Özellikle bu tarihin seçilmesinin nedeni, 15 Aralık 1893’te Danimarkalı dil bilimci Vilhelm Thomsen’in Göktürk Kitabeleri olarak da adlandırılan Orhun Yazıtları’nın bütün dil özelliklerini çözümlediğini tüm Dünyaya duyurmasıdır ki bu olay Türk dil tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Çünkü Orhun Yazıtları yalnızca bir alfabenin değil, bir zihniyetin, bir dünya görüşünün ve bir toplumsal hafızanın taşlara kazınmış halidir.
Orhun Yazıtları, dilin yalnızca bir iletişim aracı olmadığını; aynı zamanda iktidarın, ahlakın, toplumsal düzenin ve tarih bilincinin gelecek kuşaklara aktarılmasını, taşınmasını sağlayan mihenk taşları olduğunu gösterir. Bu metinlerde Türk dili, soyut düşünceyi ifade edebilen, nedensellik kurabilen, eleştirel aklı barındıran ve geleceğe seslenebilen bir yapı olarak karşımıza çıkar. “Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe” ifadesi, yalnızca şiirsel bir anlatım değil; kozmoloji, kader anlayışı ve insan iradesi arasındaki ilişkiyi de kuran felsefi bir çerçevedir. Dil burada hem metafizik hem politiktir.
Tarihsel açıdan bakıldığında Türk dili, göçebe toplulukların hareketliliği içinde parçalanmak yerine çoğalarak var olmuştur. Bu durum, dilin kültürel uyumluluğunu, esnekliğini ve coğrafi sınırları da aşan kapsayıcılığını gösterir. Türkçe, Türk milletinin tarih boyunca temas ettiği bütün coğrafyalardan kelimeler almış, ancak aldığı kelimeleri kendi ses düzenine, kendi düşünme biçimine uyarlamıştır. Bu, dilsel bir asimilasyon değil; aksine güçlü bir kültürel dil birikiminin de özümsenmesidir. Türk dilinin tarih boyunca Göktürk, Uygur, Arap, Latin gibi farklı alfabelerle yazılmış olması dilin özünden kopmadığını, biçim ile ruh arasındaki farkı koruyabildiğini gösterir. Alfabe değişmiş, fakat dilin dünyayı kavrayış biçimi yaşamaya devam etmiştir.
Sosyolojik açıdan Türkçe, topluluk bilincinin kurucu unsurudur. Sözlü kültür geleneği, destanlar, atasözleri, deyimler ve halk anlatıları, toplumsal değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlamıştır. Türkçe, bireyi yalnızca kendisiyle değil; geçmişiyle ve topluluğuyla da ilişkilendirir. “Söz uçar, yazı kalır” anlayışı, Orhun Yazıtları ile birlikte tersine çevrilmiş; söz, taşa kazınarak hem kalıcı kılınmış hem de kamusal bir sorumluluğa dönüştürülmüştür. Yazıtlar, yönetenlerin halka hesap verdiği nadir tarihsel örneklerdendir. Bu durum, belki de o dönemin şartları gözönüne alındığında, Dünya üzerinde dilin demokratik bir işlev de üstlendiğini gösteren tek somut göstergedir.
Politik düzlemde Türk dili, egemenliğin ve bağımsızlığın simgesidir. Bir toplumun kendi diliyle düşünebilmesi, kendi kavramlarını üretebilmesi, siyasi bağımsızlığın en derin katmanıdır. Tarih boyunca dilini kaybeden toplumların kimliklerini de yitirdiği görülmüştür. Türkçe ise farklı dönemlerde baskılara, yasaklara ve küçümsemelere maruz kalmasına rağmen varlığını sürdürmüş, her seferinde yeniden ayağa kalkmıştır. Bu direnç, dilin yalnızca devlet politikalarıyla değil, aynı zamanda halkın gündelik yaşamıyla da yaşatıldığını gösterir.
Antropolojik açıdan Türkçe, insan-doğa ilişkisini merkeze alan bir dil evreni kurar. Dağ, su, rüzgâr, gök, toprak gibi doğa unsurlarının dildeki yoğunluğu, insanın kendisini evrenin merkezine değil, onun bir parçası olarak konumlandırdığını gösterir. Bu durum, Türk kültüründe hâkim olan denge ve uyum anlayışının dilsel yansımasıdır. Orhun Yazıtları’ndaki doğa göndermeleri, günümüz Dünyasında tüm toplumların yapmaya ve hayata geçirmeye çalıştığı, insanın doğa karşısındaki hem güçsüzlüğünü hem de sorumluluğunu aynı anda vurgulayan bir manifesto görünümündedir.
Dilbilimsel olarak Türkçe, Dünya üzerinde çok az dilde görülen eklemeli yapısıyla düşünceyi adım adım kurma imkânı tanır. Bu yapı, soyut kavramların somut bir mantık zinciri içinde ifade edilmesini sağlar. Türkçe, yüklemi sona bırakarak dinleyiciyi düşüncenin yolculuğuna dahil eder; anlam bir anda değil, süreç içinde açığa çıkar. Bu özellik, dilin yalnızca sonucu değil, düşünme sürecini de önemseyen bir zihniyeti yansıttığını gösterir.
UNESCO’nun 15 Aralık’ı Dünya Türk Dili Ailesi Günü olarak ilan etmesi, bu çok katmanlı mirasın evrensel düzeyde tanınması anlamına gelir. Bu karar, Türkçenin yalnızca Türklerin değil, insanlık kültürünün ortak hafızasında önemli bir yere sahip olduğunu ve olmaya da devam edeceğini kabul etmesi bakımından da önemli ve değerlidir. Aynı zamanda modern dünyada hızla tek tipleşen dil evrenine karşı da ayrıca bir uyarıdır. Dünya üzerindeki her dil, insanlığın dünyayı algılama biçimlerinden biridir. Günümüzde de zaman zaman çeşitli nedenlerle bazı dillerin yok olduğunu, unutulduğunu görüyoruz. Tanık olduğumuz her bir dilin kaybı, bir kültürün, bir düşünme biçiminin de kaybıdır aynı zamanda.
15 Aralık, bu nedenle yalnızca geçmişi anma günü değildir. Bu tarih, hem tüm Dünya geneline hem de Türk milletine karşı yapılan, Türkçenin geleceğine dair bir sorumluluk çağrısıdır. Bu çağrı aynı zamanda Türk diline de yüklenen bir evrensel sorumluluktur. Dilini korumak, onu zaman zaman hatırlanan cansız, sönük, donmuş bir müze nesnesine çevirmek değil; aksine onu düşünceyle, bilimle, sanatla ve ahlakla beslemektir. Orhun Yazıtları’ndan bugüne uzanan çizgi, Türkçenin ancak yaşatıldıkça var olacağını göstermektedir. Dünya Türk Dili Ailesi Günü, bu bilincin küresel ölçekte yeniden hayat bulmasıdır.
Ancak bu anma ve hatırlayış, yalnızca sıradan sembolik törenler ve temsili kutlamalarla sınırlı kaldığında, anlamını ve gerçek bağlamını yitirir. Dilin yaşaması, onu kullanan toplumun zihinsel ve kültürel canlılığıyla doğrudan ilişkilidir. Türkçenin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike, dış baskılardan çok içteki aşınmadır. Kavramların içinin boşaltılması, düşüncenin yüzeyselleşmesi, kelime dağarcığının daralması ve ifade gücünün zayıflaması, bir dilin yavaş yavaş, içten içe gerilemesinin en belirgin işaretleridir. Dil bozulduğunda yalnızca kelimeler değil, aynı zamanda düşünme biçimleri, anlatım ve anlam da zayıflar, yetersiz kalır.
Modern dünyada teknoloji, hız ve tüketim kültürü, dili bir araç olmaktan çıkarıp bir nesneye dönüştürme eğilimi taşır. Kısaltmalar, yüzeysel ifadeler ve duygudan yoksun anlatım biçimleri, düşüncenin derinliğini zayıflatır, törpüler. Türkçenin tarihsel gücü ise tam tersine, derinlikten beslenir. Bu dil, aceleye gelmez; anlamı yavaş yavaş kurar, sabır ister, düşünmeyi zorunlu kılar. Bu nedenle Türkçeyi yaşatmak, aynı zamanda düşünmeye zorunlu olarak kapı açmak anlamına gelir.
Eğitim politikaları, bu noktada yalnızca müftedatlara sıkıştırılmış, düşünme ve estetik dengesini yoksayan, sadece gündelik kullanım modeline hapsedilmiş dil öğretimini değil, dil bilincini merkeze almak ve bu doğrultuda yeni bir programa geçmek zorundadır. Türkçeyi doğru konuşmak ya da yazmak, teknik bir beceri değil; kültürel ve ahlaki bir sorumluluktur. Bir toplumun kendisiyle kurduğu ilişkinin aynası, kullandığı dildir. Dil özensizleştiğinde, kelimeler birkaç harf ile yazılıp kullanıldığında, insanın kendisine ve başkasına gösterdiği özen de, verdiği değer de azalır.
15 Aralık’ın Dünya Türk Dili Günü olarak kabul edilmesi, bu nedenle geçmişin bir anısı değil, geleceğin bir çağrısıdır. Orhun Yazıtları’nda taşlara kazınan ses, bugün hâlâ hayatın her aşamasında geçerliliğini korumaktadır. Diline sahip çıkmayan, düşüncesini kaybeder. Düşüncesini kaybeden ise tarih sahnesinde yalnızca bir iz olarak kalır. Türkçemiz, bizim için bu izi canlı tutan en güçlü ortak hafızadır.
Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.