Türkiye Cumhuriyeti, 1984 yılında yaşanan Eruh ve Şemdinli Baskınları sonucunda “Terörle Mücadele” ile tanıştı. Karşısındaki gayri nizami gruplara karşı her türlü nizami kuvvetini kullandı. Bu mücadele sırasında “Asker” yalnız değildi. Çıkarılan yasayla oluşturulan “Geçici Köy Koruculuğu” (GKK) sistemi, yerleşim yerlerinin (Köy ve mezraların) öncelikle orada yaşayan köylülerce korunmasını öngörüyordu. Korucular devlet memuru statüsündeydi. Yaptıkları görev karşılığı devletten maaş alırlar, köylerini, “Üs Bölgesi” olarak adlandırılan ve kritik kesimlerde konuşlanan komandolarla koordine ederek alınan önlemler çerçevesinde korurlar, zaman zaman da planlanan operasyonlara askerle birlikte katılırlardı.
Bölgeyi en iyi korucular bilirdi. Asker her ne kadar taktik ve harita konusunda uzman olsa da arazide hangi taşın altında ne olduğunu köylü kadar bilemezdi. O nedenle operasyonlar asker tarafından planlansa da sahada hareket ederken zaman zaman korucuların bilgi ve görgüsüne de başvurulurdu. Bunu yapanların başarısı, olayı sadece asker işi olarak görenlere göre çok daha yüksek olurdu. Bu davranış aynı zamanda bölge halkı üzerinde “ciddiye alındığı”, “önemsendiği” izlenimi bırakır, askere ve devlete güven bir kat daha artardı.
Herkesin bildiği gibi operasyonlar, terörist ile askerin (Devletin) yüz yüze geldiği, siyah ve beyaz dışında başka rengin bulunmadığı, atılan mermilerin kime denk geleceğinin bilinmediği, kimsenin o “an” dan başka bir şeyi düşünmediği ortamlardır. Asker için tek hedef “Vatanını korumak”, terörist için ise “hayatta kalmaktır”. Hiçbir kuşkuya yer kalmayacak şekilde, tüm imkanlar devletin elindedir ve lehinedir. Teknoloji yardımıyla saha devamlı dinlenir, telsiz görüşmelerinden grupların yerleri tespit edilir, süratle planlar yapılır, güvenle bölgeye intikal edilir, operasyonlar icra edilerek teröristler imha edilir. Ancak işler her zaman planlandığı gibi gitmeyebilir. Bazen tatsız sürprizlerle de karşılaşmak mümkündür. Bölgeye sızan bir grubun ateşine maruz kalmak az da olsa ihtimal dahilindedir.
Yıl 1988. Hakkâri / Şemdinli kırsalında bulunan bir köyden, korucularla destekli timler bölge kontrolü ve keşif-gözetleme yapmak üzere hareket ederler. Her şey normal gözükmektedir. Hareket edilen arazi üzerinde “iz kontrolü” yapılmakta, zaman zaman zirvelerden çevre gözetlenmekte, “keşif” yapılmaktadır. Görünürde şüphe uyandıracak bir emare görünmemektedir. Bir süre sonra, hareket halindeki tim personeli üzerine hâkim tepelerden ateş açılır. Herkes ilk şoku atlatmak üzere “tam siper” yapar, yere kapanır. Tim Komutanı durum değerlendirmesi yapıp hareket tarzını belirlemeye çalışırken, yakınında bulunan korucu “Hamo Mecit”, açılan ateşlerin Tim Komutanı olduğu fark edilen Üsteğmen üzerine yoğunlaşmaya başladığını fark eder. Tim Komutanının vurulacağını anlayınca da süratle hareket ederek Üsteğmenin üstüne kapanır. Bu sırada vücuduna üç mermi isabet eder.
Ne gariptir ki, ülkemizin bir kesiminde, sırf bir Doğu ya da Güneydoğu Anadolu kentinde doğduğu için insanlar ötekileştirilirken, bölge insanı yaşamla ölüm arasına sıkışmış bir bedene kalkan olmuştur. Çalışıp para kazanmak için köyünden kalkıp gurbete giden bir Kürt genci çevresinde potansiyel kötülükle, terörle özdeşleştirilirken, bölge insanı kendisine emanet gibi gördüğü askeri kurşunlardan korumaya çalışmıştır. Batı’da Doğu ve Güneydoğu halkı “Bölücü”, “Ayrımcı” olarak görülür, bilinirken, bir Kürt köylüsü, bir köy korucusu kendi canını, malını, namusunu korumak için yanına gelmiş bir Türk Askerini terörist mermilerden korumak için canını dişine takmıştır. Kanımca üzerinde duyarlılıkla durulması gereken bir çelişkidir.
Türk Halkı olarak toplumsal mutabakata, birbirimizi daha yakından tanımaya, anlamaya ve kenetlenmeye yaşamsal önemde ihtiyacımız olduğu bu dönemde, o bölgeden uzakta olmakla kimse kendini güvendeymiş gibi bir sanı içinde olmamalıdır. En Batı ucundan en uzak Doğu noktasına kadar ülke toprakları aynı çatı altındadır. Bölge halkının herkesten daha çok bu topraklara sahip çıkma arzusu taşıdığına kuşku yoktur. Bunu ortaya koyan yaşanmış sayısız örnek vardır. Ancak ne yazık ki bölge halkı sesini o yüksek dağ zirvelerinin ötesine ulaştıramamaktadır. Duyduğumuzu sandığımız ses de gerçeği yansıtmamaktadır, zira o ses bölge halkının sesi değildir.
Batı’da insanlar akşam evine güle oynaya dönerken, bizimde, yaklaşık 40 yıldır geceleri ailesinden uzak, köyünün etrafındaki korucu mevzilerinde sabaha kadar nöbet tutmayı adeta yaşam tarzı haline getiren Kürt vatandaşlarımızın üzerlerine kapanmak, ön yargılarımızdan kurtulmak, artık başkaları tarafından istismar edilmelerine izin vermemek başat toplumsal görevimiz olmalıdır. İçerisi ne kadar sağlam olursa, dışarıya o kadar dirençli olunacağı hepimizin malûmudur.
Bu yazı burada sonlanabilirdi. Ancak bazı okurların “Hamo”ya ne oldu? diye sorduklarını duyar gibiyim.
Operasyon bölgesinden helikopterle süratle tahliye edilerek tedavi altına alınan “Hamo Mecit” kısa sürede iyileşti ve görevine geri döndü. Ancak eski “Hamo” değildi artık. Moral olarak çökmüş, hayata küsmüş bir görünüm sergiliyordu. Bu durum Komutanın dikkatini çekti, ancak ne olduğunu ondan öğrenemedi. Israrlı araştırmaları sonucunda “Hamo”nun yakın çevresindeki bazı kişiler durumu izah ettiler. “Hamo’nun vücuduna isabet eden mermilerden biri genital bölgesine isabet etmişti ve burada bıraktığı hasar nedeniyle Hamo eşiyle sağlıklı ilişki kuramıyordu”. Hayatını kurtaran birine hiç olmazsa vefa borcunu ödemek isteyen Komutan, Hamo ile konuşarak kendisine yardımcı olmak istediğini söyledi. Önceleri isteksiz görünen, daha önce verilen ilaç ve tedavilerden sonuç alamadığını söyleyen Hamo, Komutanın ısrarı üzerine tekrar tedavi olmayı kabul etti. Durum daha önce o bölgede görev yapan ve kısa süre önce bölgeden ayrılan Tabur Komutanına iletildi. Yanıt açık ve netti. “Hamo’yu derhal Ankara’ya, yanıma gönderin”. “Hamo Mecit” puşisini, kuşağını ve bol şalvarını çıkarttı, özel günlere sakladığı takım elbisesini giydi ve uçakla Ankara’ya gönderildi.
Askeri Hastaneye götürülen Hamo’nun yapılan tetkik ve kontrolleri sonucu, çok küçük bir operasyonla eski haline dönebileceği söylendi ve hemen ameliyata alındı. Tedavisi tamamlanan “Hamo” köyüne döndü. Komutan Hamo’ya neler olup bittiğini hiçbir zaman sormadı ama köylülerden Hamo’nun çok neşeli olduğu, o eski günlerindeki moralli haline tekrar kavuştuğunu öğrendi. Operasyonlara kaldıkları yerden devam ettiler. “Hamo Mecit” bugün emekli bir devlet memuru olarak, seksenli yaşlarda, sağlıklı olarak köyünde yaşamını sürdürmekte.
2012 yılındaki ziyaretimde “Hamo Mecit” ile...