Denizde Bir Adam!

Sabah daha gün doğmadan yavaşça, kayarak kalktı yataktan. Yanında yatan eşini uyandırmamaya gayret ederek. Olabildiğince sessiz şortunu ve tişörtunu giyip, akşamdan hazırladığı çantasını alıp mutfağa geçti. Kahvesini içerken bir yandan da öğle yemeği olacak olan sandviçini hazırladı ve sessizce kapıyı çekip çıktı.

 

Tüm hafta boyunca sadece bu günü düşünmüştü. Kendine ayırdığı ve sadece kendinin olan bu günü.

 

Arabasını park edip de uzaktan onu gördüğünde yüreğinde bir ferahlama, mutluluk hissetti.

 

Orada öylece ölü dalgalarla dansediyor ve onu bekliyordu tüm hafta boyu.

 

Merhaba özgürlüğüm benim dedi gülümseyerek. Sandalının ipini çözüp atladığı gibi küreklere asıldı, dilinde o anda uydurduğu özgürlük türküsü. Var olan küçücük motorunu çalıştırmayı bir türlü beceremiyordu, kabahat kendisinin mi yoksa motorun mu bir türlü çözememişti. Ama motorunun olmayışı hiç umurunda değildi. Böyle de aynı keyfi alıyordu nasılsa.

 

En çok günün doğuşunu seyretmeyi seviyordu denizin ortasında. Yorulup da canı artık durmak isteyince durdu.

 

Küçücük sandalının içinde öylece oturdu. Dünyayla, şu içinde yaşadığı kara dünyasıyla hiç ilgisi yok şu anda. Şu an sadece sonsuz mavilikler var etrafında. Kafasını yukarı kaldırdığında gördüğü masmavi gökdenizi ve aşağıda da onun aynası olan yerdenizi.

 

Hayatı dışardan öyle olabildiğine sınırsız izleyebiliyordu oturduğu sandalın üzerinden. Kafasındaki geniş kenarlı hasır şapka da onu dış gözleyicilerden koruyan bir burka gibiydi. Sınırlı görme alanına rağmen gördükleri onun "işte hayat!" demesine yetiyordu.

 

Hava birazcık ısınır ısınmaz, tüm canlılar mutluluk şarkıları söylemeye başlıyordu. Tepesinde uçuşup duran martılar, eşiyle birlikte, onun duyamadığı ama inanılmaz güzel olduğunu düşündüğü şarkılar söyleyen kırlangıçlar.

 

Kırlangıçlar...

 

Aklına bir yerlerde okuduğu kırlangıçlarla ilgili bilgi düşüveriyor.

 

Doğada bir kez evlenen bir kuş türüydü kırlangıçlar. Yuvayı birlikte yapıyor, bebek kırlangıçlarını birlikte büyütüyor, besliyor, onlara bildikleri her şeyi öğretiyor sonra da hep birlikte artık soğumaya başlayan evlerini terkedip daha sıcak olan ve orada yaptıkları kendilerini bekleyen yuvalarına dönüyorlardı.

 

Bir kırlangıç ailesinin yuvasına nedense başka kırlangıçlar yuva yapmıyordu.

 

Gençken oradan ayrılan kırlangıç, anne babasını kaybetse bile doğduğu yere dönüyor ve anne babasının evinde yaşıyordu.

 

Ya da anne ya da baba kırlangıç birbirlerini bekliyordu yeniden yavru yapmak için.

 

Neden?

 

Acaba ilk eşlerini ince eleyip sık dokuyarak, doğanın onlara verdiği yetiyi de kullanarak, kendilerine en uygununu bulana kadar arıyorlar da onun için miydi?

 

Peki insan neden kaybetmişti bu yetiyi? Neden ilk seçilen eş yanlış oluyordu çoğunlukla.

 

Toplum hem kadına hem de erkeğe hemen birlikteliği, evliliği dayattığı için mi?

 

Yoksa ilk uyanan cinsel güdüleri onları yanılttığı için mi?

 

Yoksa kırlangıçlar kadar sosyal olamadıkları için miydi?

 

Yapabilseydi bir kırlangıç olmak isterdi.

 

Kendine bakıyordu. Kendi içine. Kendi evine.

 

Şehirden nasıl da kaçarcasına uzaklaştığına.

 

O gürültüden, tekdüzelikten kurtulmaya nasıl can attığına.

 

Kendine tek başına kurabildiği tek dünyanın, tek yuvanın şu sandalın üstü oluşuna şaşıyordu.

 

Yıllarını geçirdiği o kentte artık nasıl da boğulur gibi olduğuna hayretle bakıyordu.

 

Severek evlendiği eşi ve doğumlarında ona büyük mutluluklar yaşatan çocukları şimdi kendi hayatlarını yaşıyorlardı..

 

Kentin kendi içinde süren o uğultusu öylesine yorucuydu ki, şehirde olmak değil, şehirde olmanın düşüncesi bile yoruyordu onu şimdi, şu sandalın üzerinde.

 

Bir ara kadınları düşündü.

 

Acaba tüm kadınlar yüzyıl uyuyup da prensinin öpücüğüyle uyanan ve aradaki zamanı kapatmak için habire konuşup duran prensesler gibi miydiler?

 

Ya da erkekler önceleri ilgili, meraklı sonraları umursamaz mı oluyordu?

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap

Sosyal Medyada En Çok Bu Hashtag'lerle Arandık!