WATSON: NEWTON TARİHTEKİ EN ETKİLİ İNSANLAR ARASINDA HZ. MUHAMMED’DEN SONRA İKİNCİ SIRADA YER ALIYOR
Fikirler Tarihi konusuna devam ediyorum. Diyorum ki: Batı niçin Niye böyle davranıyor? Halbuki Müslümanların Grek filozoflarından ve sonra Batı’nın Müslümanların tercümelerinden istifade ile ilerlediklerini görmüştük…
Tam tersine Batı, önce Hristiyanlık itikadını paganlıkla karıştırıp bozmuş, sonra ortaya çıkana güvensizlikle dini itikattan caymış ve kendi düşünce ve sanrıları içinde ulaştığı varsayımları hakikat sanarak yaşadığı savrulmalarını ilerleme saymıştır, desek. Ne dersiniz, niye böyle dedim, okuyalım mı?
Fikirler Tarihi birinci yazım: https://yelkenciningazetesi.com/tarihte-gercekten-mi-oyle-olmus-yoksa
Fikirler Tarihi ikinci yazım: https://yelkenciningazetesi.com/inanmakta-zorlaniyorum-bazilarinin-kanitlanmasi-nerdeyse-imkansiz
Watson’un kitabını okumaya ve yorumlamaya devam ediyoruz. Üniversite, 15. yüzyılda bugün kavradığımız anlamda kullanılmaya başlanıyor. Önceleri okul kurma yetkisini sadece papa veya kral verebiliyor. Bir ayrıcalık, her üniversite mezunu sınava gerek kalmaksızın başka bir üniversitede ders verme hakkına sahip. Bunun temelinde üniversitenin toplumda bir “üçüncü güç” olduğu fikrinin ülke ve ırk sınırlarını aşan bir evrensel kabul olmasıdır. En eski üniversite olan Bologna, kilise dışı bir kurum, okunan Roma hukuku, papalığın dinsel yönetim doktrinine karşı koymak için en uygun ideolojik silah olduğundan, bu sistem papalığın devlet yönetimi ile ilgili savlarını çürütmek için rüşeym halinde bir siyasal teori yaratmaya çalışan sivillerin doğal ilgi alanı haline geliyor. Burayı seçkin bir sivil öğrenim merkezi konumuna çıkarıyor. Kısa bir süre sonra, hukuk derslerinin önemli bir akademik emsal olarak müfredata katılması ile Bologna’nın şöhreti daha artıyor. 1158de İmparator I. Friedrich papalığın da onayladığı Habitas adında bir akademik tüzük çıkarıyor. Habitas, akademik özgürlüğün kaynağı olarak büyük itibar görüyor. Sivil avukatları güçlendirmeye yönelik bir emperyal girişim olarak başlayan Habitas, zaman geçtikçe piskoposların üniversiteler üzerindeki her türlü yetkisini yadsımak üzere daha yetkinleştiriliyor. Ders verme biçimi 12. yüzyılda kurallara bağlanıyor. Kitab-ı Mukaddes’ten başlamak üzere, metinler dört açıdan inceleniyor: konu, öncelikli amaç, temelde yatan amaç, ait olduğu felsefe dalı.
Bologna’dan sonra üniversiteye kavuşan Paris’in o yıllarda ayırıcı özelliği öne çıkan uzmanlığının ilahiyat olmasıdır. Paris üniversitesi, böylece Avrupa tarihinde dinsel egemenlik karşısında üniversite özerkliği için mücadelenin en eski ve en çarpıcı örneğini sunuyor. Paris’te beşeri bilimler fakültesi en büyük birim. Yüz Yıl Savaşı yabancı öğrencilerin ayrılmasına yol açtığı için, Paris üniversitesi ağır bir darbe alıyor. Kısmen bunun bir sonucu olarak, üniversiteler İspanya, Britanya, Hollanda, İskandinavya’ya yayılıyor.
İlk İngiliz üniversiteleri Oxford ve Cambridge’nin kıtadaki üniversitelerden farklılığı, katedrali olmayan kentlerde gelişmeleri. Oxford matematik ve doğa bilimleri üzerine uzmanlığı ile tanınıyor. Bu üniversitede ortaçağda bilimin gelişmesine çığır açıcı bir etkide bulunan iki atılım sağlanıyor: Matematiğin bir tanımlama ve açıklama aracı olarak doğa bilimlerine uygulanması ve belirli bir hipotezi test etmenin temel yöntemi olarak gözleme ve deneye ağırlık verilmesi. Bu ilkeler bilimsel verilerin incelenmesini oldukça gelişigüzel bir alıştırmadan, gözlem, hipotez ve deneysel doğrulama üzerine kurulu üçlü döngü temelinde fiziksel fenomenlere dönük bütünleşik bir matematiksel sorgulamaya dönüştürüyor. Şimdi kullandığımız anlamda ilk bilimci olan Roger Bacon’ın düşünceleri dinsel zihniyet ile modern bilimsel düşünme tarzı arasında ileriye dönük kesin bir adım olmuş.
Üniversitelerin sayısı, 1500lere doğru yetmişe çıkıyor, bu süreçte Almanya ve İspanya diğer ülkelerin gerisinde kalıyor. 15. yüzyıl üniversitelerinin çoğu belediyelerce seküler kurumlar olarak kuruluyor ve papalıktan sadece onay alınıyor.
Papalık onayı ile kurulan üniversite nasıl seküler oluyor?
Yeni işlek yani akıcı yazı ancak 14. yüzyılın başlarında kelime ayırma, noktalama işaretleri kullanımıyla okuma deneyimini değiştiriyor, özellikle de sesli okumadan içten okumaya geçişi sağlıyor. Okuma kişiye özel ve dolayısıyla potansiyel olarak sapkınlığa açık bir edime dönüşüyor. İçten okumanın sağladığı mahremiyetin müstehcen kitaplarda bir artışa yol açtığı düşünülüyor.
Bu savın nedenini ben anlayamadım. Yani insanlar zihinlerinden çeşitli düşünceleri geçirebiliyor ama bunları yazamıyor ve içten okuyamıyorlardı, öyle mi? Halbuki grek süslemelerinde cinsel birleşmeden tutun da “yasak” ilişkilere varan her türlü muamele zaten tasvir ediliyordu. Ya da böyle olduğu için birden içten okuma başlayınca herşey geometrik olarak arttı. İlginç!
Yazı ve matematikteki gelişmelerle birlikte müzik notalamasında da paralel gelişmeler yaşanıyor. Ortaçağ kilise müziğinin en ünlü biçimi olan Gregoryen ilahisinin temeli tenor sesler, bunlar temel pes ton diyebileceğimiz cantus firmus (sabit ezgi) oluşturuyor. Daha tiz olan diğer sesler 9. yüzyıl sonlarından itibaren çok sesli Batı müziğinin temelini oluşturuyor. Bu tarz nota halinde kağıda dökülen ilk müzik.
- yüzyıl sonlarında üniversitelerin teşviki ve denetimi ile yazma üretiminin daha ucuz ve pratik yöntemler ile gelişmesi ve Guttenberg’in başı çektiği basımcılıkla birlikte kitaplar değerli nesneler olmaktan çıkıyor. Kitap boyları taşınması kolay olması için küçülüyor. Yeni kitap metinlerini ilk okuyan kişiler olarak, matbaacılar yeni fikirlerden önce haberdar olarak, yeni savlarla tanışıyor ve Protestanlık mezhebine giren ilk kişiler arasında yer alıyorlar. Engizisyon mahkemesi de tabii onları hedef alıyor. 1515 Laterano konsilinde Kutsal Daire ve Baş engizisyoncu makamlarından izin alınmadan kitap basılması yasaklanıyor. Bu durumda 16. yüzyıldan itibaren yayımcılık yeraltına itiliyor. Basımcılığın devreye girişi, kültürün biçimini değiştirmekten ziyade, daha fazla sayıda insan için çok daha kolay erişilir hale gelmesini sağlıyor. Basımcılığın çok daha fazla insanı pagan yazarlarla tanıştırması ve edebi niteliklerin ve üslubun benimsenmesi, hayatın sekülerleşmesine katkıda bulunuyor. Aynı şekilde, yerel çeviriler ulusal dillere dönük bir ilgiyi de teşvik ediyor. 16. yüzyılda öncelikle Fransızca mahkemelerde resmi dil ilan ediliyor, 17. yüzyılda Fransızca bilim, felsefe ve diplomasi dili haline geliyor.
Rönesans hiç kuşkusuz, modern dünyanın gelişmesinde “üstün önem“ taşıyor, ortaçağdaki durgunluktan sonra klasik edebiyata dönük yeni bir beğeniyle ve görsel sanatlarda çarpıcı bir ihtişam kabarışı ile bağlantılı olarak bir “kültürel bahar” Avrupa’yı sarıyor. Ancak bu görüşün dışında Rönesans artık bir kültürel devrimden çok bir ekonomik devrim olarak da anlaşılıyor. Derinlemesine düşününce, 11. yüzyıldan itibaren Avrupa’da din, psikoloji, şehirlerin büyümesi, tarım ve öğrenimin yayılması büyük çaplı değişikliklere yol açıyor. Söz konusu dönemde yeni mimari biçimler ortaya çıkıyor, bilim, tıp ve felsefenin pagan dünyası yeniden keşfediliyor ve zamanın saptanmasında, matematikte, okumada, müzikte ve perspektifin yeniden keşfedildiği resimde önemli yenilikler meydana geliyor. Bu ekonomik ve teknolojik nitelikli çeşitli etkenlerin bir araya gelmesi Asıl Rönesans olarak adlandırabileceğimiz sürece katkıda bulunuyor. Teknolojik etkenler arasında özellikle manyetik pusulanın Çin’den kıtaya gelişi ile açık deniz seferlerinin mümkün olması ve yerkürenin Avrupa keşiflerine açılması; barutun yine Çin’den gelerek eski feodal düzenin yıkılmasına katkıda bulunması ve milliyetçiliğin yükselmesi; mekanik saat ile insanın zamanla ilişkisinin mesai kavramına dönüşmesi ve insan etkinliklerinin yapısının doğanın ritimlerinden kurtulması; matbaanın öğrenimin yayılmasında bir kuantum sıçrayışı sağlaması ve kilisenin öğrenim üzerindeki tekelini aşındırması sayılabilir. Bunlara ek olarak, içten okumanın tek başına düşünmeyi özendirmesi, örtük bir biçimde, bireyleri daha geleneksel düşünme biçimlerinden ve düşünce üzerindeki kolektif denetimden kurtararak, asiliği, sapkınlığı, özgünlüğü ve bireyselliği körükleyici bir rol oynuyor.
Burada bana ilginç gelen Doğu’da zaten varolan felsefi düşünce, kelam ilmi ve imani mezheplerin Batı’da daha sonra gelişmesinin sebebinin içsel okuma olarak gösterilmesi, Rönesans eserlerinin siparişçisinin ve bu sanatın destekleyicisinin kilise olduğunun dile getirilmemesidir.
Büyük Veba Salgını da kiliseye ve dinsel yaşama olan etkileri açısından önem taşıyor. Yaygın ölümler insanları kötümserleştirerek içe kapanmaya, daha kişisel bir imana yöneltiyor. Veba salgınının ardından özel şapellerin ve hayır kurumlarının sayısı artıyor, mistisizm yükselişe geçiyor. Öte yandan, bir çok kimse aksi yöne savruluyor ve inayetli bir Tanrı’nın varlığından kuşku duymaya başlıyor. Veba Salgını’nın ikinci ana etkisi bizzat kilisenin yapısına yönelik: Rahiplerin %40’ı salgında can veriyor ve bunların yerine atanan çok daha az eğitimli genç rahipler ile kilisenin öğrenim alanındaki otoritesi büyük ölçüde azalıyor.
Büyük Veba Salgını zaten modası geçmiş eski feodal sisteme yıkıcı darbeyi indirerek, yeni gelişmelerin önünü açıyor.
Rönesans’ın özellikle İtalya’da ortaya çıkarak ilerlemesinde kentsel ağırlıklı bir nüfus, serbestiyet, Kuzey Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticari konumda olması ve İtalyan tüccarların daha eğitimli ve meydana gelen değişikliklerden kazançlı çıkmayı bilmesi önemli etkenler olarak gözüküyor.
Ortaçağ kilise eğitim sistemi çökünce İtalya’da üç tür okul ortaya çıkıyor: Belediyelerin yönetimindeki Latince eğitim veren kamusal okullar, bağımsız özel okullar ve ticaret ve iş becerilerini öğretmeye yönelik abaküs okulları. Böylece tarihte çocuklar iyi ticari kabiliyetler için rutin ve sistematik biçimde ilk kez eğitiliyor.
İtalyan kent-devletleri arasında Floransa sivriliyor; ekonomisinin üç dayanağı var: dokuma ticareti, dokuma sanayisi ve bankacılık. Karavela ve hareketli pruva yelkeni gibi bazı teknolojik ilerlemelerle beraber ticari gelişme örgütlenmeye dayalı. Kar peşinde koşmaya dönük ilkel güdünün yerini yararlılık, hesaplama ve uzun vadeli rasyonel planlama alıyor. Hesaba para geçmek yöntemi, çift kayıtlı defter tutmak ve deniz sigortasının doğuşu ile sermaye birikimi, kredi kullanımında artış, işletme yönetiminin sermayeden ve işgücünden ayrılışı, daha büyük ölçekli işlemler aracılığı ile piyasayı genişletmeye yönelik bilinçli girişimler, gençleri ticari beceriler için eğitmeye dönük bilinçli çaba bir anlamda kapitalist güdünün doğuşuna işaret ediyor. Sınıf ayrımında ilk defa doğumdan ziyade zenginlik tayin edici oluyor. Aristokrat ve burjuva evliliği ile bir kentsel elit tabaka oluşuyor. Böylece kendini bütün dinsel geleneklerin üzerinde sayan ve kendi gücüne dayanan insan meydana çıkıyor. Bunlar sanatın hamisi oluyorlar. Sanat eseri siparişleri artık kilise yerine daha çok zengin yurttaşlardan geliyor. Sanatın ve sanatçının statüsü değişiyor.
Hümanizm, ilahi düzene bir alternatif sunarak, onun yerine pratik tecrübeye dayalı bir rasyonel düzen kuruyor. Erdem kişiye özgü, bireysel uğraşla edinilebiliyor ve doğuma ya da mülke bağlı üstünlüklerle, hele doğaüstü güçlerle ilişkisi kesiliyor.
Aristoteles skolastik zihniyete hizmet ederken, Platonculuk hümanistlere bir dünya görüşü sağlıyor. Platonculuğun temel fikri insan aklının görüntü ve biçim olarak tanrıyı yansıttığı yani “bilginin tanrısal surette“ olduğu. Floransa’da kurulan akademide her türlü fikir teşvik ediliyor; kaynağı ister Mısır ve Mezopotamya metinleri, ister Zerdüştçülük, isterse İbranice Kabala olsun. Asıl önemli nokta bizzat doğanın büyüleyici olması. Özetle hümanizm, Yunan ve Roma dünyasının insanı her şeyin ölçüsü olarak gören seküler bakışını geri getiriyor.
Sanat açısından 15. yüzyıl yeniliklerle dolu. Bunların en önemlileri yağlıboya resmin icadı, doğrusal perspektifin keşfi, anatomiyi kavramadaki ilerlemeler… 1470 ve 1590 yılları arasında geçen yüzyıl civarındaki zaman diliminde modern müziğin ana unsurları ortaya çıkıyor. Önce çalgı düzeninde ve vokalleştirmede bugün duyduğumuz ses türlerinin evrimini sağlayan bir dizi teknik ilerleme oluyor. İkinci olarak, bir dizi müzikal form gelişiyor, bugün bildiğimiz müzik biçimine yol açıyor. Üçüncü olarak ise modern müziğin ilk bestecileri ortaya çıkıyor. Müziğin 16. yüzyılda gerçekleşen sekülerleşmesi, dinsel kısıtlardan kurtulması ile müzik tarihindeki en büyük değişim gerçekleşiyor.
Bu dönemde bir başka patlama da Londra’da sergilenen tiyatro oyunları. Londra dönemin en başarılı burjuva kentlerinden biri olarak Floransa’yı izliyor. Bunun nedenleri, 16. yüzyılın büyük keşif seyahatleri, Amerika’da altın ve gümüşün bulunması, zenginliğin üst ve orta sınıflara geçmesi ve ülkede bir servet bolluğu oluşmasıdır. Londra’daki bu köklü değişimle soylular yerlerini tüccarlar ve zanaatkarlara bırakıyor. Tiyatro sanatçıları için 17. yüzyıl başlarında “oyunculuk” terimi kullanılarak, “kişiliğe bürünme” ve karakter canlandırma gelişip derinleşiyor. Tiyatro denilince Shakespeare’nin öncülük ettiği iki yenilikten bahsetmek gerekiyor. Bunların ilki değişkenlik yani karakterlerinin psikolojik ve ahlaki anlamda değişme yetisi sergilemeleri ve ikincisi ise eserlerinin “Hristiyanlaşmaya direnişi”. Oyunlar kendilerine özgü dünyalarda geçiyor. Londra’da modern tiyatronun başlaması ile aşağı yukarı aynı zamanlarda İspanya’da yaygın bir edebiyat türü olan roman doğuyor. Don Quijo gibi yazılı anlatımlarla hayal gücü patlıyoryani hikaye anlatımı ve hikaye anlatma teknikleri Kitabı Mukaddes’te anlatılara bir alternatif olarak sunuyor.
Özetle Rönesans birbiri ile bağlantılı üç gelişme olarak kavranabiliyor: hümanizm, kapitalizm ve dünyanın güzel sanatlarda o zamana kadar gördüğü en büyük üretkenliği sağlayan estetik akım, yani güzellik kültürü. Bireycilik ve zenginlik şimdi modern yaşam tarzı dediğimiz şeyin ilk unsurları.
Kristof Kolomb’un seyahatleri insanoğlunun en şaşırtıcı özelliğini yansıtıyor: düşünsel merak. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz ilk büyük seyyah Pytheas. Danimarka ve İsveç’e kadar ulaşıyor, Baltık Denizi ile karşılaşıyor. Diğer yönde Yunanlılar Hindistan’ın varlığından haberdar. Büyük İskender MÖ 331de büyük güney okyanusuna ulaşıyor ve böylece kara parçalarının denizle çevrili oluşu bir “gerçek” olarak benimseniyor. Bütün bu seyahat özelliklerini İskenderiye’de dünyanın ilk matematiksel coğrafyacısı sayılan Eratosthenes bir dünya haritası şeklinde hazırlıyor, dünyanın çevresini hesaplıyor, iklimi esas alarak barınmaya elverişli karaların alanını hesaplıyor ve güneşin açısına göre belirlenen enlem kavramını geliştiriyor. Hipparkhos MÖ 140 dolaylarında dünyayı her biri yetmiş millik 360 dereceye ayırıyor, bu sayede haritalara birer derece arayla çizdiği enlem çizgilerine klimata adını veriyor, çeşitli dillerdeki iklim kelimesinin kökeni buna dayanıyor. Ortaçağ’daki üç büyük seyahatnamenin ilki Giovanni da Pian del Carpine’ye ait; ve yazdığı Moğolların Tarihi, Doğu’ya ilişkin bilgilere epeyce şey katıyor ve Avrupa’nın her yanına ulaşıyor. İlginin en büyük olduğu yer olan Venedik’ten iki kardeş Nicolo ve Maffeo Polo ilk seyahatlerinin başarısı üzerine yanlarına Nicolo’nun oğlu Marco’yu da alarak Pekin’e kadar ulaşıyorlar. Ortaçağ’ın üçüncü büyük seyyahı Arap asıllı İbn Battuta. Asıl amacı Mekke’ye hac ziyaretinde bulunmak olsa da Hindistan’a kadar gidiyor. Böylece Kolomb’un zihinsel ufku ilk seyyahların tecrübeleri ile belirleniyor. . Kolomb, Vasco da Gama, Macellan büyük kaşiflerde büyük seyahatler yaptılar. Bartolomeu Dias da Ümit burnunu keşfediyor ve İspanya’ya ulaşıyor. Bu büyük seyahetler insanların dünyaya bakışını değiştiriyor.
Amerika’nın keşfi Avrupalılar için düşünsel bakımdan önemli çünkü geleneksel fikirler tartışmalı hale geliyor. Amerika’da hayvan ve bitki çeşitliliği az, evcil hayvanlardan geçen bulaşıcı hastalıklar bağışıklık sistemi gelişmemiş İnka ya da Aztek gibi halklar üzerinde yok edici etki yaratıyor. İlk başta Yenidünya’ya yönelik ilgi orada altın bulma olasılığı ve Hristiyanlığa döndürülebilecek çok sayıda yeni insanın varlığı ile sınırlı kalıyor. Kaşifler ve misyonerler İncil’i öğretmede aşama kaydedilmesi için, yerli halkların adetlerini ve geleneklerini biraz anlamak gerektiğinin farkına varıyor. Böylece uygulamalı antropolojinin temelleri atılıyor. Amerika’daki keşifler ekonomik açıdan da güç dengesinde belirleyici bir değişime yol açıyor. Siyasal sonuç İspanya’nın yükselişe geçmesi olsa da bir bütün olarak Avrupa’da İslam’a karşı geleneksel hasımlık yükselişe geçiyor. Bir bakıma küresel siyaset başlıyor. Yetenek ve enerji bakımından ortalama düzeyin üzerinde olan İspanyollar yeni kıtaya göç ediyor.
Martin Luther, günah çıkarmanın kişiyi günahın kefaretinden kurtarsa bile, bizzat günahtan kurtarmadığını söylüyor. Luther’in ikinci görüşü ise günahtan tam arınmak için samimi pişmanlık anlamına gelen tövbenin gerekli oluşu. Kurtuluşu sadece bireyin imanına ve tövbesine bağlı kılmak, ayinlerin ve onları idare edecek bir hiyerarşinin gerekliliğini ortadan kaldırıyor. Luther bir Alman kilisesi kuruyor. Luther’in görüşü imanın ve siyasetin birbirine karıştırılmaması gerektiği yani kilisenin devlete karşı itaatkar olması.
1543'te Kopernik’in güneş sistemi ile ilgili kitabı ile 1687de Isaac Newton’un Principia Mathematica’nın çıkması doğa anlayışımızı köklü biçimde dönüştürüyor ve modern bilim doğuyor. “Newton Tarihteki En Etkili İnsanlar Arasında Muhammed’den Sonra İkinci Sırada Yer Alıyor.“ diyor yazar. Bilimcilere göre şu an ikinci bilimsel devrimi yaşıyoruz. Bu süreç kuantum, gen ve bilinç dışının eş zamanlı keşfi ile başlamış bulunuyor. Toby Huff’a göre 13. yüzyılda Müslüman Dünya veya Çin’deki bilgin sayısı Avrupa ile aynı olsa da, bilginlik mertebesinin merkezi olarak devletçe tasdik edilmesinden ötürü iki uygarlıkta da örgütlü ya da kurumsal kuşkuculuk yer edinemiyor. Kopernik’in düşüncelerini geliştiren Brahe, Cennetin Kapısı (Uraniborg) adı ile modern çağın ilk bilimsel kurumunu oluşturuyor. Laboratuvarın içinde bir gözlemevi de bulunuyor. Asistanı olan Kepler eliptik yörüngelerin keşfi yerçekimi ve güneşle bağlantılı olarak diğer gezegenlerin yörüngelerini, hızlarını ve mesafelerini hesaplamayı başarıyor. Bilimsel devrimin dördüncü kahramanı Galileo. Teleskobu ile evrenin büyüklüğüne ilişkin anlayış açısından teolojik bir değişim yaratıyor, yıldızların dolanışı ile denizde boylamları saptamanın bir yolunu buluyor, ayrıca karekök yasasına temel oluşturuyor. Kopernikçi devrimi sindirmeye yönelik bir hareketle hapse atıldığında İki Yeni Bilim’i yazıyor ve Newton’un önünü açıyor. Isaac Newton, Galileo’nun sarkaçlara ilişkin çalışmasından hareketle merkezkaç kuvvet kavramı ve yerçekimi teorisini yazıyor ve 1628te kan dolaşımını ortaya çıkaran William Harvey onu takip ediyor. Bunlar modern tıbbın gelişmesini sağlıyor. 1646da Kircher hastalıkla ilgili mikrop teorisini öngörüyor. Onu izleyen Leeuwenhoek mikroskop yardımı ile tekhücreliler, bakteriler ve kan dolaşımı üzerine gözlemlerde bulunuyor.
Özetle Batı felsefesinde üç büyük çağ bulunuyor. Klasik çağda felsefe, dönemin biliminden ve dininden etkilenmekle birlikte büyük ölçüde özerk bir uğraş alanı, Hristiyanlığın ortaya çıkışı ile ilahiyat baskın bir rol üstleniyor ve felsefe ona tabi bir hale geliyor, ancak müspet bilimin devreye girişi ile felsefe ilahiyata bağlı olmaktan çıkıyor. İlahiyat önceki konumunun tam aksine bilime tabi hale geliyor. 1666 yılında İngiltere Kraliyet Bilimler akademisi resmen kuruluyor ve bildiğimiz bilimsel yayın kalıbını geliştiriyor.
Siyasal bakımdan ortaçağ düzeninin sona erip, modern dünyanın doğuşunda “yeni bir kültürel alan” olarak nitelendirilen “kamuoyu” etkili oluyor. Bireylerin bilgi, fikir ve eleştiri anlamında alışverişe dahil olarak yarattıkları kamuoyu, artık Avrupa kültürüne egemen oluyor. Modern dünyaya özgü fenomenlerden özellikle roman, gazeteler ve konser 17. yüzyıl sonlarında ve 18. yüzyıl başlarında bir devrim yaşıyor. Hangi kültürel fikirlerin popüler ve kalıcı olacağı belirtilmekle kalmıyor, bizzat kültürün milliyetçilikte canlı ve ateşli bir unsur olması sağlanıyor.
Richard Popkin’in “17. yüzyıl düşüncesindeki üçüncü kuvvet” olarak nitelendirdiği kuşkunun artışı dört aşamadan geçiyor: rasyonel doğaüstücülük, deizm, kuşkuculuk ve nihayet ateizm.
Kuşkunun dört aşamasından ilki olan rasyonel doğaüstücülük özellikle İngiltere’de popüler. Temel ilkesi dinin akla uygun olması ve özellikle vahyin akılla uyuşması. Bu yaklaşımın ilk savunucularından Tillotson dinin, her din için geçerli olmakla birlikte, özellikle Hristiyanlığın mantıkla desteklenen bir dizi rasyonel önerme olarak ele alınması gerektiğini ileri sürüyor. Asıl derdi mucizeler, bir mucize sayılmaları için sırf bir büyü yaratıcılığı gösterisi olarak değil, mantıklı bir sebeple icra edilmiş olmaları gerekiyor. Bu açıdan İsa’nın mucizelerini akla uygun buluyor.
John Locke, rasyonel olduklarını söylediği temel akidelerinden dolayı hristiyanlığın son derece makul bir din olduğu kanısında.
Kuşkunun ikinci aşaması olan deist düşünce de İngiltere’de ortaya çıkıyor, Benjamin Franklin, George Washington, Thomas Jefferson’a kadar varlığını sürdürüyor. Ancak “Yaradancı” kelimesini Tanrı’ya inanmakla birlikte İsa’ya inanmayan kişi anlamında olduğunu Cenevreli Viret (1511-1571) ortaya atıyor. Sonraki yaradancıların başlıca etkilerinden biri, bilimdeki yeni buluşların birçok kimseye Tanrı’nın doğa yasalarının yaratıcısı olduğu görüşünü aşılaması. Dolayısı ile onlara göre dinin doğaüstü unsurları dayanak yapması da gerekmiyor.
Yaradancıların çoğu ruhban sınıfına karşı. Yaygın hurafelerin ve kilisede şatafatlı ibadet mekanizmasının siyasal amaçlar uğruna rahiplerce uydurulduğunu düşünüyorlar. En etkili Fransız yaradancı, Voltaire. Okunması gereken tek İncil’in Tanrı’nın eliyle yazdığı doğa kitabı olduğunu ve uyulacacak tek dinin de Tanrı’ya tapınma ve iyi bir insan olmak olduğunu yazıyor. Jean Jacques Rousseau, Toplumsal Sözleşme’de yaradancılığı Fransa’nın medeni dini haline getirmeye çalıştı. Almanya’da Immanuel Kant bir sevgi dini olarak Hristiyanlığın temel akidelerini benimsemekle birlikte, “tamamen zararlı” bulduğu doğaüstü unsurların amansız halifiydi. Yaradancılığın etkisi Tanrı kavramında büyük bir dönüşüm sağlamak oldu. İsrailoğulları’nın Hristiyanlarca ve Müslümanlarca uyarlanan dar görüşlü, kabile Tanrı’sı gidiyor ve yerine Alexander Pope’un ifadesi ile yeni astronomi ve doğa bilimi ile bağdaşan bütün evrenin Tanrı’sı geliyor.
Hakikaten böyle denmiş olabilir mi; bir alim nasıl bu kadar cahil olabilir ve Kuran’ı bir kaynak olarak değerlendirmez!
Modern anlamda ilk açık sözlü ateist İtalyan bilim adamı Vanini (1585-1619); Newton’un buluşlarının ardından İngiltere ve Fransa’da ateistler ortaya çıkıyor. İngiltere’de broşür ve tiyatrolara konu olurken, Newton’un düşünsel mirasçıları Fransız ateistlere verilen isim mekanikçiler, çünkü mekanik bir evren fikrinden ilham alıyorlar. Holbach, insanın evrendeki diğer canlılardan farkı olmadığını, onlara oranla daha iyi ya da daha kötü sayılamayacağını ilk öne sürenlerden biri. Ona göre insan esas alacağı ahlakı doğaüstü bir otoriteden almak yerine bizzat geliştirmeli ve bu kavrayış yıllar sonra evrim teorisine varıyor.
Tüm bunlardan sonra Kitabı Mukaddes’e inancını kaybeden insanların sayısı artıyor. Yanardağları inceleyen ilk jeologlar katılaşmış lavların bazalt katmanlarını oluşturduğu, fosillerin soyu tükenmiş hayvanların kalıntıları olduğu için dünyanın Kitabı Mukaddes’te söylenenden daha yaşlı olduğunu söylüyorlar.
Kuşku devreye girdikten sonra faydacı etik görüş, yani insanın esasen hazza düşkün olmakla birlikte aynı zamanda sosyal bir hayvan olduğu görüşü yaygınlaşıyor.
Özetle, Tanrı’ya karşı savlar sadece dini itikadı geriletmekle kalmıyor, tarih konusunda yeni bir tutumu özendiriyor ve modern bilime (evrim, kıta sürüklenmesi, sosyoloji), modern iktisada (Adam Smith’in ekonomik teorileri) ve modern siyasete zemin hazırlıyor. “En fazla sayıda insana en büyük yarar” bugün tartışmasız doğru saydığımız kuşkuculuktan önce düşünülemez bir ifadeydi. Artık din ile ahlak arasında büyük bir ayrışma oluyor.
Voltaire’in Fransız Devrimi’nden on yıl önce ölmesine karşı, Diderot ve Beaumarchais gibi kişileri etkileyen fikirleri 1789 olaylarının düşünsel dayanaklarından biridir. Voltaire’e göre evren bütün insanlar için geçerli ilmi “doğa yasaları” ile yönetiliyor ve ülkelerin de aynı şekilde yönetilmesi gerekiyor. İnsanın artık hayatını ilk günahı telafi etme temelinde düzenlemesine gerek kalmadığını, ve bunun yerine devlet, kilise, eğitim vb. kurumlarda reform yaparak bu dünyadaki varoluş koşullarını iyileştirmeye çalışması gerektiğini vurguluyor.
Böyle bir zeminde Diderot, Encylopedie’nin yayınını başlatıyor. Hedefi bilinçli bir şekilde o sırada Latince’nin yerini alan Fransızca ile insanların düşünce biçiminde değişim yaratmak. 18. yüzyılın ikinci yarısında değişen okuma alışkanlıkları ile yayımcı haminin yerini alıyor, Encylopedie açık abonelik ile satılıyor.
Artık edebiyat dünyasında genel değerler ve kanaatler standardını temsil eden eleştirmenler ortaya çıkıyor. Kitap, tüccar toplumda serbest piyasada satılabilir bir meta haline geliyor. Tarihsel, biyografik ve istatistiksel ansiklopedilere yönelik bir alaka var; yayıncılık gelişen bir ticari alan. Günlük ortalama gazete satışı 1753-1775 yılları arasında iki katına çıkıyor.
- yüzyılın en etkili kitaplarından biri Edward Gibbon’un “Roma İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi” adlı eseri, Hristiyanlığın ilerlemeyi köstekleyerek gelişmeyi nasıl aksatabileceğini gösteriyor. Voltaire ve diğer filozoflara göre Newton’un buluşları ile birlikte, dünyanın “insanın yeryüzündeki mutluluğu için tasarlandığı” görüşü rağbet kazanıyor. Doğadaki uyumun aslında Tanrı’nın iyiliğinin bir işareti olduğu fikri 18. yüzyılda dikkatlerin insana çevrilmesi açısından önemli. Bugün bildiğimiz modern “disiplin”lerin çoğu, dil araştırmaları (filoloji), hukuk, tarih, ahlak ve doğa felsefesi, psikoloji, sosyoloji ortaya çıkıyor.
Modern anlamda psikolojinin ruhla bağlantısını koparması nasıl zaman aldıysa, psikoloji ile felsefe arasındaki ayrım da yavaşça gerçekleşiyor. Görüşlerini bilimsel bilgi ile felsefe (eleştirel düşünme) arasındaki ve bilim ile pragmatik bilgi arasındaki temel farklılığa dayandıran Kant, benlik, bugünkü ifadeyle ego ve benliğin nasıl bilgi sahibi olabildiği konusuyla yakından ilgileniyor. Bütün bilgilerin bilimsel olmadığı ve yalnız eleştirel düşünme ile dünyayı anlayamayacağımız sonucuna varıyor.
- yüzyılda bedenin, duyguların ve duyarlılığın yani zihnin, sinir sistemi aracılığı ile bedene etkide bulunma fikri gelişiyor. Depresyon, sıkılma ve kronik öfke artık “asabiyet” olarak adlandırılıyor. Tıp dili salgılara dayalı terminolojiden uzaklaşıyor ve delilik bedensel bir organda, yani beyinde ortaya çıkan bir “zihin aksaklığı” olarak açıklanıyor. Beyin aslında ilk olarak Kraliyet derneği kurucularından Thomas Willis tarafından inceleniyor ve sinirlerin doktrini olarak nitelendirdiği “nöroloji” terimini ortaya atıyor. Fransız cerrah Julien Offray de la Mettrie 1774 yayınlanan “İnsan makinesi“ kitabında maddenin doğal güçlerin etkisi ile canlılık kazandığını, canlı organizmalar arasında hiçbir temel farklılık olmadığını öne sürüyor.
Ruhtan zihne doğru bu değişikliklere Wahrman’ın modern benlik fikrinin ortaya çıkışı olarak nitelendirdiği bir gelişme eşlik ediyor: Wahrman benlik anlayışının iklim, tarih ya da dine bağlı ve değişken bir şeyden insanın içinden gelen bir şeye doğru değişim gösterdiğini söylüyor. Karakterde gelişme kavramı, yani hayatın akışında iç benliğin bazı alanları tutarlı kalırken, diğer alanlarının değişebileceği görüşünü yansıtan Almanca Bildung fikri 18. yüzyıl sonlarında vurgulanmaya başlıyor. Paris Aydınlanma Çağı’nın ve insan doğasına yönelik arayışın merkezi olurken, Edinburgh kenti 1745 Highland ayaklanmasından 1789 Fransız Devrimi’ne kadar Batı zihniyetine hükmediyor. David Hume, Adam Smith, James Hutton vb modern dünyanın ilk entelektüel şöhretleri olarak yetişiyor.
İskoçya’da ruhun, insan doğasının ve sosyal koşullardaki düzenlemenin birbirine bağlı olduğu ve insan doğasını inceleme yolu ile Tanrı’nın ahlaka dönük amaçlarının açığa çıkarılacağı ileri sürülüyor. David Hume 1739da yayınladığı “insan doğası üzerine bir inceleme” kitabında her sorunun cevabının insan biliminde bulunduğunu söylüyor.
İnsan doğası açısından anlamlı dört bilim bulunuyor: mantık, ahlak, eleştiri ve siyaset. Hume temelde insan doğasının iki ana unsurdan, duygusal yakınlıklardan ve anlama yetisinden oluştuğunu ileri sürüyor. Davranışlara akıldan ziyade tutkunun yön verdiğini vurguluyor. Ayrıca ruhun yerine zamanla “eksiksiz anlaşılabilir” olduğuna inandığı zihni geçiriyor. “Sivil toplumun tarihi üzerine bir deneme” kitabını yazan Adam Ferguson, insanların dört nitelikle belirlendiğini söylüyor: yaratıcılık, sakınganlık, inatçılık ve tedirginlik. Ferguson, sanayi toplumunun gelişmesini bir yanıyla olumlu karşılamasına rağmen, imalatın “insanı hareket eden basit bir el ya da ayak konumuna” düşürdüğüne ilk dikkat çekenlerden biri.
Gördüğümüz gibi insanlık kendini doğayı anlar, hatta tahakküm eder halde bulunca fikri anlamda savrulmalar hız ve çeşitlilik kazanıyor. Tarihten ders alarak, istifade yerine ilahi bilgi tamamen terk edilerek insanın bildikleri, buldukları konuluyor. Bu ise insanı tatmin etmiyor, bakalım günümüze ulaşmadan daha nerelere uğrayacağız.
Fikirler Tarihi daha da ilginç hal alıyor, devam edeceğiz.
Murat ÜLKER