Tarihte birçok devlet, hukuku bir denge unsuru olarak değil, bir baskı mekanizması olarak kullanmıştır. Yöneticiler, hukuku sadece kendi iktidarlarını sağlamlaştıran bir duvar olarak gördüğünde, adalet kavramı ortadan kalkar. Bu durum, halkın gözünde hukuku itibarsızlaştırır ve sonunda yasaların yaptırım gücünü kaybetmesine sebep olur. Çünkü adaletin olmadığı bir toplumda, yasa korku yaratabilir ama itaat doğurmaz.
Örneğin, Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, hukukun yozlaşmasıyla başlamıştır. Roma'da hukuk, başta "herkes için eşit" bir sistem olarak kurulmuşken, zamanla güçlülerin kendi menfaatleri doğrultusunda hukuku bir araç olarak kullanmalarıyla birlikte, Roma İmparatorluğu bir çöküş sürecine girdi. Aynı şekilde, günümüzde de etki - tepki ve sonuç bağlamında modern devletlerde de hukuk sadece iktidarı korumak için kullanıldığında, halkın güveni sarsılır ve devletin otoritesi bozulmaya başlar .
Bir devletin meşruiyeti nereden gelir? Güçten mi, yoksa hukuktan mı? Otoriter rejimlerde meşruiyetin kaynağı, hukuktan ziyade, zor kullanıma dayalıdır. Yönetim, hukuku kendi çıkarına göre şekillendirdiğinde, halkın gözünde adaletin bir anlamı kalmaz. Bu durumda, yasalar sadece yöneticinin istediği doğrultuda işler ve hukuk devleti olmaktan çıkar, "kanun devleti" haline gelir. Yani yasalar vardır, ama yalnızca iktidarın çıkarlarına hizmet eder.
Demokratik devletlerde ise hukukun amacı, halkın çıkarlarını koruyarak yönetenlerin gücünü sınırlamaktır. Hukukun üstün olduğu bir devlette, yöneticiler bile yasalar karşısında eşittir. Ancak pratikte, bu her zaman işlemez. Modern demokrasilerde dahi, güçlü ekonomik ve siyasi elitler hukuku kendi lehlerine çevirebilir. Bunun en bariz örneklerinden biri, büyük şirketlerin kâr marjlarını, kamu yararından daha önemli ve öncelikli görmeleri nedeniyle, lobi faaliyetleriyle yasaları kendi çıkarlarına uygun hale getirmesidir.
Eğer bir devletin varlık nedeni halkın güvenliği ve refahı ise, hukukun da bu amacı destekleyen bir yapıda olması gerekir, daha doğru bir ifadeyle belirtmek gerekirse, olmak zorundadır. Ancak hukuk, sadece bir baskı unsuru olarak kullanıldığında, halkın devlete olan bağlılığı sarsılır ve devlet meşruiyetini yitirir. Meşruiyetin kaybolduğu yerde, hukuk sadece kâğıt üzerinde kalan yazılı bir metinden ibarettir.
Yöneticiler genellikle hukuku ya bir engel olarak görür ya da kendi iktidarlarını güvence altına alan bir mekanizma olarak kullanırlar. Bu noktada iki temel sorun ortaya çıkar:
1. Devletin hukuka tabi olması mı gerekir, yoksa hukuk devlete mi hizmet etmelidir?
2. Hukuk, halkın haklarını mı korur, yoksa devleti mi kutsallaştırır?
Otoriter devletlerde, hukuk genellikle devleti kutsayan ve onun varlığını her koşulda koruyan bir yapı olarak inşa edilir. Yani yasalar halkın özgürlüğünü değil, devletin gücünü güvence altına alır. Bu tür sistemlerde, hukukun temel amacı birey haklarını korumak değil, devlete itaat etmeyi zorunlu kılmaktır.
Özgürlükçü devletlerde ise hukuk, bireyin haklarını devlet karşısında güvence altına almalıdır. Hukukun temel işlevi, yönetimin keyfi davranışlarını engellemek ve yöneticileri hesap verebilir kılmaktır. Ancak bu noktada akla şu soru gelir; ideal olan bu durum her zaman uygulanabilir mi?
Ne yazık ki modern dünyada bile, hukukun devlete hizmet eden bir mekanizma olduğu sıkça görülür. Örneğin, bazı ülkelerde anayasal haklar kağıt üzerinde olsa da, uygulamada yasalar sürekli yöneticiler lehine yorumlanır. Basın özgürlüğü garanti altına alınmış gibi görünse de, fiilen bağımsız gazeteciler baskı görür. Böyle bir ortamda, hukuk yalnızca bir vitrin süsü olmaktan öteye gidemez.
Tarih boyunca, hukukun çökmesi devletlerin de çökmesine yol açmıştır. Bir devletin yasaları adaleti sağlamak yerine keyfi hale geldiğinde, halkın hukuka olan inancı yok olur ve sistem yavaş yavaş çöker.
Adaletin olmadığı yerde kargaşa başlar.
Hukukun taraflı olduğu yerde, halk kendi adaletini arar.
Devletin kendi koyduğu yasalara bile uymadığı yerde, halk devlete güvenini kaybeder.
Örneğin, Fransız Devrimi’nin temel sebeplerinden biri, monarşinin hukuku kendi lehine kullanarak aristokrasiyi kayırmasıydı. Halkın hukuka olan güveni kaybolduğunda, artık yasaların bir anlamı kalmamıştı ve devrim kaçınılmaz hale gelmişti. Benzer şekilde, 20. yüzyılın birçok totaliter rejimi, hukuku sadece bir baskı aracı olarak kullanmış ve sonunda halk hareketleri ile yıkılmıştır.
Bir devletin ayakta kalabilmesi ve hayatiyetini devam ettirebilmesi için, hukukun devletten daha güçlü olması gerekir. Devlet, hukuk içinde hareket etmeli ve hukuk karşısında hesap verebilir olmalıdır. Eğer hukuk, devletin çıkarlarına göre şekillendiriliyorsa, o devlette adalet yalnızca yanıltıcı bir araç haline gelir.
Gerçek hukuk devleti için gerekli olan unsurlar şunlardır:
Bağımsız yargı: Yargıçların siyasi baskıdan uzak olması gerekir.
Şeffaf yasalar: Hukuk, açık ve anlaşılır olmalıdır; gri alanlar yöneticilerin lehine kullanılmamalıdır.
Hesap verebilir yönetim: Yöneticiler yasalar karşısında ayrıcalıklı olmamalıdır.
Hukukun üstünlüğü: Devletin kendi koyduğu yasalara uyması gerekir.
Eğer bu unsurlar eksikse, hukuk yalnızca yöneticilerin elinde bir güç aracına dönüşür ve devlet zamanla kendi iç çelişkileriyle çökmeye başlar.
Sonuç olarak, hukuk devletin bir süsü değil, temel taşı olmalıdır. Hukukun üstün olmadığı bir devlet, sadece bir güç mekanizmasıdır ve eninde sonunda bu güç, devleti yönetenlerin elinde bireysel güç unsuru olur.
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.