Osmanlı'dan Cumhuriyete Bir Farklı Bakış

Tarih yalnızca tahtların, savaşların ve antlaşmaların değil; aynı ideal ve düşünceye sahip olanların çatışma ve uyumunun da tarihidir. Her medeniyet, bir tür içsel enerjiyle doğar, olgunlaşır ve çözülür. Bu enerjiyi ilk kez sistemli biçimde açıklayan kişi; modern tarihyazımının, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen 14. yüzyılın büyük düşünürü, devlet adamı ve tarihçisi İbn Haldun’dur. Onun el-Mukaddime’de ifade ettiği “asabiyet” kavramı, tarihteki bütün devletlerin yükseliş ve çöküş yasasını anlamanın anahtarı gibidir Onun geliştirdiği asabiyet teorisi, toplumların yükseliş ve çöküş döngülerini açıklayan ilk bütüncül sosyal teori olarak kabul edilir. Bu teori, en çarpıcı biçimde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi sürecinde görünür.

İbn Haldun’a göre asabiyet, “bir topluluğun üyelerini ortak bir amaç ve kader duygusunda birleştiren dayanışma bağıdır” (Mukaddime, I. Kitap, 3. Bölüm).

Bu bağ, başlangıçta akrabalık ve ortak yaşam mücadelesi temelinde gelişir; zamanla inanç, kültür ve adalet arayışı gibi manevî unsurlarla güçlenir.

Bu yönüyle asabiyet, bir toplumu inşa eden “ruhsal sermaye”dir.

Osmanlı’nın kuruluş dönemi, bu tanımın canlı bir karşılığıdır.

13. yüzyıl sonlarında Söğüt’te filizlenen Osmanlı Beyliği, yalnızca askerî bir teşkilatlanmanın değil, inançla örülmüş bir toplumsal dayanışmanın ürünüdür.

Osman Gazi’nin çevresinde toplanan gaziler, aynı dava bilincinden doğmuş bir asabiyetin temsilcileridir. Bu dava, İbn Haldun’un “asabiyetin meşrulaştırıcı zemini” olarak gördüğü inanç unsuruyla bütünleşmişti: gaza ve adalet ideali.

Kurucu dönemdeki sade yaşam, paylaşım ve dayanışma, Mukaddime’de bahsedilen “asabiyetin canlılığına” tam olarak karşılık gelir.

Orhan Gazi ve I. Murad dönemlerinde yönetici ile halk arasındaki mesafe neredeyse yoktur. Bey; halkla aynı sofrada oturur, sahip olduklarını eşit paylaşır. Tevazu temelli liderlik ve adalet fikri, Osmanlı toplumsal yapısında güçlü bir “biz bilinci” oluşturmuştur. Türkmen, Rum, Ermeni, Arnavut, Boşnak vs.  fark etmeksizin farklı topluluklar, bu ortak ruhun etrafında birleşmiştir.

Bu, İbn Haldun’un tanımladığı kurucu asabiyetin klasik örneğidir.

Bu dönemde Osmanlı; bir devlet olmaktan ziyade, harekete geçmiş bir inanç topluluğu görünümündedir.

İbn Haldun, devletin olgunluk evresini “asabiyetin kurumsallaşarak yönetim yapısına dönüşmesi” olarak tanımlar (Mukaddime, II. Kitap, 1. Bölüm).

Asabiyet, İbn Haldun’a göre bir topluluğun iktidar kurma yeteneğini belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu güç, özellikle Yıldırım Bayezid’den Kanuni Sultan Süleyman’a kadar olan dönemde zirveye ulaşmıştır. Devletin kurumları oturmuş, hukuk ve ilim teşkilatlanmış, ordunun disiplini ile halkın devlete güveni arasında bir denge kurulmuştur. Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı, bu evreye ulaşmıştır. Adalet, liyakat, kanun ve hukuk anlayışı sistematik biçimde yerleşmiştir. Fatih’in Kanunnâme-i Âl-i Osman’ı, yalnızca hukukî bir metin değil, asabiyetin kurumsal bir formudur.

Devşirme sistemi dahi İbn Haldun’un asabiyet kavramının ruhuna uygundur: Kan bağı değil, sadakat ve yetenek esastır. Devletin bünyesi, farklı kökenlerden gelen bireyleri “ortak hizmet bilinciyle” birleştirir. Bu, soyla değil davayla kurulan asabiyetin zirvesidir. Bu dönemde yönetici ile halk arasındaki bağ hâlâ canlıdır. Padişahlar, kendilerini “halkın hizmetkârı” olarak tanımlar; “adalet” kavramı devletin merkezinde yer alır.

Kanunî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı, İbn Haldun’un “medenî olgunluk” dediği safhaya erişir.

Devletin gücü, hem fizikî hem manevî olarak zirvededir.

Ancak Mukaddime’nin satır aralarında yer alan bir uyarı burada kendisini gösterir:

“Asabiyet kemâle erdiğinde, çözülme başlar.”

Zira refah, çabanın yerini alır. Düzen; ruhu köreltir, ihtişam; sadeliği geri plana iter. Refah, şehirleşme ve konfor, dayanışma ruhunu yavaş yavaş zayıflatır.

İbn Haldun, devletlerin ömrünü beş kuşağa böler: kurucu, fetheden, düzen kuran, refaha ulaşan ve çöküşe giren kuşaklar. Osmanlı da bu kaderden muaf değildir.

16. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı, bu beşinci kuşağa girmiştir.

Artık yöneticiler, kuruluş döneminin her türlü zorluğuna katlanan çilekeş beyleri değil; sarayda halktan kopuk bir ortamda yetişen seçkinlerdir.

Bir zamanlar asabiyetin kaynağı olan “ortak kader duygusu”, yerini bürokratik itaate bırakır.

Devletin enerjisi halkın gönlünden değil, artık yönetim mekanizmasının güç ve otoritesinin zorunluluğundan beslenir.

Naîmâ’nın ifadesiyle, “devletin düzeni zahirî kaldı, ruhu çekildi” (Tarih-i Naîmâ, cilt I).

Celalî isyanları, taşrada halkın merkeze karşı bir asabiyet tepkisidir. Zira asabiyetin zayıflaması yalnızca sarayı değil, toplumu da kaçınılmaz olarak etkiler.

Kâtip Çelebi’nin Düstûrü’l-Amel’inde söylediği gibi: “Nizamı adaletle değil korkuyla sürdürmek, ömrü kısa kılar.”

Osmanlı, giderek bu kısalmanın içine düşmüştür.

İbn Haldun’un ifadesiyle, “devletler kurucu ruhlarını kaybettiklerinde yıkılmaya başlar.”

Osmanlı örneğinde bu süreç Lale Devri’nden itibaren belirginleşir. Asabiyet, yerini bürokratik çıkar ilişkilerine bırakır.

Toplumsal dayanışmanın yerini kişisel menfaatler, liyakatın yerini rütbe ve ünvanlar alır.

Yeni nesil, imparatorluğun yükselişini getiren mücadele ahlâkını bilmez; refah, onları pasif bir tebaaya dönüştürür.

Tıpkı İbn Haldun’un tarif ettiği gibi, toplum artık “adaletle birleşen insanlar” değil, “çıkarla ayrılan bireyler” hâline gelir. Cihan devletinin gücü sadece savaş meydanlarında değil, halkın vicdanında da erimeye başlar.

İbn Haldun’un öngörüsü burada birebir tecelli eder:

“Asabiyetin yerini kanun aldığında, devletin çöküşü başlar.”

Devlet; halkının değil, kendi bekasının hizmetine girer.

19. yüzyıl, Osmanlı için yeni bir asabiyet arayışı dönemidir.

Tanzimat ve Islahat Fermanları, Batı’nın ilerlemesi karşısında yalnızca hukukî değil, varoluşsal bir cevap teşkil etmeye çalıştı.

Artık dayanışma; kan bağı ya da din değil, ortak vatan fikri üzerine kurulmalıydı. Namık Kemal’in “Vatan sevgisi imandandır” sözü, bu yeni asabiyetin şiarıdır.

Fakat İbn Haldun’un işaret ettiği gibi bir asabiyetin doğması için ortak çıkar değil, ortak kader duygusu gerekir.

Osmanlı’nın çok uluslu yapısı, bu yeni ideali taşıyamadı.

Ulusçuluk akımları, imparatorluğu çok kanlı  geçen bir süreç dahilinde kendi içinden parçaladı.

Her topluluk kendi mikro-asabiyetine dönünce, merkezdeki kurucu ruhun gücü kalmadı. Sonuç, asabiyet kavramının tarihsel döngüsüne uygun biçimde gelişti ve büyük bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı.

Osmanlı, İbn Haldun’un teorisinin ete kemiğe bürünmüş hâlidir:

Kuruluşta diri bir asabiyetin ürünü, zirvede onun kurumsallaşmış biçimi, çöküşte ise kaybının trajedisidir.

İbn Haldun, bir medeniyetin yıkılışını aynı zamanda yeni bir medeniyetin doğum sancısı olarak görür. Osmanlı’nın ardından kurulan Cumhuriyet, bu görüşü doğrular niteliktedir. Osmanlı’nın son döneminde çözülmüş olan asabiyet, yeni bir ulusal dayanışma biçiminde yeniden doğmuştur.

1918’in yıkımı, bir imparatorluğun sona erdiği ama bir milletin yeniden doğduğu andır. İbn Haldun’un teorisinde bu, “yeni asabiyetin teşekkül ettiği dönem”e karşılık gelir. Anadolu’nun yoksul köylerinde, yorgun bir halkın kalbinde yeni bir dayanışma bilinci filizlenmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde şekillenen bu yeni asabiyet; kan bağına değil, ortak bir yurt sevgisine dayanıyordu. “Türk milleti” kavramı; bir etnik kimlikten çok, ortak ideal etrafında toplanan yurttaşlık bilinci anlamına geliyordu. Bu bilinç; Kurtuluş Savaşı’nın ateşinde biçimlenmiş, yoksulluk içinde doğmuş fakat güçlü bir “biz” duygusu yaratmıştı. Zira Cumhuriyet, eski “kula kulluk eden teba asabiyeti”nin yerine ulus asabiyetini koymuştur. Artık birliği sağlayan unsur; soy ya da inanç değil, ortak yurttaşlık idealidir. Bu dönüşüm, asabiyetin zamanla biçim değiştirse de özünde kolektif kimlik olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir.

İbn Haldun’un tarif ettiği gibi güçlü bir asabiyet, nihayetinde devletleşme iradesini doğurur.

Cumhuriyet’in kurucu kadroları, tıpkı ilk dönem Osmanlı gazileri gibi bu asabiyetin öncüleridir.

Kurtuluş Savaşı; yalnızca bir askerî mücadele değil, bir toplumsal bilincin yeniden inşasıdır.

Anadolu’da köylü, öğretmen, subay, esnaf, herkesin aynı ideali paylaşması, İbn Haldun’un tanımıyla en saf toplumsal dayanışma biçimidir. Cumhuriyet’in ilanı, bu dayanışmanın siyasal ifadesidir: Bir imparatorluğun ardından akıl, bilim ve özgür yurttaşlık esasına dayalı yeni bir düzenin doğuşu.

Cumhuriyet’in asabiyeti, etnik veya kabilesel değil, fikirsel ve ahlâkî bir temele dayanır. Bu asabiyetin merkezinde “Türk milleti” kavramı vardır ve bu kavram ortak kaderin birliğidir. İbn Haldun’un deyişiyle, “devletin devamı, halkın kalbindeki inançla mümkündür.” Cumhuriyet; halkın kalbinde filizlenmiş bir inançtan doğmuştur, bu yüzden uzun ömürlüdür.

Bu dönemde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ifadesi, yeni asabiyetin özüdür. Artık bir taht değil, ortak bir irade toplumun merkezindedir. Cumhuriyet’in kuruluşu, asabiyetin aristokratik biçimden halkçı biçime evrilmesidir.

Her toplum, kurucu asabiyetini unuttuğu ölçüde çözülmeye başlar. Cumhuriyet’in karşısındaki en büyük tehlike; bu kurucu ruhun yerini konforun, menfaatin ve unutkanlığın almasıdır.

Cumhuriyet; yalnızca bir rejim değil, kolektif bir ahlâktır. Onu yaşatacak olan kurumlar değil, bu ahlâkı içselleştiren insanlar olacaktır.

Tarih, bize bir kez daha şunu anlatır: Asabiyetin kaynağı neyse, toplumun kaderi de odur.

Cumhuriyet’in kuruluşu, İbn Haldun’un asabiyet teorisinin canlı bir örneğidir. Bir imparatorluğun dağılması, yeni bir milletin ruhunu doğurmuştur. Bu ruh; kanla değil fikirle yoğrulmuştur, gücünü gelenekten değil inanç ve akıldan almıştır.

Cumhuriyet, asabiyetin en yüksek biçimidir: Bir halkın, kendi kaderine sahip çıkma bilinci. Bu bilincin nabzı hâlâ atıyorsa, o toplum henüz çökmemiştir.

İbn Haldun’un asabiyet teorisi, Osmanlı örneğiyle birlikte incelendiğinde tarihsel bir döngüyü açıkça gösterir:

Toplumlar; ortak ideallerle yükselir, bireysel çıkarlarla çöker.

Yükselişin ahlâkı, fedakârlık ve adalettir; çöküşün kıssası ise konfor ve unutkanlıktır.

Asabiyet, tarihin nabzıdır ve bir toplumun kalbi ortak idealler çerçevesinde ne zaman birlikte atmayı bırakırsa, sahibi olduğu medeniyet de o anda ölmeye başlar.

Bugün bile toplumların yükselişinde belirleyici olan şey, İbn Haldun’un altını çizdiği o eski kuraldır: Birlikte inanmak, birlikte yaşamak, birlikte üretmek. Teknoloji, hukuk, ekonomi; bunların hepsi ancak bir “biz” bilinciyle anlam kazanır.

İbn Haldun’un “asabiyet” kavramı, yalnızca geçmişi açıklamakla kalmaz; bugünün de aynasıdır aynı zamanda.

Zira her çağın asabiyeti farklıdır:

Bir zamanlar soy ve inanç, sonra vatan ve özgürlük; bugünse belki ortak insanlık idealidir.

Ancak ilke değişmez:

Birlikte var olan yaşar; ayrılığa, ayrışmaya sığınan ise kaybeder. Ortak asabiyetini kaybeden her toplum mutlaka çöker.

Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap