
Hani derler ya emekli olup balığa gideceğim. Tabi tabi balıklar da bekliyorlardı, siz emekli olun diye 😀
Ben balıkların farkına varıp, avlanmaya başladığımda ilk Boğaziçi köprüsü daha yapılmamıştı. O zamanlar balık boldu… demeyeceğim, zira eskiye özlem gibi bir adetim yok. Şimdi de balık var, ama yapacak iş çok!
Neyse ben, şükür çook balıklar tuttum, çook balıklar da kaçırdım. Anamın evinin önünden kıyıdan lüfer bile tutardık. Kilolarca gümüş balığı tutmuş ve bir sefer de balıkhanede iki bin liraya satmıştık, 70'li yıllarda. Keza çocukluğumuzda evden çatal yürütür kendi zıpkınımı yapardım, kaya balığı avlamak için…
Bu itiyad ailede diğer nesillere de sirayet etti. Yeğenim Ali Ülker balıkçılığı benden devraldı. Sonraki yıllarda neredeyse Dünya'nın tüm okyanuslarında muhtelif balıklar tuttum. Hikayeler biriktirdim.
Hatta balıkçılığa ticari yaklaşarak, sahaya yatırım bile yaptık. Bir keresinde Niyazi Gönen Bey'le Antalya’da bir ton balığı çiftliğinde bir günde 36 ton balık hasadında bulunmuştuk; bazı balıklar 650 kilo çekiyordu. Vurulup gemiye alınan balıklar hiç debelenip kendi etine zarar vermesine fırsat bırakmadan hareketsiz hale getirilip ana gemiye (Mitsubishi) nakledip sushi pazarı için hazırlanıp donduruluyordu. Şu anda ticari balıkçılığımız SUPERFRESH TON markası altında gerçekleşiyor.
Bu sefer Ali Ülker Bey'den dinleyeceğiz hikayemizi, zira son balıkçılığımızı beraber yapmıştık ve bu hazzı sizinle paylaşmak istedik.
BALIKÇI KRAL
Ali Ülker (yazıyor)
10 Ocak Cuma günü güzel İstanbul’umuzu geride bırakarak yolculuğumuza ilk adımımızı attık. 11 sene önce de bir ABD seyahatinin uzantısı olarak Panama’ya kaçabilmiştik. O tarihte grup başkanlarımızdan Jim Zaza bize eşlik etmişti. Tadı damağımızda kalan iki buçuk gün geçirmiştik. pladis CEO’muz Salman Amin’in oğlunun evlenmesini de vesile ederek bu sefer bu seyahati çok da alışık olmadığımız şekilde bir haftaya uzatarak yola revan olduk. Efendim seyahati özel kılan, gidilen yerler kadar kiminle gittiğimizdir. Biz yola kuzenimiz Selim İman, mimar iş arkadaşımız Sinan Kuran ki kendisinin Türkiye’de balık yarışmalarında birincilikleri var, dayım Murat ve bir zamanlar Instagram’da Balıkçı Kral olarak boy gösteren bendeniz Ali hep birlikte Türk Hava Yolları’nın doğrudan Panama uçuşuna dahil olduk. Ne şanslıyız; THY şehrimiz İstanbul’dan neredeyse dünyanın her yerine uçuyor. Yabancılar bile bundan yararlanmak için seyahatlerine İstanbul’dan başlamayı tercih ediyorlar.

Gün boyu süren yolculuk Batı’ya doğru uçtuğumuz için gün ışığından istifade ederken Murat dayım yazılarıyla meşgul oldu, bir iki film izledik, iki öğün yemek yedik. Her birimiz evimizdeymişçesine keyifli bir yolculuk ile Panama’ya ulaştık. Pasaport ve bagaj işlemlerine Tropic Star Lodge tesisinin elamanları yardımcı oldular.
Panama City’de old city’nin göbeğinde yer alan otelimiz Sofitel, hem şehrin siluetine hem de denize nazır, diğer tarafında da yeni şehir merkezine karşı güzel bir odada bir gecelik dinlenme olacak şekilde konaklama fırsatı yakaladık. Panama’da ve genel olarak Güney Amerika’da sivil havacılık oldukça yaygın, bunun güzel bir örneği olan pırpır bir uçağa binerek serüvenimize başladık.
Havanın açık ve güneşli olması sayesinde yolculuk esnasında Panama’nın yeşil kıyılarının tadını çıkardık. Bu 45 dakika süren uçuşun sonunda sağ, sol kanat hareketleriyle ağaçların tepelerini sıyırarak vadinin içinde yetenekli pilotlarımız sayesinde pisti pas geçmeden son dakikada zorlu bir iniş gerçekleştirdik. Pist zaten çok kısa, ancak uygun hava koşullarında inilip ve kalkılıyor. Bulunduğumuz bölge tropik bir iklime sahip olduğundan her gün bölgenin üstü bulutlarla kaplanıyor ve günün farklı zamanlarında yağmur yağıyor.
Panama’nın az ve çok yağışlı olmak üzere iki farklı sezonu var. Hava sıcaklığı genelde 28-30 derece civarında ve rutubetli. Uçağımızın tekerleri piste değdiğinde öğlen olmuştu ve otelde bizi çok güzel ikramlarla karşıladılar, dünyanın en güzel tropik meyvelerini tattık. Bizim için egzotik olan meyveler burada her yerde maşallah bol; tuhaf olan elma, portakal gibi bizde bol olan meyvelerin burada egzotik meyve sayılması:).
Uçaktan çıktığımızda bizi kalabalık bir grup karşıladı sandık. Onlar aslında bizim uçakları bekleyen ve Panama’dan ayrılış vakti gelen konuklarmış. Cumartesi günü değişim günü oluyormuş. Yani indiğiniz uçak geçen haftanın misafirlerini alıp götürüyor.
Dayım, ben ve Sinan’ın bavulları uçaktan çıktı ama Selim’inki ortada yoktu. Ufak bir panik sonrasında bavulun bir sonraki uçaklardan birisinden çıkabileceğini söyleyince Selim Bey’i biraz rahatlattık ama ancak bavulların içinde ayrışan parlak sarı renkli bavulu uzaktan görünce mutlu oldu.
Soğuk meşrubat ikramıyla karşılandıktan sonra bizi bir traktörün çektiği, kalaslardan yapılmış oturaklı bir römorka bindirdiler. Ormanın içinden geçen bir yoldan sonra kumsaldan yürüyerek 10 kişilik teknelerimizle bir hafta kalacağımız kampa ulaştık. 10 yıl önce geldiğimizde de durum farklı değildi. Zaten burası yarım asrı aşkın bir süredir var olan bir kampmış. Tek fark etrafa yerleşmiş bin kişi kadar yerli aile ve onların el işlerini sattığı pazar yeri olmuş.
Kaldığımız yer, şehirden ve medeniyetten oldukça uzak. En yakın yola 80 km mesafede ve düzgün bir patika bile yok. Ulaşım sadece motosikletlerin kullanabildiği dar patikalarla sağlanıyor, üstelik o yolları da büyük ihtimalle sadece yerliler biliyor. Ana ulaşım deniz yoluyla, ihtiyaçlar haftalık gemiyle getiriliyor. Misafirler ise uçakla ulaştırılıyor. Ana karada, kıyıda yer almasına rağmen yarısı okyanusa, yarısı cangıla açıldığı için adeta bir ada gibi. Çok ilginç.
Öğlen hafif bir yemekten sonra bize istirahat tavsiye ettiler. 4 kişi, bizim için ayrılan rezidansa geçtik, biraz sohbet ettikten sonra dinlenmeye çekildik, azıcık kestirdik. Zira Türkiye ile 8 saat fark var ve gece orada 12’yi geçtiği için iletişim kurabileceğimiz kimse kalmamıştı. Eşimiz, dostumuz, çocuklarımız uyuduktan sonra, biz halihazırda güneşin keyfini çıkarmaktaydık. İlk sorduğum sorulardan biri, denize girilip girilemeyeceğiydi. Tabii ki girilebilir, dediler, ama yerlilerden ve diğer misafirlerden denize giren görmediğimiz için doğrusu bizler de pek cesaret edemedik. Su da zaten bizim alıştığımızdan sıcaktı, 28 derece. “Gel, git” de cabası; deniz çekilince çamur gibi kumlar, pek de keyif veren bir deniz yok açıkçası. Üstelik daha önceki deneyimimizden de bildiğimiz üzere denizin içindeki canlılar, köpekbalıkları başta olmak üzere, insanı pek cezbetmiyor
Burada hayat doğanın kendi akışında seyrediyor ve ulaşım imkanları da oldukça kısıtlı dolayısıyla günün akışı içerisinde her şey için önceden ciddi bir organizasyon gerekiyor. Yaklaşık 40-50 kişi kadar misafir teknelere dağılıyor ve misafirlerden balığa çıkacakları tekne için, bir haftalık, öğlen kumanyası isteklerini bildirmeleri isteniyor.
Yemek seçim sistemi sorunsuz işledi, hiçbir karmaşa yaşanmadan her defasında verilen listeden tercih ettiğimiz sandviç ve içeceklerimize ulaşabildik. Denizde de çok efor harcadığımızdan olacak yemeklerimizi iştah ile sildik, süpürdük. Aynı zamanda güzel bir uygulamaları daha var, o da akşam yemekleri de sabah kahvaltıda dağıtılan aynı menüden seçiliyor. Böylece açık büfe gibi yemek israfına neden olabilecek bir opsiyon yok. Sipariş verip pişmesini bekleme süreniz olmuyor, tam saatinde yemekler hazır bir biçimde herkesin önüne geliyor. Bence sürdürülebilirlik ve yemek israfı konusunda güzel bir adet. Sadece ilk gecenin şerefine akşam yemeği açık büfe düzenlendi. Diğer günlerde ise hepimiz sabahtan doldurduğumuz menü kartlarımızla akşamki tercihlerimizi yapmış olduk. İlk günkü akşam yemeğindeyse ufak bir hoş geldiniz açılışından sonra, dünyanın farklı yörelerinden gelen misafirler için hazırlanmış gayet tatminkar ama aşırıya kaçmayan, farklı opsiyonlar sunan bir açık büfeyle ağırlandık. Yemekleri hazırlayan şefimiz oldukça yetenekli olsa da tatlı konusunda Türk tatlılarını arar durumdaydık. Herhalde dünyada çok az ulus, tatlı konusunda Türk şeflerimiz kadar yeteneklidir.
Açık büfeden sonra, kahvelerimizi içmemize rağmen çok gecikmeden, zaman farkının avantajını kullanarak erkenden yattık. Akşamları saat 10’dan sonraya dayanabilen arkadaşlara kahraman gözüyle bakıyorduk. Bu kadar erken yatınca da ekibin geneli sabah 3-4 gibi ayakta oluyordu. Murat dayım ise her sabah aynı rutini takip etti; 5:30 da kalkış, duş alış, 5:45’te sabah kahvesini içerek kahvaltı için restorana yürümeye başlamak…
Tabi İstanbul’da çoktan sabah olmuş, hatta atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyordu. Malum bizim Yıldız Holding de Üsküdar’da olduğundan hızlıca evi aradıktan sonra işleri takip etmek için mesajlarımı ve maillerimi kontrol ediyordum. İnternet bağlantılarımızda oldukça sağlıklıydı. Tatil köyünün her tarafında wifi ile rahatlıkla iletişim kurabiliyorduk. Tek problem kamptaki beş altı farklı lokasyondaki wifi şifrelerinin birbirinden farklı olmasıydı, hepsini alıp girene kadar şifrelerin peşinde baya bir koşturduk. Uyandıktan sonra tekneye binene kadar halledebildiğimiz her şeyi halletmek gerekiyordu, çünkü denizde internet, telefon çekmiyordu.
Bu seyahatte ekibin en geç ve en ağırdan alanı Murat dayımdı, şöyle izah etti: Burada hayatı biraz ağırdan alıyorum, zira biliyorum ki okyanus ve balıkları milyonlarca yıldır oldukları yerde duruyorlar 😊.
Tropik denizlerin hem yukarıdan vuran hem de denizden yansıyan güneş ışınları nedeniyle ne kadar kavurucu olabileceğini, rüzgarın ve tuz seviyesinin cildi tahriş edeceğini bildiğimiz için ultraviole korumalı uzun kollu, ince tişörtler tercih ettik. Hem 50 faktör krem sürdük hem de şapka ve peçe taktık.
Her gün tekneye vardığımızda ekibi selamladıktan sonra, kumanyayı kontrol edip yola çıkıyorduk. 4-5 mil açıldıktan sonra 70-80 metre derinlikte canlı yem avlıyorduk. Daha sonra 12 mil daha ilerleyerek okyanusun 150-200 metre derinliğe ulaştığı bölgede balık avı bölgesine varıyorduk. Aslında sonardan balık sürülerini de takip ediyorlar. Ama genelde önceki tecrübelerine göre tespit ettikleri rotalarda ilerliyorlar. Dönüşte heyecanla beklenen ise yapılan avı tarif eden tekneye çektikleri bayraklar.

Biz 4 kişi olduğumuz için 2li ekiplere ayrıldık. Böylece sürekli takım değiştirerek herkes her teknede yer almış oldu, yani şansımızı teknelere dağıtmış olduk. Fakat dağılımda bir hata olmalı ki Daytripper isimli teknede değişmeyen tek kişi dayım oldu 😊. İkinci günden itibaren Daytripper ile birinciliğe oturduk, diğer teknemiz Hawaii sonuncu olarak ipi göğüsledi. Yani baştan ve sondan birinciliği kimseye kaptırmadık 😊. Teknelerdeki bütün olta donanımları gayet iyi markalar, her hafta olta çıkrıklarındaki misinalar yıpranmaya karşı yenilenmekte, zira yakalanan balıklar oldukça büyük ve mücadeleci.
Biraz Panama (*) ve yaptığımızı balık avcılığı hakkında bilgi vereyim. Ocak ayı kılıç balığı avı için Panama’da sezonun en uygun zamanı. Panama’da, Pasifik Okyanusu’nda balıkçılık için en iyi lokasyon da Tropic Star Lodge. Yıl içinde en verimli dönemlerse Ocak Şubat kılıç balığı (marlin) avı; Mayıs, inshore denilen kıyı balıkçılığı; Ağustos’ta ise orkinos avı zamanı. Biraz daha açmak gerekirse; pelajik (**) olarak göç eden balıklar, yemleri ve kıyıları takip edip okyanusu arşınlarlar. Mayıs ayında akıntıların değişmesi, suların biraz daha soğumasıyla derinde yaşayan dip balıkları kıyılara gelir ve inshore fishing yapılır. Bizim yaptığımız ise kıyıdan 20 mil açılarak offshore fishing oluyor. Ağustos, Eylül aylarında ise koca gövdeli orkinoslar diğer sürülerin içinde zıplayarak bir beslenme çılgınlığı yaşarlar; oltaya gelişleri belgesellere konu olur. Bu lokasyonda her mevsim değişik balıklarla tanışmak mümkün. Biz de bulunduğumuz haftanın hakkını verdik. 60 yıllık bir geçmişe sahip olan, ünlü balık avcılığı tesisi Tropic Star Lodge’da, daha önceki rekor 104 kılıç balığı (marlin), 15 tekne bir hafta içerisinde 179 balık yakaladık ve bıraktık. Bu balıkların tadı hakkında maalesef yorum yapamayacağım, çünkü burada katı kurallar geçerli, sportif balıkçılık kuralları, yani hayvana hiçbir zarar vermeden tekrar denize salma gerekiyor. Hatıralarımızda kalan tadı değil, eşsiz yakalama süreci anıları oldu.
Yukarıda bahsettiğim üzere her sabah teknelerle hızla koyu terk ederken yakındaki bir ada civarında yemlerimizi tuttuk. Yemlerimiz; orkinos, torik, kendileri zaten 3,5 kilo gelen balıklardı. Bir seferinde oltamıza 15 kiloluk bir orkinos takılınca, beklentimiz o olmadığı için elimizdeki ince takımlarla bizi oldukça uğraştırdı. Her gün 8-10 tane canlı yemi yarım saat içerisinde tutup sonraki yarım saatte hızla açığa doğru yol aldık. Kıyıda yeteri kadar yem bulamadığımız günlerde ise yaklaşık 10 mil açıkta bir denizaltı resifinde (***) kümelenen yem balıklarını yemek için toplanan bizim tombikleri (orkinos) ve torikleri bulma fırsatımız oluyordu. Sanki her gün randevulaşmışlar gibi bir araya geliyorlar, küçük yem balıkları su üstünde zıplarken torikler, orkinoslar ve hatta kuşlar bunları yakalamanın peşindeydi.
Livar (balığı canlı saklama) sistemi şöyle; yakalanan yemler baş aşağı bir borunun içinde tutularak canlı kalmaları sağlanıyor ve daha sonra canlı olarak denize salınıyorlar. Balıklar büyüdükçe daha kurnaz ve daha seçici olabiliyorlar. Gerçi bizim sularımızdaki levrek ve lüferler de oldukça hassas ve kurnaz balıklar, gerçekten oltayı seziyorlar. Sportif balıkçılıkta mücadele esas olduğu için kullanılan misinalar da çok kalın değil. Bu nedenle 400 metrelik misinayı balıklar bir anda çekip alabiliyorlar ve siz de misinanızı geri sarmaya ve geriye doğru manevralarla balığı çekmeye çalışıyorsunuz.
Şimdi de balık yakalama sistemine gelelim. Teknenin arkasından genelde 5 tane olta sarkıtılıyor. Bunlardan bir kısmı canlı yem, bir kısmı plastik ve suni yemler, bir kısmı da ölü balıklardan kesilen parçalardan yapılan yaprak yemler. Dolayısıyla her türlü müşkülpesent balığı kandırmak için çeşitli oltalar, belli mesafelerle teknenin arkasından çekiliyor. Sabah 7de başlayan macera 8 saat sürüyor ve saat 15.00’a kadar oltalar suda kalıyor. Balıkların iştahı çok yerinde değilse yemlerle oynuyorlar. Bazen kesip kesip gidiyorlar, bazense peş peşe atlıyorlar, takılıyorlar oltalarımıza. Ne tuhaftır ki, okyanusta da saat 7-10 arasında balıklarda bir hareketlenme oluyor ve bir müddet ara verdikten sonra güneşin yükseldiği vakitte tekrar yemlere yükselmeler ve vuruşlar başlıyor. Aynı zaman döngüsüne Türkiye’de de şahit olmuştum. Demek ki balıkların davranışları bütün Dünya denizlerinde benzermiş.
Biz şansımıza ilk gün Hawaii teknesinde Selim İman ile beraberdik. Selim bir Blue Marlin tuttu, ilk açılışı yaptı. Ben bir orkinos (ton balığı) ve 50 kiloluk Lambuka (uskumru) tuttum. Genelde herkes sırayla oltaları attı. Daytripper de ise Murat dayım Dorado (28 pound, 35 inç) ve marlin tuttu. Sinan Kuran da Blue Marlin tuttu (250 pound, 92 inç.) Bu arada bazen küçük balıklar 10 dakika, büyük balıklar 30 dakika mücadele gerektiriyor. Ben ilk balığımı yakalarken avucumun içi su topladı ve meşrubatları soğutmak için teknede bulunan buzlar sayesinde fazla hasar almadan bu sorundan kurtuldum.
Aslında tecrübeliyimdir ama heyecandan ilk balıkta atladım, ama ilk balık da beni hakladı. Sonrasında hep eldiven kullanmama rağmen elimdeki nasır ben bu yazıyı hazırlarken bile hala geçmemişti. Balıkla mücadele ederken çıkrığın kolunu çevirmek büyük kuvvet istiyor, balık yüzeye yükseldiği zaman ise kaptan hızla geri manevralarla giderken sizin oltayı hızlı bir şekilde sarmanız, balığı yukarı çekmek için de kamışı aşağı yukarı hareketlerle pompalayarak boşluktan istifade misinayı yine geri sarmanız gerekiyor. En heyecanlı an, kılıç balığının ilk yakalandığı an oluyor. Genelde önce fotoğraflardaki gibi uzakta suyun üzerinde görüyorsunuz. Suyun üzerine doğru zıplayarak kurtulmaya çalışıyor ve boşluk bırakırsanız başarılı oluyor. 200, 300 bazense 400 metrelik misinayı 7-10 saniye arasında hızla boşaltabiliyor. Bir de tabii teknenin gölgesini fark edince tekrar yüzeye yükseliyor ve teknenin kenarında eşsiz görüntüler veriyor. Hatta bir balık teknenin içine doğru oldukça yakın bir mesafeden zıplayınca ben koltuktan fırlayıp teknenin içine doğru kaçtım. Zira kılıcı yaralayıcı veya öldürücü olabiliyor. Balıkların tekne içine atlamasıyla yaralanmalara neden olan durumlar sıkça söz konusu, onu da belirteyim.
Birinci günün ardından yorgun biçimde kıyıya döndük, öğrendim ki dayımı ilk marlinini tuttuğu için suya atmışlar 😊. Ya kendi rızanızla atlıyorsunuz ya da birisi sizi bir anda itiveriyor. Burada kural, hayatında ilk değişik balığı tutan yani marlin ya da yelken balığı gibi, iskelenin sonundan kıyafetleriyle suya atılıyor. 30 derece suda çok problem olmuyor. İlk gün bu durum Murat Bey’e nasip oldu. İkinci gün marlinimi tutunca ben de iskeleden atladım. İskeleden atladıktan sonra gözümü bir anlık açtığımda altımdan 1 metrelik bir balığın fırladığını gördüm. O kadar büyük balıklar iskelenin altında yaşıyorsa köpekbalıklarının da olabileceğini düşündüm. Ama daha bugüne kadar bir kayıt alınmamış, şükürler olsun, yani denize neden girmediğimizi daha iyi anlamışsınızdır.
Ondan sonraki günler ise sabahları yoğun yem yakalama uğraşlarından sonra birkaç balık yakalıyorduk ve ardından uyuyabileceğimiz bir boşluğumuz oluyordu. Deniz sürekli dalgalı, okyanus asla uyumuyor. Bizim denizlerimiz gibi değil, rüzgarın olmadığı durumlarda bile dalga azalmıyor, rüzgar olduğunda ise deniz adeta çalkalanıyor. Teknedeyken ayakta durmakta zorluk yaşıyorduk ama balığa çıkmanın keyfi hepsini unutturuyordu. Dikkatli olmazsanız kendinizi yaralayabiliyorsunuz. Arada siz teknede uyuklarken, uykunun en derin anında ise bir anda oltanıza balık atlaması muhtemel. Çıkrığın sesi sizi uyandırabiliyor. Bir de balıklar tam öğlen vakti, elimizi kumanyaya attığımızda geliyordu. Bir süre sonra kaçıncı dakikada balık geleceğini gözlemleyip bunun sohbetini yapma uzmanlığına eriştik 😀.
Balıktan döndükten sonra, İstanbul uyanıkken görüşmek için kısa bir telefon süremiz kalıyordu. Biz odalarımıza döndüğümüzde İstanbul’da neredeyse gece yarısı oluyordu.
İkinci günümüzde Murat dayım ve Selim aynı teknedeydi. 250 poundluk, 92 inç boyunda bir black marlin tuttular. Toplamda o gün 7 balık oltalarına gelmiş, 4ünü yakalayabilmişler. Ayın 12’si aynı zamanda doğum günümdü akşam yemeğinde beklediğim sürpriz arkadaşlarımdan geldi, doğum günümü kutladık. Sağ olsunlar otelin mutfağında güzel bir pasta hazırlamışlar. Herhalde orada yediğimiz en güzel tatlı bu pastaydı. Ayrıca, diğer tüm yarışmacılar da doğum günümü kutladılar. Marlin bayrağı da o anda bana verilebilecek en güzel doğum günü hediyesi oldu.
Üçüncü gün dayımla aynı teknede açıldım. İki Ülker bir araya gelince yeni bir rekor daha kırdık ve “Super Grand Slam” yaptık. O gün ben; 150 poundluk, 85 inç boyunda Black Marlin, Blue Marlin ve 2 tane Sailfish tuttum. Murat Bey’se 55 poundluk, 180 cmlik sailfish, 2 metrelik 80 poundluk bir Stripe Marlin, 150 poundluk 85 inçlik Blue Marlin tuttu. Bir Black Marlini tutmaya çalışırken olta koptu, bir sailfish tuttuk, biri de yemi yedi, kaçtı, 7 balık yakaladık. Super Grand Slam nedir derseniz; daha önce burada ancak10 sene önce yaşanmış bir olay: bir günde aynı cins balıktan (marlin) dört farklı çeşit yakalamak şart!
İşte şimdi zannedersem bayraklardan bahsetmenin vakti geldi. Blue marlin, black marlin, sailfish, stripe marlin için farklı bayraklar mevcut. Stripe marlin bu bölgede çok rastlanmıyor, white ve stripe marlin daha çok Atlantik Okyanusu’nun balıkları. Bu tuttuğumuz balıkların 4’ü de birbirinden farklı olunca grand slam değil, süper grand slam yaptınız dediler. 5 farklı türde kılıç balığı yakalarsanız Fantasy Grand Slam oluyor, yani isminden anlaşılacağı üzere de pek olası bir şey değil. Grand Slam ise üç farklı türde kılıç balığı yakalayınca gerçekleşiyor. Biz o an ne yaptığımızın da pek farkında varmadık ancak karaya döndüğümüzde Tropic Star Lodge’nin yöneticileri ve organizatörlerinin şaşkın bakışlarıyla karşılaştık. Durumu şöyle izah edeyim; stripe marlin için de yarım saat bayrak bulmaları gerekmiş, hatta diğer teknelerin bir tanesinden tesadüfen buldular ve bayraklarımızı öyle tamamlayabildik. Kırmızı bayrak, renginden de anlaşılabileceği gibi önemli bir bayrak. 10 sene önce gerçekleşen bu olay tekrar bize kısmet oldu. Hem puanda birincilik hem de süper grand slam yaparak tarihe adımızı yazdırmış olduk.

5-6 günde sıkılacağımızı düşünmüştük ama yoğunluktan ve yorgunluktan sıkılmaya bile vakit bulamadık. Deniz ve balıkçılık, fiziken insanı yoran ancak mental olarak insanı dinlendiren bir aktivite. 11 sene önce orkinosların yoğun olduğu yaz döneminde gerçekleştirdiğimiz bu aktiviteyi 11 sene sonra kılıç balıklarının yoğun olduğu dönemde gerçekleştirme fırsatımız oldu, çok da keyif aldık. Boş zamanlarımızda teknede güzel sohbetlerimiz oldu.
Kalan günlerde neler yakaladığımızı sorarsanız; Murat 4.günde 2 tane sail fish tuttu, 2 tane de sailfish geldi ama takılmadı oltaya. Bense 2 tane Blue Marlin yakaladım. Yine o günü puan olarak lider tamamladık. 5. günde, ben 2 tane blue marlin tuttum, Murat Bey 1 sailfish, 1 marlin tuttu, 2 sail fish ise kaçtı. Bugünü ise puanda ikinci olarak tamamladık. 6. günde Sinan ve Selim ise 4 blue marlin tutmuşlar. Totalde 179 Marlin tutup bırakmış olduk tüm grup olarak, daha önceki rekor ise 104müş. Prensip olarak, önce balığı oltaya takmalı ve tekneye kadar çekmelisiniz. Oltanın lider ipine dokunduktan sonra ise balığı serbest bırakmalısınız. Puanlarsa şöyle hesaplanıyor: her Marlin 300 puan, Sailfish 100 puan, Dorado (Mahi Mahi) ise 10 puan.
Gitmek isteyenler ya da merak edenler için aktarılan şu bilgiyi de paylaşmış olayım; deniz suyu sıcaklığı daha önce dediğim gibi yüksek; 28 derece, yılın ilk yarısı ise 22-25 derece arasına düşüyor genelde. Yılın ilk yarısında deniz daha dalgalı oluyor. Mayıs ayı hem açık deniz hem de derin su balıkçılığı için daha elverişli bir dönem. Bölgede yaşayanlar en lezzetli balığın Shpere Fish olduğunu söylüyorlar, aramızda buna katılmadığını bildiklerim var mesela Murat’ın favorisi Kılıç Balığı. İkisinin de kaynağı bizim Ege.
Çok farklı bir deneyim yaşayarak biz gruptan bir gün önce ayrıldık. Dönüş yolunda, alçak gelgit nedeniyle tekneyi kıyıya yanaştıramadığımız için suya inerek sahile yürüdük. Çamurlu kumsalı gözlemledikten sonra ve daha küçük pervaneli pırpır uçakla 45 dakikalık bir uçuş yaparak Panama City’e geri döndük. Panama City’e iner inmez havaalanının yakınında yer alan Panama Kanalı’na gittik. Tepeden, bekleyen gemileri gördük. Ayarlamaya kalksak sanırım başaramazdık ki 5 tane havuzdan bir tanesinin içinde bekleyen pladis ismini esinlendiğimiz Pleiades adlı takım yıldızının ismini alan Panama bandıralı Japon arabası dolu nakliye gemisi bizi beklemekteydi. Bu herhalde bir tevafuktu.

Panama’daki camiyi de ziyaret ettik ve cemaatin 5000 kişiye yakın olduğunu söylediler. Çok da şaşırmadık.
Biraz tarihi, ekonomik ve siyasal bilgi… Amerikan askerleri İkinci Dünya Savaşı’nda Panama Kanalı’nı korumuş ve bir müddet daha kalmışlar. Panama City (***) 1821’de Kolombiya ile birleşmiş ancak 1903 yılında Kolombiya’dan ayrılarak ABD’nin desteği ile bağımsızlığını ilan etmiş. Donald Trump şimdi Panama’yı geri istiyor, zaten para birimi de USD.
Bu küçük stratejik ülkenin nüfusu 4 milyon ancak yıllık 2,5 milyar dolar kadar sadece Panama Kanalı’ndan gelirleri var. Amerika’nın doğu-batı yakasını birleştirmesiyle birlikte Çin ve Japonya’nın gemileri de doğu yakasına buradan geçiyorlar. Yani oldukça önemli bir gemi trafiğine ev sahipliği yapıyor. Açılışından 2002 yılına dek yaklaşık 800.000 geminin geçtiği tahmin edilen Panama Kanalı’ndan her yıl 14.000’den fazla gemi geçmekte olup taşınan yük miktarı 203 milyon tonu buluyor. Gemilerin bir kısmı ise yükünü limana boşaltıyor ve trenle diğer okyanusun kıyısına taşınarak diğer gemiye aktarılıyor. Aslında yüksek maliyet ve trafik yoğunluğundan her gemi kanalı geçmiyor.
Tabii ki Panama City’de de GOYA yaptık ve birkaç markete gittik. Goya sonrası güzel bir İtalyan Restoran’ında lezzetli bir pizza yedik. Sonra Japonların özellikle tercih ettikleri geyşa dedikleri bir kahve çekirdeğini tatma fırsatımız oldu. Volkanik toprakta yetişen ve farklı özellikleri olan kahve; değişik bir aroması vardı, hafif limon ekşiliği hissettim. Japonların sevmesine şaşırmadım, ancak bizim okkalı Türk kahvemiz ile hiç alakası yok. Bu arada 100 gr’lık paketi 40 dolara satılıyor; biz 10 dolara birer fincan içtik.
Tüm haftanın yorgunluğu ve Panama City GOYA’mızdan sonra akşam erken saatte otelimize gelince dinlenme fırsatımız oldu. Otel saat 22.00’a kadar oldukça hareketliydi, yerel bir düğün vardı, uzaktan onu da izleme şansımız oldu. Çok gürültülüydü, ancak neyse ki saat 22.00’da müzik sustu.
Ertesi gün, Meksika’daki San Lucas Los Cabos’taki pladis CEO’muz Salman Amin’in oğlunun düğününe iştirak etmek üzere sabah erkenden yola çıktık. Hint usulü üç günlük bir düğündü. İmam nikahı ve nikah İngilizce kıyıldı. Ama biz dahi geleneksel Pakistan giysileri içindeydik. Bir ara da otelin önünde denizde yüzen balinaları gördük.
Siz sormadan söyleyeyim; dönüş yolunda tabii ki Mexico City’de GOYA yaptık.
Dipnotlar
(*) pelajik bölge açık deniz veya okyanus sahil veya deniz tabanına yakın olmayan kısmı.
(**)https://tr.wikipedia.org/wiki/Resif
(***)https://tr.wikipedia.org/wiki/Panama
Murat Ülker