Cumhuriyet Nedir, Ne Değildir?

Cumhuriyet, sadece bir yönetim biçimi değil; halkın kendi kaderini belirleme iradesinin, kurumsallaşmış hâlidir. Tarihe bakıldığı zaman görülür ki, bütün krallar aynı masalın kahramanıdır: Birinin iradesi, milyonların yazgısı. Cumhuriyet, o masala karşı açılmış bir başkaldırıdır.

Cumhuriyet, iktidarın halkta olması değildir yalnızca; halkın kendine sahip çıkmasıdır. Çünkü asıl iktidar, vicdanın iktidarıdır. Devlet, bir şekildir; ama cumhuriyet, bir ruhtur. O ruh, korkunun değil, düşüncenin toprağında yeşerir. Bu kavramı salt monarşinin karşıtı olarak görmek, onu tarihsel bağlamına hapsetmek olur. Oysa cumhuriyet, siyaset felsefesi açısından bakıldığında; özgürlük, eşitlik ve erdem kavramlarını bir arada yaşatmaya yönelik sürekli bir çabadır. Ama egemenlik artık halkta olduğunda, o halk erdemsizse ne olur?

Taht yer değiştirir; zulüm biçim değiştirir. Cumhuriyetin kalbi, halkın erdemindedir. Bir toplumda erdem yoksa, hürriyet de bir kandırmacadır. Çünkü ahlakın ölüsüyle özgürlüğün dirisi bir arada yaşayamaz.

Cumhuriyetin özü, “iktidarın kime ait olduğu” sorusundan çok, “iktidarın nasıl ve hangi ahlaki temellerle kullanılacağı” sorusuna verilen yanıtta saklıdır. Çünkü cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; insanın aklını, vicdanını ve iradesini merkeze alan bir bilinç hâlidir. Onu anlamak, “devlet kimindir?” sorusuna değil, “devlet ne içindir?” sorusuna cevap aramakla mümkündür. Cumhuriyetin özünde, iktidarın halkın elinde olması kadar, o halkın özgürlük bilincine sahip olması da yatar. Yani mesele, iktidarı kimde topladığımızdan çok, o iktidarı nasıl kullandığımızdadır. Bu nedenle cumhuriyet, yasalarla kurulur ama ahlakla yaşar.

Antik Yunan’dan beri siyaset felsefesinin temel sorusu, iktidarın meşruiyetidir. Platon’un ideal devleti bilgeliğe, Aristoteles’in politeia’sı ise ortak iyiliğe dayandırması, cumhuriyet fikrinin ilk nüvelerini oluşturur. Fakat modern anlamda cumhuriyet, bu felsefi mirası ahlaki bir bilinçle yeniden şekillendirir: Halkın egemenliği, sadece niceliksel çoğunluğun değil, niteliksel bir ortak vicdanın tezahürü olmalıdır. Bu açıdan cumhuriyet, iktidarın kaynağını “soylu” olduğuna inanılan bir iradeden almaz; insana, yani akla, muhakemeye ve ahlaka dayandırır. Bu yönüyle o, siyasetin sekülerleşmiş biçimi değil, aksine insanın kendi özgürlüğünü ahlaki sorumlulukla temellendirdiği bir düzendir.

Cumhuriyetin sürdürülebilirliği, halkın erdemine bağlıdır. Montesquieu der ki: “Cumhuriyetin ilkesi erdemdir.”

Erdem...

Yani insanın kendi gücünü sınırlama kudreti, kendi çıkarını aşabilme yüreği.

Erdem olmazsa, kanun bir kâğıttır; kurumlar bir binadır; millet ise sadece kalabalıktan ibaret bir kitledir. Cumhuriyet, kalabalığı millet yapan şuurlu iradedir.

Erdem, burada bireysel bir ahlak değil, toplumsal bir bilinç biçimidir. Cumhuriyet yurttaşının erdemi; itaate değil sorumluluğa, korkuya değil muhakemeye, bağlılığa değil katılıma dayanır. Dolayısıyla cumhuriyet, bir halkın sadece özgür olma hakkını değil, özgür olmayı sürdürebilme yeteneğini de sınar.

Siyaset felsefesi açısından cumhuriyet; eşitliğin yalnızca yasal değil, düşünsel bir düzlemde gerçekleşmesini ister. Cumhuriyet, eleştiriden beslenir. Eleştiri, onu yıkmaz; tersine diri tutar. Eleştiri onun nabzıdır. Cumhuriyet, bir fikir iklimidir: Orada konuşmak bir hak değil, bir görevdir. O yüzden bir ülkede konuşulmayıp susuluyorsa, cumhuriyetin kalbi yavaşlıyor demektir. Halkın sustuğu yerde, iktidar büyür; iktidarın sorgulanmadığı yerde ise özgürlük küçülür. Cumhuriyet, eleştirel aklın ortak zeminidir. Katılım, sadece sandığa gitmek değil; düşünmeye, konuşmaya ve itiraz etmeye cesaret etmektir.  Bu nedenle cumhuriyet, “katılımcı aklın rejimi”dir. Her bireyin kamu aklının bir parçası olarak düşünsel üretime, eleştiriye ve sorgulamaya dahil olması anlamına gelir.

Kant’ın “kamusal aklın özgür kullanımı” kavramı, cumhuriyetin felsefi zeminini oluşturur. Çünkü cumhuriyet, ancak eleştirel aklın serbest dolaşımıyla kendini yenileyebilir. Eleştiri, cumhuriyetin düşmanı değil, nefesidir. Sessizlik, boyun eğme ya da dogmatik bağlılık ise onun bir nevi ölümüdür.

Cumhuriyetin felsefi trajedisi ise zamanla birlikte kendi ilkelerini unutma tehlikesidir. Devrimci bir doğuşun ardından gelen kuşaklar, çoğu kez kurumların meşruiyetini sorgulamaz hâle gelir; özgürlük, kazanılmış bir hak olmaktan çıkıp, “devletin lütfu” gibi algılanır. Böylece cumhuriyet, kendi çocukları tarafından edilgen bir miras gibi taşınır ama özünü hatırlamaz. Oysa cumhuriyet, miras değil, eylemdir. Her kuşak onu yeniden kurar; adalet, eşitlik ve özgürlük gibi ilkeleri yeniden anlamlandırır, canlı tutar. Cumhuriyetin felsefi anlamda sürekliliği, hukukun değil, vicdanın sürekliliğidir.

Cumhuriyet, siyaset felsefesi açısından insanın kendi üzerinde egemen olma arzusunun kurumsal adıdır. Onun varlık nedeni, iktidarı dağıtmak değil, özgürlüğü olgunlaştırmaktır. Bu nedenle cumhuriyet, bir yönetim biçimi olmaktan önce bir bilinç biçimidir. O bilinç, bireyin içinde yaşayan “özgür olma sorumluluğu”dur. Cumhuriyetin geleceği, devletin değil yurttaşın kalbinde atar. Gerçek cumhuriyet; yasalarla değil vicdanla, sembollerle değil erdemle ayakta kalır. Cumhuriyet, bizden yalnızca oyumuzu değil, vicdanımızı da ister. Özgürlük, sadece bir hak değil bir sorumluluktur. İnsan, özgürlüğe layık olmayı öğrenmedikçe, hiçbir anayasa o özgürlüğü koruyamaz.

Bu yüzden her 29 Ekim’de sadece bir rejimi değil, bir ahlak biçimini kutlarız. Cumhuriyet; özgürlüğün kurumsal ifadesidir ama onu yaşatan, her bir yurttaşın içindeki adalet ve doğruluk duygusudur. Her cumhuriyet, aslında şu sorunun etrafında döner: “İnsan, özgürlüğe layık olmayı öğrenebilir mi?” Bu soru yanıtlandığı sürece cumhuriyet vardır; unutulduğunda ise sadece biçimi kalır, ruhu kaybolur.

Cumhuriyet; bir rejimden öte, bir şuur hâlidir. Halkın kendi kaderine ortak olduğu, iradenin saraylardan çıkıp sokağın sesine dönüştüğü bir idrak. Ama şu soruyu sormadan edemem: Halk, gerçekten kendi kaderini mi tayin eder, yoksa başkalarının yazdığı bir kaderin figüranı mıdır?

İşte burada siyaset felsefesi devreye girer. Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil, insanın özgürlüğe dair verdiği en çetin imtihandır. Özgürlük, herkesin dilinde bir balon; uçuşur ama tutmak isteyenin elinde patlar. Çünkü özgürlük, sorumluluk ister; çünkü özgür birey, “itaat” ile “irade” arasında bir denge kurmak zorundadır.

Cumhuriyet, işte bu dengeyi arayan bir ruhtur. Bir tarafta aklın soğuk terazisi, diğer tarafta vicdanın sıcak nabzı... Bu yüzden Cumhuriyet, ne sadece bir hukuk nizamıdır, ne de kuru bir yönetim formu. O, aklın vicdanla nikâhıdır. Fakat o nikâh, çoğu zaman ya bürokratik bir protokole ya da sloganik bir törene dönüşür. Cumhuriyet; bir inanç olmaktan çıkıp bir resmiyet hâline geldiğinde, işte orada felsefe susar, ideoloji bağırmaya başlar.

Mesele şu: Cumhuriyet, bir “millet” idealine mi dayanır, yoksa bir “insan” tasavvuruna mı?

Millet; ortak bir tarihin, ortak bir kaderin çocuklarıdır ama insan; evrensel bir vicdanın taşıyıcısıdır. Cumhuriyet, her ikisini de kucaklayabilirse, işte o zaman bir medeniyet olur. Aksi hâlde, ne yazık ki bir “slogan devleti”ne dönüşür: adalet kelimesi levhalarda, sözde kalır, eşitlik sadece meydanlarda, gösterilerde tekrarlanır, özgürlük ise pusulasız yolculuklarda yalnızlıkla karıştırılır.

Bugün bir kez daha sormak gerektiğine inanıyor ve kendimi bunu sormaya mecbur hissediyorum:

Cumhuriyet kimlerin omuzlarında yükselir?

Halkın mı, seçkinlerin mi?

Eğer halkın iradesi, sadece sandıkla ölçülüyorsa, orada Cumhuriyet değil, aritmetik demokrasi vardır. Ama eğer o irade, hak ve hakkaniyet dahilinde; fikirle, sanatla, ahlakla, üretimle yoğruluyorsa, işte orada Cumhuriyet, bir rejim olmaktan çıkar, bir medeniyet terbiyesine dönüşür.

Cumhuriyet’in ruhu kitaplarda değil, insanda yaşar. Onu yaşatacak olan, ne kanunlardır, ne de nutuklar. Onu diri tutacak olan, düşünen insanın vicdanıdır. Çünkü her Cumhuriyet, bir düşünce devrimidir; düşüncenin bittiği yerde, Cumhuriyet de biçim olarak kalır ama özünü yitirir.

Bir memleket düşünün:

Her yurttaş, özgürlüğünü başkasının özgürlüğüyle ölçüyor.

Her devlet adamı, gücünü hukukla sınırlıyor.

Her fikir adamı, hakikati kendine değil, topluma hizmet için arıyor.

İşte o zaman Cumhuriyet, sadece bir idare değil, bir karakter olur.

Cumhuriyet ahlâkı, kalabalıkların alkışında değil, her insanın temiz akıl ve temiz vicdanında yaşar. Bazen bir hâkim karar verirken, bazen bir öğretmen sınıfta konuşurken, bazen bir vatandaş vergisini öderken yeniden doğar. Her doğuş, Cumhuriyet’in yeniden kurulmasıdır.

Ama ne yazık ki çağımızda Cumhuriyet’in düşmanı, dışarıdan gelen tiran değil; içimizde büyüyen bencilliktir. O bencillik; fikirleri slogana, liyakati biata, adaleti sadakaya dönüştürür. İşte o zaman Cumhuriyet, bir ahlâkî yıkımın altında kalır.

Cumhuriyet, hakikatin üstünde yükselir ama hakikati duymayan kulakların ülkesinde, en yüce rejim bile yıkılmaya mahkûmdur.

Cumhuriyet, fikir hürriyetinin evidir deriz; ama o evin kapıları bazen fikirden çok biata açılır. Oysa hakikat, hiçbir rejimin tapusuna yazılmaz; hiçbir ideolojinin malı değildir; hakikat, temiz akıl ve temiz vicdanın bastırılamayan isyanıdır.

Cumhuriyet’in gerçek bekçisi asker değil, bürokrat değil, hele partiler hiç değil, hakikati söylemekten korkmayan insandır. Bir milletin büyüklüğünü görmek istiyorsak, hakikatle kurduğu mesafeye bakmamız yeterlidir. Biz o mesafeyi kaybettikçe, Cumhuriyet’i de şekle indirgeriz. Düşünceyi korkuyla terbiye eden toplumda, özgürlük bir efsane olur. Cumhuriyet, kendi çocuklarının tepkisizliğinde, sessiz kalışlarında, kendi mezar taşını yazar.

Fikir ve irfan dünyamızda büyük izler bırakan, düşünce ufkumuzu kelimelerin gücüyle geliştirip, önemli katkılar yapan, mütefekkir Cemil Meriç bir yerde şöyle diyordu: “İrfan, başı dik bir hakikat sevdasıdır.”

Cumhuriyet de o sevdadan doğdu aslında; aklın, vicdanın, adaletin sevdasından. Ama sevdalar, sahip çıkılmadığında unutulur. Unutulan sevda yerini çıkarın, korkunun, kolaycılığın soğuk ve karanlık düzenine bırakır.

Bugün Cumhuriyet, sadece korunacak bir miras değil, yeniden yorumlanacak bir bilinçtir. Hakikati sevmek, Cumhuriyet’i sevmektir; çünkü o sevgi, insanı kör inançtan, toplumu kör itaatten kurtarır. Hakikatin bedeli ağırdır; bazen yalnızlık, bazen dışlanma, bazen çilekeş bir ömür...

Ama unutmayalım: hakikatsiz bir Cumhuriyet, ışığı olmayan bir gündüzdür.

Cumhuriyet’in asıl temeli, beton değil, düşüncedir. O düşünceyi diri tutan her kelime, her cesur söz, bir inşa taşıdır. Söylenmeyen, dile gelmeyen her hakikat, o temelden eksilen bir taştır.

Cumhuriyet, bir hakikat arayışıdır. Her kuşak, o hakikati yeniden aramakla mükelleftir. Bir kuşak yorgun düşerse, Cumhuriyet yorgun düşer. Bir kuşak düşünmeyi bırakırsa, Cumhuriyet unutulmaya başlar.

Bu yüzden, Cumhuriyet’i korumak; onu sadece savunmak değil, her gün yeniden anlamaktır. Ahlâk olmadan Cumhuriyet, bir binadır ama içinde insan yoktur. Ahlâkla yoğrulmuş Cumhuriyet ise bir evdir. İçinde temiz akıl ve temiz vicdan sahibi insanın sesi duyulur.

O yüzden sormalıyız:

Cumhuriyet bizi mi aydınlatıyor, yoksa biz mi karanlığa alışıyoruz?

Eğer karanlığa alıştıysak, artık ne Cumhuriyet’in ruhu kalır, ne de insanın haysiyeti.

Cumhuriyet, bir ışık arayışıdır.

O ışık; erdemle, vicdanla, doğrulukla, ahlakla aydınlanır.

O ışık, düşünmeye cesaret eden her vicdanda yanar.

O ışık sönmedikçe, Cumhuriyet ölmez.

İşgal günlerinden, istiklal günlerine giden; kanla, imanla, irfanla yazılan zorlu yılların ardından, milletimizin istikbalini Cumhuriyetle aydınlatan; Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere, bu uğurda canlarını veren tüm şehitlerimizi saygı, sevgi, minnet, şükran ve rahmetle anıyorum.

Ruhları şad, mekanları Cennet olsun.

Cumhuriyet bayramımız tüm milletimize kutlu olsun.

Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap