardım yanına.
Biraz ürkek, biraz korkuyla,
dokunmak isterdim,
onun gibi yaşlı
yol arkadaşı
Beyaz renkli atına.
Uzatırdım yüz kuruş
alırdım iki somun ekmek
her biri elli kuruş.
Gitmesini beklerdim.
Ali dede, atı, arabası.
Hele de o tekerleğin gıcırtısı.
Dönene kadar köşeyi
ardından bakardım.
Lakap diye takmıştı büyükler,
kısa donlu, çirkin suratlı, sümüklü veletler.
Düşünürdüm, bilmezler mi diye.
Kısa donun şort olduğunu,
aklı kısa yaşı büyükler.
Sırf inadına, ama inadına kızdırırdım onları.
Sonra da koşarak kaçardım onlardan
bir çocuksu korkuyla.
Düşerdim yüzüstü,
tükürükler içindeki
Arnavut taşlarına.
Vururdum kolumu, bacağımı
ve bazen de başımı.
Bakkal İsmail Amca'dan aldığım akide şekerlerim,
kısa donumdan, şortumdan
Arnavut taşlı yola, dört bir yana,
savrulurdu, dağılırdı
biraz kızgın, biraz ağlamaklı.
Düşmeden bilemezsiniz.
Acılar içinde biraz öfkeli
yerden toplayıp ta yiyememek
renkli akideleri.
Dönerdim arkadaşlarımın arasına.
Mağrur ve gururlu,
zafer kazanmış bir edayla.
Biraz da belki azıcık,
derisi yüzülmüş kol, bacak yaralarıyla.
Eeee hayat bu ya.
Her kavganın ve zaferin
bir bedeli vardı.
Kabak da benim akidelerimin
başına patladı.
Suat, Cenk, Soner, Muhittin,
Adaşım Engin.
Hani hep birliktik bu çocuksu kavgalarda,
Korkuyu, öfkeyi,
sevgiyi,
arkadaşlığı,
ve hatta ihaneti, satılmışlığı,
Bu tükürüklü,
Arnavut taşlı sokaklarda,
Çocukluğumda öğrendim.
Zaman geçti, yaş ilerledi
su misali.
Geldi çattı beyaz yakalı
siyah önlüklü,
haylaz mı haylaz,
yaramaz mı yaramaz
okul dönemi.
Abimle birlikte ailede,
ümitler, nazarlar üzerimizde.
Gelecek kaygısında,
ateşten gömlek içinde
Yetmişler, Seksenler.
Zorlu mu zorlu, kavgalı mı kavgalı
Sağ, sol cenderesinde,
Nice canlar, nice bedenler
Tükendi.
Daha renklerin ne olduğunu tam bilmeden,
hayat bana gösterdi,
siyahın ve grinin tonlarını öğretti.
Halbuki ben o ana kadar,
Adını sonradan öğrendiğim,
paslı demirin rengini,
açık kahverengini,
Soğuk Demirci Ustası babamın,
öğlen yemeği için eve gelirken,
Nasırlı ellerinde gördüm.
Ve bazen yazları,
Terden ıslanan yüzünde,
Çatlayan dudaklarında,
Susuzluğu,
Onuru,
Dik duruşu,
Emeği gördüm.
Sıraya girerdi komşular birer birer,
Kırardım camlarını top oynarken,
İstemeden teker, teker.
Canım babam, kim bilir akşama ne der?
O çatlak, nasırlı ellerde,
Sevgiyi, şefkati gördüm.
Sonradan bildim,
Nedir alın teri?
Bu basamakları çıkarken usulca,
yavaş yavaş,
bilmeden , kendiliğinden,
o çocukluğumu,
Arnavut taşlarına gömdüm.
Dayanaktı Anam, bilirim,
az çekmedi.
Hani eskiler der ya,
bir gün yüzü pek görmedi.
Her ne kadar Ağabeyim kızsa da,
O, inancı uğrunda
Bir siyah güvercindi.
Ve hâlâ kanatları üzerimizde,
bizi beklemekte.
Şimdi yok Arnavut kaldırımları,
ufak tefek parke taşları,
Yaşananlar anılarda,
adımladığım yollarda.
Üstü kapandı hep, asfalt döşendi.
Ahşap ev de yok artık,
O tahta kokuları,
Gri betonlara, solgun rüzgarlara büründü.
Ağabeyim, kız kardeşim,
Anam, Babam
epey zaman oldu,
Onlar buraları çoktan terk etti.
Bazen geçerken Şenlikdede'de
arka sokaklardan,
Tanıyamadığım yaşlı yüzler,
selam veriyorlar.
Soruyorlar Babamı, Annemi,
Yaşıtlarım ise
Ağabeyimi, kız kardeşimi.
Saygıyla, özlemle ellerini sıkıyorum,
Cevap veriyorum,
Ben hâlâ aynı sokaktayım.
Belki de eşim
ve iki küçük yavrumla
Anılarımı nakşettiğim,
Arnavut kaldırımlarının
Yeniden, son bir kez
çıkmasını bekliyorum.
Suya İmza
Ömer Faruk Ertem
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.