Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Galibiyet, Muadiliyet, Mağlubiyet ve Yeniden Diriliş

Tarih, yalnızca olayların kronolojik dizilişi değildir; aynı zamanda zaferlerin, yenilgilerin ve denge arayışlarının toplumların ruhuna işlediği uzun bir hikâyedir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgi, bu bağlamda yalnızca bir devletin değil, bir medeniyetin Doğu ile Batı arasındaki çatışmada aldığı yaraların, bulduğu çarelerin ve yeniden doğuşunun öyküsüdür.

14. yüzyıldan 16. yüzyıla uzanan dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Doğu’nun derin köklerinden beslenerek Batı’ya doğru yürüyüşünü sürdürdü. 1453’te İstanbul’un fethi yalnızca Bizans’ın çöküşü değil, aynı zamanda Doğu’nun Batı’ya karşı tarih sahnesindeki büyük galibiyetiydi. Osmanlı, Selçuklu’dan miras aldığı siyasal ve kültürel kodları yeni bir evrensel iddiaya dönüştürdü: adalet merkezli bir Dünya düzeni kurmak.

Kanuni Sultan Süleyman döneminde imparatorluk, üç kıtaya yayılmıştı. Avrupa’nın merkezine kadar ulaşan seferler, Doğu’nun siyasi kudretini Batı’nın kalbine taşımıştı. Ancak bu zaferler, yalnızca askeri başarılar değil; aynı zamanda farklı dinleri, dilleri ve kültürleri aynı çatı altında buluşturma tecrübesiydi. Osmanlı’nın galibiyet dönemi, Doğu’nun kendine güveninin zirveye ulaştığı çağdı.

17. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın serüveni galibiyetten muadiliyete evrildi. Viyana kapılarında yaşanan başarısızlık, Batı’nın yükselen askeri ve bilimsel üstünlüğünü işaret ediyordu. Artık Osmanlı, Batı’ya karşı eşitlik arayışına girmişti. Bu dönem, Doğu’nun içten içe kendi gücünü muhasebe ettiği bir süreçti.

Lale Devri, 18. yüzyıldaki ıslahat hareketleri, Nizam-ı Cedid girişimleri hep bu muadiliyet arayışının yansımalarıdır. Batı’nın top teknolojisine, matbaasına, üniversitelerine bakılarak “bizde neden yok?” sorusu sorulmaya başlandı. Bu soru, yalnızca teknik bir açığı değil, zihniyet ve düşünce dünyasındaki radikal değişimi de ortaya koyuyordu. Artık Osmanlı için mesele; Batı ile savaşı kazanmak değil, Batı özelinde Dünya karşısında varlığını koruyacak bir dengeyi bulmaktı.

1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı, Osmanlı’nın Batı karşısında muadiliyet arayışını kurumsal bir çerçeveye oturtma girişimiydi. Tanzimat Fermanı, sıradan bir yönetim reformu olmaktan öte, Osmanlı tebaasının gündelik yaşamına doğrudan dokunan bir dönemeçti. Hukukun üstünlüğü, can ve mal güvenliği, vergi ve askerlikte adalet gibi ilkeler vaat ediliyordu. Bu ilkeler, halkın devlet karşısındaki konumunu yeniden tanımladı. İlk defa, farklı din ve etnik kimlikler hukuken eşit kabul ediliyor; bu durum, toplumsal ilişkilerde “yeni bir eşitlik fikri”ni doğuruyordu.  Bu, yalnızca idari bir reform değil; Doğu’nun Batı’ya, “ben de modern bir devletim” deme çabasıydı. Ancak reformlar, toplumun tüm katmanlarında aynı etkiyi yaratmadı; Batı hayranlığı ile geleneksel düzenin direnci arasında bir gerilim doğdu.

Tanzimat dönemi, kültürel hayatta da bir kırılma noktasıydı. Batı’dan çeviri eserlerin gelmesiyle birlikte yeni edebiyat anlayışları doğdu. Şinasi, Namık Kemal gibi yazarlar; özgürlük, vatan ve adalet kavramlarını edebiyat yoluyla topluma taşıdılar. Böylece edebiyat, yalnızca kültürel bir faaliyet olmaktan çıkıp siyasal ve toplumsal bilincin taşıyıcısı oldu.

1876’da ilan edilen I. Meşrutiyet, Osmanlı’da anayasal monarşi tecrübesinin başlangıcıydı. Kanun-i Esasi ile Osmanlı İmparatorluğu'nda ilk defa bir meclis açıldı. Bu, Batı siyasetinin Doğu topraklarına taşınmasıydı. I. Meşrutiyet dönemi, edebiyat ve basının politikleştiği bir süreçti. Gazeteler, meclisin varlığıyla daha da cesur yazılar kaleme alıyor, fikir tartışmalarını geniş kitlelere yayıyordu. Ancak padişah II. Abdülhamid’in kısa süre sonra meclisi feshetmesi, Doğu’nun geleneksel otorite anlayışı ile Batı’nın temsili demokrasi fikri arasındaki çelişkiyi gözler önüne serdi.

I. Meşrutiyet ile Osmanlı toplumunda siyasal katılım fikri gündeme geldi. Her ne kadar meclis kısa süre sonra kapatılsa da, “halkın temsil edilmesi” düşüncesi artık zihinlere ekilmişti. Kahvehanelerde, medreselerde, hatta pazarlarda meclisin ve anayasanın konuşulması, sosyal bilincin geniş kesimlere yayılmaya başladığını gösteriyordu.

II. Meşrutiyet (1908) ise toplumsal hayatı adeta kaynayan bir kazana çevirdi. II.Meşrutiyet’te fikir ve düşüncede çeşitlilik daha da büyüdü: bir yanda Osmanlıcılık, diğer yanda İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi akımlar, kültürel alanda yeni kimlik tartışmalarını besledi. Gazeteler çoğaldı, dernekler kuruldu, kadın hakları tartışılmaya başlandı. İlk kadın dernekleri, kız öğrencilerin açılan yeni okullara devam etmesi, toplumsal hayatın sınırlarının değiştiğini gösteriyordu. Aynı zamanda farklı etnik gruplar kendi milli kimliklerini daha yüksek sesle dile getiriyor, bu da Osmanlı toplumunun iç dinamiklerini zorlayan yeni gerilimler yaratıyordu

II. Meşrutiyet’in ilanı, Osmanlı’da Batı tipi siyasal düzenin yeniden hayat bulmasıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncülüğünde meclis yeniden açıldı, anayasal düzen işler hale geldi. Ancak bu süreç, bir yandan özgürlük ve reform rüzgârını getirirken, öte yandan siyasi kutuplaşmaları ve imparatorluğun çözülmesini hızlandırdı. Balkan Savaşları, Trablusgarp Savaşı ve I. Dünya Savaşı, Batı’nın ilerleyişi karşısında Doğu’nun yeni mağlubiyetlerine zemin hazırladı.

19. yüzyıl, Osmanlı için mağlubiyetin gölgesinde geçen bir çağ oldu. Fransız İhtilali’nin getirdiği milliyetçilik dalgası, imparatorluğun çok uluslu yapısını sarsarak geri dönülmez sonun başlangıcını oluşturdu. Balkanlar’da, Arap topraklarında ve Kuzey Afrika’da ayrılık hareketleri, devletin gücünü zayıflattı. Batı ise artık sadece askeri değil, ekonomik ve kültürel üstünlüğüyle Osmanlı üzerinde baskı kuruyordu.

Ekonomik yapı, bu dönemde en kırılgan değişimlerin yaşandığı alandı. 1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile Osmanlı, Avrupa’ya büyük ticari imtiyazlar tanıdı. Bu, kısa vadede ticareti canlandırsa da uzun vadede Osmanlı esnafını ve yerli üretimi zayıflattı. İstanbul’un çarşılarında Avrupalı mallar çoğalırken, yerli üretici rekabet gücünü kaybediyordu.

1838 Balta Limanı Ticaret Antlaşması, ekonomide bağımsızlığın sarsıldığını; 1878 Berlin Kongresi ise siyasi bağımsızlığın daraldığını gösteriyordu.Tanzimat sonrası mali reformlar, modern bankacılığın ve dış borçlanmanın yolunu açtı. 1881’de kurulan Düyun-u Umumiye, Osmanlı’nın ekonomik bağımsızlığının Batı’ya devrinin sembolü oldu. Bu kurum, vergi gelirlerini doğrudan kontrol ederek imparatorluğun maliyesine hâkim oldu. Böylece, toplumun günlük yaşamına kadar uzanan ekonomik bir dış bağımlılık süreci başladı.

I. Dünya Savaşı sonunda imparatorluğun haritası paylaşıldığında, Osmanlı mağlubiyetin en ağır yüzüyle karşılaştı. Bu dönem, Doğu’nun Batı karşısında geri çekildiği, yenildiği ve hatta tarihten silinmek üzere olduğu bir eşikti.

Fakat mağlubiyetin içinden doğan bir irade vardı: Milli Mücadele. Anadolu topraklarında başlayan direniş, yalnızca askeri bir savaş değil; Doğu’nun Batı’ya karşı yeni bir varlık iddiasıydı. 1923’te Cumhuriyet’in ilanı, Osmanlı’nın mağlubiyetinin son perdesini kapatırken, yeni bir ulus-devletin kapısını aralıyordu.

Cumhuriyet; Osmanlı’dan farklı olarak Batı ile muadiliyet arayışını değil, doğrudan modernleşme hamlesini benimsedi. Hukuktan eğitime, sosyal hayattan siyasete uzanan reformlar, Batı karşısında yalnızca bir denge değil, yepyeni bir kimlik inşa etme çabasıydı.

Bugün Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve kültürel tartışmalarında hâlâ Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bu serüvenin izleri görülür. Bir yanda “Batı’ya entegre olma” arzusu, diğer yanda “Doğu’nun değerlerini koruma” isteği, ulusal kimlik tartışmalarını şekillendirmektedir. Avrupa Birliği süreci, NATO üyeliği, Ortadoğu politikaları hep bu tarihsel mirasın günümüzde dahi süregelen yansımalarıdır.

Doğu–Batı çatışması, artık yalnızca askerî bir mücadele değil; bilim, teknoloji, kültür ve ekonomi üzerinden süren bir rekabet. Türkiye, geçmişteki galibiyetlerin gururunu, muadiliyet arayışlarının tecrübelerini ve mağlubiyetlerin acısını hâlâ taşımaktadır. Bu yüzden tarih, yalnızca geçmişin değil; bugünün ve yarının da vazgeçilmez pusulası ve yol haritasıdır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan çizgi; bir medeniyetin galibiyet, muadiliyet ve mağlubiyet sarmalında verdiği mücadeledir. Bu hikâye, aslında Doğu’nun Batı karşısındaki yüzyıllara matuf varlık mücadelesidir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte sosyal hayat, ekonomi ve kültür, yalnızca dönemin siyasi liderlerinin kararlarıyla değil; toplumun iç dinamikleriyle de değişti. Tanzimat ile başlayan eşitlik ve modernleşme arayışları, Meşrutiyetler ile toplumsal katılım talebine dönüştü, Cumhuriyet ile yeni bir kimlik inşasına evrildi.

Bugün Türkiye’de hâlâ hissedilen Doğu–Batı gerilimi, ekonomik bağımsızlık arayışı ve kimlik tartışmaları, bu tarihî mirasın güncel izdüşümleridir. Tarih bize gösteriyor ki sosyal hayatın alışkanlıkları, ekonomik bağımlılık ya da özgürlük arayışları ve kültürel kimlik tartışmaları, yalnızca geçmişin hatıraları değil; bugünün ve yarının kaderini de belirleyen dinamiklerdir.

Bugün Türkiye’nin önündeki temel soru hâlâ aynıdır: Geçmişten aldığı derslerle, tecrübelerle, sahip olduğu medeniyet birikimi ve değerleri ile geleceğini Doğu ile Batı arasında nasıl inşa edecek?

Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap