
Dijital Sürüler Haline mi Geldik?
Modern dünyanın en okunan filozoflarından Byung-Chul Han imiş, duymamıştım. Bence bir filozofla çağdaş olmak, onu anlamak çok önemli! Han bir söyleşisinde, gökyüzüne bakarak aldığı o “radikal” kararı şu şekilde ifade ediyor:
“Gökyüzü O Kadar Güzeldi ki, Hayatımı Bu Güzellik ve Anlam Üzerine Düşünmeden Sürdüremeyeceğimi Anladım.”
Yaşamı anlamak için hayatında bir değişiklik yapması gerekliymiş. Han’ın modern dünyanın bilgi ve gerçeklik krizine dair keskin eleştirileri, bu içsel arayışla şekilleniyor: “Bilgi gelip geçicidir, ama gerçek kalıcıdır ve bize yön verir.”
#mutluetmutluol.
Kore Üniversitesi’nde verdiği dersin konusu mutluluk, Han mutluluğun doğasını, elle tutulur ve somut bir deneyim üzerinden tartışıyor. Ellerle yapılan eylemleri, toprağa dokunmayı veya bir müzik aleti çalmayı örnek göstererek, mutluluğun yalnızca zihinsel bir durum değil bir varoluş biçimi olduğunu ifade ediyor.
Han’ın gökyüzüne bakarak başlattığı felsefi yolculuğunda modern dünyanın bilgi, anlam ve gerçeklik krizine dair fikirleri oldukça ilginç ve dikkat çekiyor. Han, bize yalnızca modern dünyanın eleştirisini değil, aynı zamanda yok olduğu geniş kitlelerce kabul edilen anlamın ve hakikatin nasıl yeniden inşa edilebileceğine dair derin bir düşünce alanı sunuyor.
Enfokrasi kitabında bilgi akışının daimi ve yüzeysel olması eleştirilirken benzer şekilde, Sürünün İçinde kitabında işlenen kişisel yalnızlaşma ve sürüleşme kavramları, Yorgunluk Toplumu kitabı, Han’ın felsefesindeki mutluluğun artık bir his değil; beden, zihin ve çevre arasındaki bağların güçlü bir yansımasıdır, savına götürüyor sizi.
Tüm bunlar benim için mutluluğun, sadece kişisel bir his değil, toplum içinde diğerleri ile birlikte yaşamın bir halidir, demek oluyor. Onçin mutlu et mutlu ol diyerek bu hissi önce çevremizdeki diğerlerinin mutluluğuna vesile olmaya bağlayarak, ancak bir aksiyon ile ulaşılabilen bir hal olarak tanımlanmasına götürüyor.
Article
ENFOKRASİ, GÖRÜNÜRLÜK ÇAĞINDA ÖZGÜRLÜĞÜN İLLÜZYONU, GÖZETİM KAPİTALİZMİ
Byung-Chul Han’ın tanımıyla enfokrasi, bireylerin enformasyon ve görünürlük yoluyla manipüle edildiği, özgürlük illüzyonunun hâkim olduğu modern bir tahakküm rejimidir. Bu rejimde görünürlük, görünür olma hali, modern dünyanın en çok değer verilen kavramlarından biri haline geldi. Bireyler sosyal medyada varlık göstermek, takipçi sayısını artırmak ve görünür olmak için büyük bir çaba sarf eder. “Şeffaflık” ve “ifade özgürlüğü” gibi kavramlar, bireylerin bu davranışlarının temelini oluşturulan birer değer olarak sunulur.
Byung-Chul Han, bu görünürlük saplantısını sert bir şekilde eleştiriyor. Ona göre, bu görünürlük ve özgürlük algısı, bireyi bir tahakküm (baskı) nesnesine dönüştüren yeni bir rejimin temelini oluşturuyor. Han’ın bu konudaki tespiti şu şekilde özetlenebilir:
“Enformasyon rejimi, bireylerin görünürlük yoluyla kendilerini ifşa etmeye gönüllü oldukları bir özgürlük illüzyonu yaratır.”
Han’a göre özgürlük algısı, bireyin kendi iradesiyle hareket ettiği yanılsamasını yaratıyor. Ancak gerçekte, bireyler yalnızca dijital sistemlerin dayattığı görünürlük döngüsünün birer parçası haline geliyor. Bu noktada Han şu yorumuyla meseleyi açıklığa kavuşturuyor:
“Disiplin toplumu, bireyi dıştan denetlerdi. Enformasyon toplumu ise bireyin içindeki arzuyu, gözetlenme isteğini kullanır.”
Han, bu yeni rejimi anlamak için Foucault’nun disiplin toplumu kavramına atıfta bulunuyor. Disiplin toplumunda birey, dışsal kurallar ve cezalarla şekillendirilir. Buna örnek olarak hapishanelerdeki fiziksel kontrol mekanizmaları, okullardaki katı disiplin kuralları ve fabrikalardaki gözetim düzenleri verilebilir. Ancak enformasyon rejiminde birey, kendi arzularının peşinden gidiyormuş gibi davranırken aslında tahakküm altında kalır, yani birey bir “performans nesnesine” dönüşür. Sosyal medya platformları, bireyin bu arzularını manipüle ederek hem verilerini toplar hem de bireyi sürekli daha fazla görünür olmaya iter. Görünürlük, bireyin “kendini ifade etme” ihtiyacı gibi sunulsa da aslında bir kontrol mekanizmasına dönüşür.
Görünürlüğü bu denli çekici yapan nedir?
Han’a göre, bu durum modern bireyin varoluşsal sancısına, daha doğrusu açlığına işaret ediyor. İnsanlar, görünür olmayı, değer görmenin ve anlam bulmanın bir yolu olarak algılıyor. Ancak bu anlam arayışı, dijital dünyanın hız ve yüzeysellik (derinlikten yoksunluk) temelleri üzerinde yükseldiği için hiçbir zaman tam olarak tatmin edici olamıyor. Görünürlük arttıkça, birey kendisini daha yalnız ve tatminsiz hissediyor. Bu yalnızlık ise bireyi daha fazla paylaşım yapmaya ve daha fazla veri üretmeye yönlendiriyor. Han, bu kısır döngüyü şöyle açıklıyor:
“Görünürlük, artık bir özgürlük değil, bir tahakküm aracıdır. Gözetim, bireyi serbest bırakmaz; yalnızca bir başka formda hapseder.”
Han’ın sunduğu bu bağlamda sosyal medya, yalnızca bireylerin iletişim kurduğu bir alandan ziyade; bireyleri sürekli üretim yapmaya zorlayan bir sistem olarak tanımlanabilir. Bireyin her paylaşımı, her yorumu ve her beğenisi, platformlar tarafından işlenir ve yeniden bireye pazarlanır. Bu döngüde birey hem bir tüketici hem de bir üretici haline gelir. Sistem ise komisyoncu konumundadır.
Sonuç
Görünürlük, bireyleri yalnızlaştırarak toplumsal bağların zayıflamasına neden olur. Sosyal medya platformları, bireyleri kendi yankı odalarına hapseder ve onları ortak bir tartışma alanından koparır. Bu, yalnızca bireysel düzeyde bir kriz yaratmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal bağların çözülmesine, bozulmasına yol açar.
Dijital çağın birey üzerindeki tahakküm mekanizmaları, görünürlük üzerinden işler. Birey, özgür olduğunu düşünse bile aslında sistemin taleplerine boyun eğmiştir. Tabiri yerinde olacaksa, bu illüzyonu fark etmek, gerçek özgürlüğe ulaşmanın ilk adımıdır. Bu adımı atabilmek için bireyin öncelikle dijital dünyanın sunduğu yanılsamalardan uzaklaşması ve kendi varoluşunu yeniden düşünmesi gerekmektedir.
Hakikat Bilginin Hızı Karşısında Erozyona Uğruyor
Hakikat, geçmişten bu yana bireyin kendini anlamlandırmada ve toplumların düzeninde temel bir yapı taşı olmuştur. Ancak dijital çağ, bu sabit kavramı kökten değiştirmiştir. Byung-Chul Han, dijital dünyada bilginin sürekli akış halinde olduğunu, bu hızın ise hakikatin sabit ve derin yapısını bozduğunu savunuyor. Han’ın bu konudaki tespiti oldukça keskin:
“Hakikat sabit bir dayanak sunar. Oysa bilgi, sürekli hareket halinde bir boşluktur.”
Bilginin sürekli akış halinde olduğu modern çağda birey, hakikati anlamaktan çok bilginin akışına kapılma eğilimindedir. Burada bir soru belirir: Bu akış, bireyin anlam bulma çabasını kolaylaştırıyor mu, yoksa daha da zorlaştırıyor mu? Han’a göre cevap açık: Dijital çağ, bireyin hakikate ulaşmasını değil, ondan uzaklaşmasını sağlıyor.
Han bu görüşlerini açıklığa kavuşturmak için Platon’un mağara alegorisine başvuruyor. Platon’un mağarasındaki insanlar, yalnızca duvara yansıyan gölgeleri görür ve bunu gerçeklik olarak kabul eder. Ona göre dijital dünya da bireyleri, sürekli akan bilgiyle bir tür “gölge gerçeklik” içinde tutar. Platon’un mağara alegorisinde hakikate ulaşmak için bireyin zincirlerini kırması gerekmektedir. Dijital çağda ise kırılması gereken bu zincirler artık görünmezdir, bireye temas eden noktaları soğuk ve sert bir demir değil, sıcak ve yumuşak bir kadife kumaştır. Han, bu durumu şöyle açıklıyor:
“Dijital bilgi, hakikatle bağını koparmış bir hız çağının ürünüdür. Anlam yerine dikkat talep eder.”
Bilginin hıza ve görünürlüğe odaklandığı bu süreç, bireylerin eleştirel düşünme becerilerini de zayıflatır. Sosyal medya platformları, bireyleri yalnızca kendi görüşlerini onaylayan içeriklere yönlendirir. Algoritmalar, bireyin karşıt görüşlerle yüzleşmesini engeller ve bu durum toplumsal bir kutuplaşmaya yol açar. Han, bu süreci “hakikat krizi” olarak adlandırır.
Hannah Arendt: “Hakikat, kamusal alanın ve ortak tartışma zeminlerinin temel taşıdır. Ancak dijital çağda hakikat yerini, yalnızca dikkat çeken bilgilerin oluşturduğu bir görünürlük düzenine bırakmıştır. Hakikatin ortadan kalkması, tartışmanın sonudur.” diyor ya işte Han da bu görüşten ilerleyerek, bireylerin yalnızca yankı odalarında sıkıştığı bir toplumda demokrasinin anlamını yitirdiğini savunuyor.
Dijital dünyada bilgi akışı, bireyleri eleştirel düşünceden uzaklaştırır. Sahte haberlerin gerçeklerden daha hızlı yayılması, bireyleri yalnızca algılanan hakikat ile yaşamaya iter. En nihayetinde bu durum, gerçekleri sorgulama becerisini köreltir. Han, bu konuda Nietzsche’ye atıfta bulunarak hakikatin insan icadı olduğunu, ancak dijital çağda bu icadın bile manipülatif bir hal aldığını söyler. Han, artık günümüzde hakikati oluşturan metaforlar ordusunun dijital çağda anlamını yitirdiğini ve yalnızca dikkat çekme odaklı bir bilgi düzenine dönüştüğünü savunur.
Han’a göre hakikat krizinden çıkış, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir yeniden yapılanmayı gerektirir. Bireyler, dijital dünyanın sunduğu bilgi akışını sorgulaması ve eleştirel düşünceyi merkeze almalıdır; ama bu yeterli değildir. Han, kamusal tartışma alanlarının yeniden inşa edilmesi gerektiğini, hakikatin yalnızca bireyler arasında değil, toplumlar arasında da tartışmaya açılması gerektiğini vurgular.
Bir arkadaşım vardı (ARE), derdi ki: Günümüzde artık öyle bir yalan söyleniyor ki yalanın donanımı yani gerçekliği karşısında hakikat aciz kalıyor.
Demokrasi ve Dijitalleşme: Temsil ve Katılımın Karşı Karşıya Olduğu Problemler
Demokrasi, en güçlü ve mantıklı yönetim biçimlerinden biridir. Demokrasi halkın katılımını ve kolektif karar alma süreçlerini esas alır. Byung-Chul Han’a göre, dijital çağ, demokrasiyi köklü bir şekilde dönüştürerek, onun temel ilkelerini tehdit ediyor. Han, demokrasinin özünde tartışma ve uzlaşma yattığını vurguluyor. Bu uzlaşma, halkın fikirlerini ifade ettiği ve ortak bir zeminde buluştuğu bir kamusal alan sayesinde mümkün olur. Ancak dijitalleşme, yazımın önceki bölümlerinde değindiğim kamusal alanı yok eden ve bireyleri yalnızlaştıran bir mekanizma yaratmıştır. Han, bu süreci şöyle tanımlar:
“Demokrasi, tartışma ve uzlaşma üzerine kurulu bir rejimdir. Ancak enformasyon toplumu, tartışmayı kesintiye uğratır ve bireyleri yalnızlaştırır.”
Han’a göre sosyal medya platformları, demokrasinin temel taşı olan tartışma kültürünü köklü bir şekilde değiştirmiştir. Algoritmalar, bireyleri yalnızca kendi görüşlerini doğrulayan içeriklerle karşılaştırır. Bu, bireylerin farklı fikirlerle karşılaşmasını engeller ve onları “yankı odaları” olarak tanımlanan kapalı sistemlere hapseder. Yankı odalarında bireyler, kendi fikirlerini sorgulama gereği duymadan, yalnızca “onaylanmayı” tercih eder. Bu durum, demokratik tartışmanın yerini kutuplaşmaya bırakmasına yol açar.
Han’a göre, dijital dünyanın en büyük tehlikelerinden biri, bireylerin bilgiyle değil, duygularıyla manipüle edilmesidir. Algoritmalar, bireylerin dikkatini çekmek ve onları platformda daha fazla zaman geçirmeye yönlendirmek için duygusal içerikleri öne çıkarır. Öfke, korku ve hayranlık gibi güçlü duygular, demokratik tartışmanın rasyonel zeminini yok ederek, bireyleri manipülasyona açık hale getirir. Han, bu durumu şöyle açıklıyor:
“Dijital dünya, bilgiyi duygulara indirger. Duyguların hakim olduğu bir alanda, hakikat ve tartışma kaybolur.”
Seçim sürecinde sosyal medya halkın özgür iradesini gölgeliyor mu?
Sosyal medya kampanyaları ve mikro hedefleme teknikleri, bireylerin düşüncelerini şekillendirir ve seçimlerin sonuçlarını doğrudan etkiler. Han’a göre, bu süreçte demokrasi, yalnızca bir “algı yönetimi” oyununa indirgenir. Cambridge Analytica’nın 2016 yılında Trump’un kazandığı zaferden sonra yaptığı açıklamayı hepimizin düşünmesi gerekiyor: “Veriye dayalı iletişime yönelik devrimci yaklaşımımızın, seçilen Başkan Donald Trump’ın olağanüstü zaferinde bu kadar belirleyici bir rol oynamasından kıvanç duyuyoruz.”
Verinin bu kadar gündemde olduğu ve önemli görüldüğü modern çağda, Han’ın görüşlerini ilk bakışta garipseyebilirsiniz. Han, dijitalleşmenin demokrasiyi tehdit eden en güçlü aracı olarak veri temelli algoritmaları ve dijital rasyonaliteyi işaret ediyor.
Dijital rasyonalite, bireylerin düşünme ve tartışma süreçlerini hız ve verimlilik adına bir kenara iterken, toplumu tamamen veriye dayalı bir düzen içinde yeniden şekillendirmeyi mi hedefliyor?
İşte burada dataizm ortaya çıkıyor. Dataizm, veriyi insan aklının ve demokratik süreçlerin üzerinde bir otorite olarak konumlandırır. Halbuki seçim süreçlerinde kullanılan algoritmalar, bireylerin rasyonel tercihlerini değil; duygusal zayıflıklarını hedef alır. Han, bunun güdümlü bir tasarım olduğunu savunur. Veriyle beslenen dijital rasyonalite, bireylerin yalnızca mevcut fikirlerini güçlendirerek onları yankı odalarında hapsetmekle kalmaz; aynı zamanda demokratik tartışma kültürünü kökünden değiştirir.
Han: “Veri, yalnızca bireylerin değil; toplumların karar alma süreçlerini de yönlendirir. Ancak bu yönlendirme, özgürlüğün değil; tahakkümün hizmetindedir.”
Dataizm, demokrasiyi yalnızca bir veri analizi problemi olarak görür. Algoritmalar, bireylerin fikirlerini tartışmaya açmaz; onları optimize eder.
Dijital çağda özgürlük, veri ve algoritmaların baskısıyla artık görünmez bir tahakküme mi dönüşmüştür?
Han’a göre demokrasinin temelini oluşturan tartışma ve uzlaşma, yerini verilerin hakimiyetine bırakmıştır. Yani artık yaşadığınız hakikat, veri sayesinde ulaştığınız bilgiler, varsayım ve savlar, hakikati yansıtmayabilir.
Teoride demokrasilerde güç, halkın iradesine dayanır; ancak dijital çağda, bu güç, veri şirketlerinin elinde midir?
Büyük teknoloji şirketleri, bireylerin verilerini kullanarak onların davranışlarını tahmin eder ve şekillendirir. Han, bu durumu bir “dijital otokrasi” olarak tanımlar:
“Veri, yeni bir güç biçimidir. Bu güç, demokrasiyi değil, gözetim kapitalizmini besler.”
Bu durumda Han’a göre, dijitalleşme demokrasiyi güçlendirmek yerine, otoriter rejimlere kapı aralıyor. Demokrasi dijitalleşmeye karşı, bireylerin eleştirel düşünceyi yeniden kazanması ile var olabilecektir! Şimdi dijital dünyada kamusal alanlar nerededir. Han’a göre, kamusal alanlar yeniden inşa edilmelidir ve bu yalnızca bireysel değil, toplumsal bir çabayla mümkündür.
Bence bunun bir önceki safhasına dönüp meseleye öyle bakmak gerekiyor. Artık hakikati bulup, tefrik etmek için yeni bir mantık yapısına ihtiyacımız var. Hele YZ bu konumda hakikati kolayca saptırabilecektir. Yeni nesil bunu yani sağlıklı sosyal medya kullanımını ancak ilkokuldan itibaren öğrenirse ve “iyi” ve “kötü” veriyi birbirinden ayırabilecek bir mantık yapısını edinirse sağlıklı düşünerek hakikati bulması mümkün olabilecektir.
Mesela, basit bir konuyu araştırmak istesek; Sağlıklı ve sağlıksız gıdalar nedir? Mesela… Sizin için Perplexity’ye sordum:
Gıdalar neye göre sağlıklı/sağlıksız diye ayrılıyor? Cevap:
Gıdalar, içerikleri ve sağlık üzerindeki etkilerine göre sağlıklı veya sağlıksız olarak sınıflandırılır. Sağlıklı gıdalar genellikle şu kriterlere göre değerlendirilir:
Besin Değeri: Vitamin, mineral, protein, lif ve sağlıklı yağlar gibi faydalı besin öğelerini yüksek oranda içeren gıdalar sağlıklı kabul edilir. Örneğin, sebze, meyve, tam tahıllar, kurubaklagiller ve yağlı tohumlar bu gruptadır.
Doğallık ve İşlenme Düzeyi: Taze, işlenmemiş veya az işlenmiş gıdalar daha sağlıklı sayılır. Ev yapımı ve katkı maddesi içermeyen gıdalar tercih edilir.
Düşük Zararlı İçerik: Aşırı şeker, tuz ve trans yağ içermeyen gıdalar sağlıklı kabul edilir. Yüksek oranda işlenmiş gıdalar ise genellikle sağlıksızdır.
Denge ve Çeşitlilik: Farklı besin gruplarından dengeli bir şekilde tüketmek önemlidir. Sağlıklı bir diyet; sebze, meyve, protein kaynakları (et, balık, yumurta), süt ürünleri ve tam tahılları içermelidir.
Sağlıksız gıdalar ise genellikle yüksek kaloriye sahip olup düşük besin değeri sunar ve aşırı şeker, tuz veya doymuş/trans yağ içerir. Örneğin, fast food, şekerli içecekler ve abur cuburlar bu gruba girer.
Biraz soruyu değiştirdim: Gıdaları sağlıklı/sağlıksız diye ayırmak ne kadar doğru? Buyurun cevap:
Gıdaları “sağlıklı” veya “sağlıksız” olarak kesin çizgilerle ayırmak her zaman doğru bir yaklaşım olmayabilir. Bunun birkaç nedeni vardır:
Bağlam ve Miktar: Bir gıdanın sağlıklı ya da sağlıksız olması, tüketim miktarına ve bağlama bağlıdır. Örneğin, şekerli yiyecekler aşırı tüketildiğinde zararlı olabilirken, ölçülü tüketildiğinde enerji sağlayabilir
Bireysel Farklılıklar: Kişinin yaşı, sağlık durumu, metabolizması ve yaşam tarzı gibi faktörler, bir gıdanın etkisini belirler. Örneğin, laktoz intoleransı olan biri için süt sağlıksız olabilirken, başka biri için faydalıdır.
Kültürel ve Sosyal Etkiler: Gıda seçimleri sadece sağlıkla değil, aynı zamanda kültürel alışkanlıklar ve bireysel zevklerle de ilişkilidir. Bu yüzden “sağlıklı” algısı kişiden kişiye değişebilir.
Bilimsel Değişkenlik: Zamanla bilimsel bulgular değişebilir. Daha önce sağlıksız kabul edilen bazı gıdalar (örneğin yumurta), günümüzde sağlıklı olarak değerlendirilmektedir1.
Sonuç olarak, gıdaları tamamen “sağlıklı” veya “sağlıksız” diye sınıflandırmak yerine dengeli ve bireysel ihtiyaçlara uygun bir yaklaşım benimsemek daha doğrudur.
Biraz daha ileri gittim ve soruyu başka şekilde sordum: Gıdalar sağlıklı/sağlıksız diye kategorilere ayrılıyor. Halbuki tüketicilerin sağlıklı veya hasta olmaları söz konusu, gıdaların değil ki?! Peki nasıl kategorize etmeliyiz? Alın size cevabı:
Gıdaları sağlıklı veya sağlıksız diye kategorize etmek yerine, bireylerin sağlık durumları ve ihtiyaçlarına göre değerlendirmek daha doğru bir yaklaşımdır. Çünkü gıdaların etkisi kişisel bağışıklık sistemi, genetik yatkınlık ve yaşam tarzı gibi faktörlere bağlıdır. İşte alternatif bir sınıflandırma yöntemi:
Besin Değeri ve İşlenme Düzeyi:
Yüksek Besin Değerli Gıdalar: Taze sebze, meyve, tam tahıllar, kurubaklagiller gibi doğal ve işlenmemiş ürünler.
Düşük Besin Değerli Gıdalar: Yüksek oranda şeker, tuz veya katkı maddesi içeren işlenmiş ürünler.
Kişisel Tolerans ve İhtiyaçlar:
Özel Diyet Gereksinimleri: Çölyak hastaları için glütensiz gıdalar veya laktoz intoleransı olanlar için laktozsuz ürünler.
Genel Tüketim için Güvenli Gıdalar: Çoğu birey için dengeli tüketildiğinde faydalı olan gıdalar.
Bağışıklık Destekleyici Özellikler:
Bağışıklığı güçlendiren probiyotikler, vitaminler ve mineraller içeren gıdalar (örneğin, ev yapımı yoğurt, sebze ve meyveler.
Bu yaklaşım, “iyi” ya da “kötü” etiketlerinden kaçınarak bireysel sağlık ihtiyaçlarına odaklanmayı sağlar.
Hoppala! YZ sahibine göre kişnedi. Benim öne sürdüğüm fikrin avukatı bile oldu. Ama bakın Han ne diyor:
“Demokrasi, yalnızca bireylerin değil, toplumların hakikat etrafında birleşmesini gerektirir. Hakikatin olmadığı bir yerde, demokrasi yaşayamaz.”
Yani işimiz çok zor!
Dijitalleşme ve Toplumsal Yalnızlaşma: Sürüleşen Birey
Dijitalleşme, modern toplumun en büyük dönüştürücü gücü olarak varlığını hayatımızın her alanında hissettiriyor. Byung-Chul Han, bu dönüşümün yalnızca teknolojik değil, aynı zamanda psikolojik ve toplumsal etkilerinin sorgulanmasını gerektiğini savunuyor. Ona göre, dijital çağ, bireyleri daha bağlantılı hale getirdiği yanılsamasını yaratırken, aslında onları giderek yalnızlaştırır ve sürüleşmeye iter. Han’ın bu konudaki tespiti şu şekilde:
“Dijitalleşme, bireyi kendi yankı odalarına hapseder. Bu odalarda yalnızca kendisini duyar ve başka hiçbir sese yer yoktur.”
Han’a göre, bireyler artık çevrelerindeki gerçek topluluklarla değil, dijital platformlardaki “simüle” edilmiş ağlarla ilişki kuruyor. Sosyal medya, kullanıcılarına sınırsız bir iletişim alanı sunuyor gibi görünse de bu iletişim genellikle yüzeysel, derinlikten yoksun ve tek yönlüdür. Kendi yankı odalarında izole edilen bireyler, yalnızca kendi fikirlerini yansıtan içeriklerle karşılaşıyor. Bu durum, bireyin eleştirel düşünme kapasitesini zayıflatır ve onu bir dijital sürüye katar. İşte bu sürüde belki takipçileriniz, hatta takip ettikleriniz bile hakiki kişiler olmayabilir.
Han: “Dijital sürü, bireyi özgürleştirmez. Aksine, onun özgünlüğünü eritir ve onu görünmez bir tahakküm altına sokar.”
Bu sürüleşme süreci, bireyin yalnızca bir topluluğa ait olma ihtiyacını değil, aynı zamanda anlam arayışını da baltalar. Dijital dünya, bireylere anlamlı bağlantılar sunmaz; bunun yerine, anlık tatmin ve yüzeysel etkileşimler sağlar diyor. Birey, kendi varlığını sürekli olarak başka gözlere onaylatmaya çalışır ve bu süreçte kendi içsel anlam duygusunu yitirir.
Han, dijital çağın yalnızca bireyleri yalnızlaştırmakla kalmadığını, aynı zamanda onları sürekli gözetim altında tuttuğunu savunuyor!
Gözetim kapitalizminin, bireylerin her hareketini izlediğini ve bu verileri ticari amaçlarla kullandığını vurguluyor. Buradaki temel problemi, gözetimin birey tarafından genellikle fark edilmemesi olarak nitelendiriyor; bireyin kendini gönüllü olarak bu sistemin bir parçası haline getirdiğinin altını çiziyor. Han, dijital dünyanın paradoksunu şöyle açıklıyor:
“Dijital dünya, bireyi hem görünür hem de yalnız kılar. Bu yalnızlık, modern tahakkümün en görünmez biçimidir.”
Gözetim, yalnızlık ve sürüleşme bir araya geldiğinde birey, yalnızca sistemin işleyişine hizmet eden bir araca dönüşür. Sosyal medya algoritmaları, bireyin duygularını, davranışlarını ve hatta düşüncelerini şekillendirir. Bu durum, bireyin kendi özgünlüğünü yitirmesine ve toplumsal bağlardan kopmasına neden olur.
Han, dijitalleşmenin toplumsal düzeyde ciddi sonuçları olduğuna dikkat çeker. Geleneksel topluluklar, dijital ağlarla yer değiştirirken, bireyler arasındaki bağlar zayıflar. Bu durum, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir kriz yaratır. Han, bu krizi “toplumun atomize olması” olarak tanımlıyor. Atomize bireyler, yalnızca kendi yankı odalarında sıkışıp kalır ve ortak bir tartışma alanı oluşturamaz.
“Toplum, artık bireylerin bir araya geldiği bir yapı değil, bireylerin izole olduğu bir toplamdır.”
Han’a göre, bu izolasyonun üstesinden gelmek yeniden yapılanarak mümkün olacaktır. Bunun için bireyler dijital dünyanın sunduğu yanılsamaları fark edebilirlerse artık sadece bireyler değil, topluluklar da yeniden yapılanabilir. Dijitalleşme çağında toplumsal bağları yeniden kurmak, yalnızca bireysel bir çaba değil, kolektif bir hareket olmalıdır. Birey, dijital yalnızlığın üstesinden gelmek için kendi özgünlüğünü yeniden keşfetmelidir. Sosyal medya üzerinde yüzeysel bağlantılar kurmak yerine, gerçek ve anlamlı ilişkiler kurmamız gerektiğini ifade ediyor. Buna ek olarak, bireylerin yalnızca dijital sürünün bir üyesi olmak yerine, eleştirel düşünme kapasitesini geliştirerek kendi varoluşunu sorgulaması gerekiyor.
Han’ın önerileri sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde bir yeniden yapılanma çağrısıdır. Dijitalleşmenin yarattığı bu krizden çıkmak için, bireylerin kendi yankı odalarından çıkarak, hakikati ve anlamı yeniden aramaları gerekiyor.
Enfokrasi ve Dijitalleşmenin Politik Dinamikleri
Byung-Chul Han, dijital dünyanın demokrasiye yönelik etkilerini tartışırken, bu dönüşümün en büyük kurbanlarından birinin hakikat olduğunu söylüyor. “Hakikat sabittir, ama dijital bilgi akışı sürekli bir hareket ve geçicilik içindedir,” diyen Han, demokrasinin bilgi ve hakikate dayalı tartışma zeminini kaybettiğini savunuyor.
Dijitalleşme, demokrasiyi güçlendirme vaadiyle ortaya çıktı. Ancak sahte haberler, bireylerin eleştirel düşünce kapasitelerini zayıflattı ve demokrasiyi bir yanılsamaya mı dönüştürdü?
Veri artık sadece ekonomik değil, politik bir araçtır. Algoritmalar, bireylerin tercihlerini öngörmekle kalmıyor ve artık bu tercihleri şekillendiriyor mu?
Han: “Demokrasi, hakikat etrafında birleşmiş bireylerin eseridir. Hakikatin kamusal bir mesele haline gelmesi, demokrasinin kurtuluşu olacaktır.”
Hakikatin Dönüşümü ve Yeniden İnşası Gerekiyor!
Byung-Chul Han, dijitalleşmenin bireylerin ve toplumların hakikatle olan bağını nasıl köklü bir şekilde değiştirdiğini ele alırken, dijital dünyanın bizi hız, yüzeysellik ve yanılsamalarla kuşattığını savunuyor. Ona göre artık hakikat bireylerin yaşamını anlamlandıran bir yapı taşı olmaktan çıkmış; dikkat çekici olanın ön plana geçtiği, hızla tüketilen bir “meta” haline gelmiş durumdadır.
Han, dijital dünyanın bir dikkat ekonomisi üzerine kurulduğunu ve bu şekilde hakikatin göz ardı edildiğini ifade ediyor. Ona göre, hakikat dikkat çekmez; aksine sorgulama ve araştırma gerektirir. Dijital dünya ise yüzeyde duranı ön plana çıkartır. Bu durum bireylerin sorgulama kapasitesini zayıflatır, onları sunulan içerikleri sorgulamaksızın tüketime iter. Böylece hakikat yerini yanılsamalara bırakır; birey yalnızca kendine sunulanı kabul eder hale gelir. Algoritmalar bunu destekler. Artık demokrasi zayi olmuştur. Han’a göre, demokrasiyi bu krizden kurtarmak için birey yavaşlamalı ve derinleşmelidir. Toplumsal bağların yeniden inşası ve önemli meselelerin gereği kadar tartışıldığı kamusal alanların tekrar oluşturulması ile demokrasi gerçek anlamını yeniden kazanacaktır.
Han’ın felsefesi, kimi zaman okuyucularını “Gerçekten böylesine karamsar ve kriz içerisinde bir dünyada mı yaşıyoruz?” diye düşündürebilir; bunun bir ziyanı yoktur. Çünkü toplumun dijitalleşmesini bir paradigma değişimi olarak nitelendireceksek, ki bence öyledir, konu hakkında düşünmenin ve görüş bildirmenin doğrusu veya yanlışı yoktur. Bundan yıllar sonra bir filozof çıkıp Han’ın görüşlerini eleştirebilir, farklı bir perspektif üretebilir. Bilimsel düşünce sistemi ve bilginin üretim süreci bu şekilde işliyor…
Han modern toplumdaki bireylerin, ilişkilerin ya da sistemlerin işleyişi hakkında soru işaretlerini ortadan kaldıracak şeylere kafa yoran modern bir filozof, kitaplarının kolay okunurluğu ve kısalığı da sanırım onu bugünün gözde filozoflarından biri yapıyor. Özellikle Enfokrasi bana 2021’de üzerine bir yazı yazdığım Akan Abdula’nın Öngörülemeyenler kitabını hatırlattı (*). Yani Enfokrasi’den 1 yıl önce yazılmış. Düşünceler neredeyse benzer. Acaba düşünceler konusunda yabancı hayranlığına takılıp elimizdeki değerlerin kıymetini mi bilemiyoruz yoksa?
(*)https://muratulker.com/y/dunyayi-algoritmalar-yonetiyor-ai-bireysel-ozgurlugu-yokediyor/
Kaynaklar
(1) https://www.kitapyurdu.com/kitap/enfokrasi-dijitallesme-ve-demokrasinin-krizi/
(2) https://www.kitapyurdu.com/kitap/surunun-icinde-dijital-dunyaya-bakislar-/
(3)https://www.kitapyurdu.com/kitap/yorgunluk-toplumu/
Murat Ülker