Eğlence Hayatımız, Anlayışımız

Eğleniyor Muyuz, Yoksa Eğlenmeyi Bilmiyor Muyuz?

Çok Gülersen Ağlarsın, Ciddi Ol, Sırıtma, Yemekte Konuşma, Sus…

Tüm bu ve benzeri ikazları duyarak büyüdük. Gezilerimde hep dikkatimi çekmiştir; İran, Türkiye ve İspanya asık suratlı insanlar ülkesiydi. Hele İran o eski süslü, parlak ihtişamı bir kenara bırakırsak, bugün eski mabetler hariç renksiz, özensiz bir ülke. İspanya’da bilhassa kadınlara bir şey sormaya bile çekinirdik; dövecek gibi bakarlardı. Şimdi daha makul davranıyor İspanyollar. Ülkemizde de durum benzerdir. Fakat şehirleşme mi, yurtdışına gidiş gelişler mi, yoksa turizm mi, şimdilerde bu durum değişmeye başladı. Ama yine de selam alıp veren, bir “Günaydın” diyen yok. Hatta selam versen alacaklı sanırlar veya selam almazlar ki borçlu çıkmasınlar!

Her ülkenin tarihi, kültürü, yaşamı farklı tabii. Şimdi biz kendimize odaklanacak olursak, bence durumumuz kötü. Eğlenmek ayıp, mutlu olmak saklanacak bir şey. Halbuki mutluluk paylaşıldıkça çoğalır. Rabbin verdiği tüm nimetleri bilip şükredebilmek bile sadece bir mutluluk kaynağı olmalıdır. Selamı yaygınlaştırmanın emredildiği bir dinimiz var, ama sakınıyor veya çekiniyoruz. Halbuki peygamberin arkadaşları yolda yürürken aralarına bir ağaç girse bir an ayrılsalar, yeniden bir araya geldiklerinde selamlaşırlardı. ”Seni Allah için seviyorum.” derlerdi birbirlerine bir çıkar ummadan.

Ben son dönem ülkemizde eğlencenin ve eğlenen, eğlendirenlerin durumuna şöyle bir göz attım. Sizinle paylaşayım. Burada sadece olan biteni tüm çıplaklığıyla aktarmaya çalıştım, kanun, kural, din, örf gözetmeden. Bu bir özetlemeden ibaret.

Osmanlı zamanında tekke, imarethane (aşevi), hamam, lonca, sürek avı, kıraathaneler, meddah, zenne, tiyatro (karagöz), meyhaneler, kerhaneler, keşhaneler, yemek davetleri, sünnet, okula başlamak, mezuniyet, hatim, mukabele, hafızlık, kandiller, düğün, ölüm taziyesi, mevlidler… cemiyette topluca bir araya geldiğimiz veya münferiden gerçekleştirilen eğlencelerimizdir. Eğlence derken yanlış anlaşılmasın, hastalık, ibadet, tahsil, geçim derdi dışındaki hayatımızı kastediyorum.

Cumhuriyet dönemindeyse kahvehane, radyo, sinema (yazlık dahil), tiyatro, randevu evi, pavyon, gazino, lokanta (esnaf dahil), dernek/vakıf, mezuniyet, lunapark, sirk, stadyum, tv, arena, kütüphane, avm, spa, outdoor, camping, av, spor, ana okulu, üniversite kantini, okul/şirket kulüpleri, fuar, panayır/festival, restoran, kafe (internet dahil), porno (internet), web surfing, evde eğlence, altın günü, sosyal medya… Bireysel veya kolektif eğlence olarak sayılabilir.

Eğlencenin tarifi nedir, neden ihtiyaç duyulur. Coğrafya, toplum yapısı ve kültür tarifini, şeklini ne şekilde etkiler, neye yarar, bireye ve sosyal hayata katkısı nedir, gelecekte nasıl eğlenilecek?

Bu soruları aklımda tutarak önce İBB yayınlarından çıkan İstanbul Eğleniyor (1870-1955 Cilt 1) adlı kitaba, sonra Hovarda Alemi isimli çok ilginç bir kitaba (*) bakalım diyorum. İstanbul Eğleniyor kitabının yazarı kısa süre önce kaybettiğimiz değerli akademisyenlerimizden Prof. Özlem Kumrular.

Kumrular çalışmasını şöyle tanımlıyor: “İstanbul’da eğlencenin tarih ve coğrafyası olarak adlandırabileceğimiz mütevazi bir çalışma.”. Kaynakları da daha çok 1870-1955 arasında yazılan ve sosyal hayatı anlatan romanlara, incelemelere dayanıyor. 576 sayfa büyük boy resimli kitabın ana başlıkları şöyle:


• İstanbul’un eğlence dünyasına girilecek kapı Cadde-i Kebir’dir. Bunda herkes birleşir. Burası 1927 yılında İstiklal Caddesi adını almıştır.

• 1930’larda Beyoğlu’nda birçok eğlence yerinin el altından geceyi geçirecek uygunsuz yerler temin ettiğini bilmeyen yoktur. Sadece garson olarak çalışan kızların müşterilerle geceyi geçirmesi sağlanmakla kalmaz, aynı zamanda anlaşmalı randevu evlerine yönlendirme servisleri de varmış.

• Ahmet Mithat Efendi’den öğrendiklerimize göre; Beyoğlu’nun ahalisi yüz bin nüfus ise binden fazla aleni fahişesi ve yirmi bin civarında da zina yapan adam vardır.

• Beyoğlu’nda gece uzundur. Tiyatro’da başlar, lokantada devam eder; bir yerden diğerine sıçrayıp geceyi “sabahçı kahvelerinden” birinde sızarak geçirebilir ya da kumarcıların “bitirim yeri” dediği yere gidebilirsiniz, derler.

• Cihan Savaşları yıllarında İstanbul’da bulunan Orta Avrupa kökenli kadınlar eğlence sektöründe kendilerine sığınacak bir dam bulmuşlar.

• İşgal kuvvetlerinin varlığından memnun olan azınlıklar eğlencenin merkezi Pera’da gününü gün ederken,

• Taksim Meydanı’ndaki eski Topçu Kışlası’nda deve güreşlerinin yapıldığına bile şahit olunmuş.

• Hakkı Sunata 1920 yılının ramazanını halkın biraz nefes aldığı bir zaman dilimi olarak gösterir: Ramazan öteki ramazanlardan daha parlak geçti. Hele akşamdan sonra Şehzadebaşı ve Direklerarası alemi pek kalabalık ve neşeliydi. Gecenin müptezel koketleri her cinsten yek diğerine cilve ve işve yapmakta pek çok maharet gösterdiler. Çalgılı kahvehaneler daha da çoğaldı. Eğlence yerleri, at cambazhaneleri daha da arttı. Aynı şekilde camilere iştirak de artmıştır. Terakki, maddilik ve manevilik, nur ve zulmet cihetlerinde mütenasip gidiyordu.

• Anadolu’da milli mücadele devem ederken Atatürk’ün İstanbul’a küskünlüğünün en büyük nedenlerinden biri de bu acı yıllarda direnişe yardımcı olmayan kitlelerin sürdüğü sefahat ve eğlenmeleri imiş.

• Çarlık Rusya’sının yıkılmasıyla ülkesini terk eden Beyaz Ruslar sayesinde Osmanlı Başkenti eğlence açısından en şaşaalı dönemine ulaşır. Beyoğlu her gece tiyatroları, şık gece kulüpleri, eğlence kabareleri, lüks lokantaları ve pastaneleriyle bir Avrupa caddesiydi.

• Beyaz Rus hareminin kollarına düşen erkekler varını yoğunu yitirirdi.

• Beyaz Ruslar için dört yüzün üstünde tombala kulübü açılır. Bu işi afitap hanımlar yaptığı için tombala Divanyolu, Aksaray, Kocamustafa Paşa gibi muhafazakar bölgelerin kahvehanelerini bile doldurmuş, hatta “milli afet” ilan edilmiş.

• 1921’de işgal kuvvetleri kumara dur demek için tombalayı yasaklar, ama boşluk hemen doldurulur hamamböceği yarışları, rus kadın güreşleri başlamış.

• Ruslar tabuları yıkmış, kadınlı erkekli yan yana oturup eğlenir, içer, açık saçık denize girerler.

• 1930’lu yıllarda Moda Deniz Kulübü, Caddebostan Plaj Gazinosu, Büyükada Anadolu Kulübü’nde caz çalınmaya başlamış, Jazz Singer adlı film Beyoğlu Elhamra Sineması’nda Caz Mugannisi adıyla oynamış.

• “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasının etkisiyle 30’lu yıllarda eğlence mekanı isimleri Türkçeleşiyormiş, çalışma şartları zorlaştırılmıştır. Eğlence yerleri valiliklerce düzene sokulur, açılış kapanış saatleri sınırlanmış.

• Cadde-i Kebir’de pasajlar da sosyal hayatın atar damarı olmuş. Panayia Pasajı, Aynalı Şark Pasajı, Fransız Pasajı, Şark Pasajı, Afrika Pasajı, Anadolu Pasajı, Avrupa pasajı, Aznavur Pasajı, Cercle d’orient Pasajı, Çiçek Pasajı, D’Andaria Pasajı, El Hamra Pasajı, Halep Pasajı, Olivia Pasajı vb ile Beyoğlu eğlence, kültür ve ticaret ağını örmüş.

• Turkuaz, Rejans, Degüstasyon, Lebon, Markiz, Nisuaz, Baylan, Hay Layf, Petrograd, Trianon 1930’lar ve 1940’lardaki ünlü restoran ve pastanelerdi. O dönemdeki ünlü kafeler ise şöyledir: Flam, Luxemburg, Eftalipos. O dönemde İstanbul meyhaneleri de ünlüdür ve işletmeleri genellikle Rumların elinde imiş.

• Pavyonların büyükbabaları olan, 19’uncu yüzyılın sonunda ortaya çıkan, Galata’daki ayaktakımın gittiği balozların adının balodan geldiği düşünülür. İşletmecileri genellikle kabadayıların koruduğu yaşlı, güngörmüş, hafifmeşrep gayrimüslim kadınlarmış. Yine aynı dönemde meşhur olan kafeşantanlar içki ve sigara içilen, akrobasi, pandomim ve revü yapılan yerlermiş.

• 1920’de İstanbul’daki birahane sayısı 471’dir. 1930’larda açılan Bomonti Bira Bahçeleri 1950’li yıllara kadar pek çok toplantı, kutlama ve buluşmanın mekanı olmuş.

• 14 Eylül 1920’de içki yasağı (men-i müskirat) kanunu çıkar. İçki veren, satan 4141 mekan kapatılır. İçki tezgah altına iner. (Men-i Müskirat Kanunu, beş buçuk yıl yürürlükte kaldı ama büyük ölçüde de kâğıt üzerinde kaldı, etkili bir biçimde uygulanamadı. 9 Nisan 1924’te kanunda bir değişiklik yapılarak içki yasağına son verildi,. https://t24.com.tr/haber/1920-de-icki-yasaklandiginda-neler-oldu,231138

• Asmalımescit 1900’ların başında eğlencenin ve entelektüel grupların buluşma noktalarına olan yakınlığı ile bohem bir yerdi. 1950’lerde mekanlar el değiştirir ama yazar çizer takımı için geceler yine de burada noktalanırmış.

• Sirkeci lokantalar, meyhaneler, kahveler, birahaneler ve sinemalarıyla gün içinde bir şeyler atıştırmak, iş çıkışı kafa dinlemek için keyifli bir durakmış.

• İçinde gazino da bulunan Belediye (Millet) Bahçeleri 1900’lerden itibaren halk için önemli eğlence mekanları olmuştur. Bu bahçeler Büyük Çamlıca, Tophanelioğlu, Tepebaşı, Taksim, Sultanahmet ve Bakırköy’de vardı.

• Gerçek anlamda ilk Türk işletmesi olan gazinonun 1928’de açılan Sarayburnu Gazinosu olduğu düşünülür.

• 1920’lere damgasını vuran çarlistonla birlikte tango’ da Türkiye’ye girer. Dans merakı sonucu artık dansingler açılmaya başlamış.

• Osmanlı baloyla 1829’da tanışır. Baloya ilk gitmeye cesaret eden padişah II’inci Abdülmecit’tir. Ama Cumhuriyet’in yıldönümlerini baloyla kutlama geleneği sayesinde balo eğlence olmaktan çıkıp neredeyse resmi tören haline gelir. Balolar aile baloları, müessesat-ı hayriye (yardım amaçlı) baloları, resmi balolar ve maskeli balolar olmak üzere dörde ayrılırmış. Rakslı müsamerelere ise hususi balo denirmiş. Bir de kır baloları varmış.

• 1933 yılında Ekrem Reşit Rey ve kısmen Nazım Hikmet tarafından kaleme alınan, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenen Lüküs Hayat opereti meşhur oldu.

• Çay partileri geleneksel Osmanlı yaşamından ve mahallesinden çıkışın sembolü olur. Dini bayramlarda bile hafif alkollü meyveli bir içki olan likörler ikram edilir.

• Bugün Kurtuluş olan bölgenin adı Tatavla idi ve şehre taşan Rum karnavalları düzenlenirdi. Cumhuriyet kurulduktan sonra Tatavla, Pera, Galata’da karnavallar sürse de eski şatafatını kaybetmiş.

• 1935 yılında yılbaşı tatilinin resmi olarak kabul edilmesiyle yılbaşı kutlamaları resmiyete bürünür ve yaygınlaşır.

• 1914’te kurulan Darülbedayi ile başlayan tiyatro, İstanbul Şehir Tiyatroları olarak bugüne kadar gelir. El ilanları ile duyurulan ve başlı başına bir eğlence addedilen tiyatro bir buluşma yeri olmuştur. Kantocular, operetçiler bu dönemde yaygınlaşmış.

• 1908’den 1950’ye kadar Pangaltı, Şişli, Fatih sinema bölgesi olmuş.

• Kahvehanelerde her türlü eğlence varmış. Aşık kahvehaneleri daha sonra her türlü enstrümanın çalındığı “çalgılı kahvehanelere” dönüşmüş.

• Meddah kahvehaneleri önce Tahtakale’de, sonra da eğlencenin sur içindeki merkezi olan Şehzadebaşı’nda imiş.

• İstanbul’a İzmir’den gelen yayılan esrarkeş kahvelerinde mekanlar satışa izin vermez, oralarda esrar sadece içilirmiş.

• Kahvehane ve kıraathanelerden (okuma evleri) sonra çayhaneler de önce Şehzadebaşı, Beyazıt, Çemberlitaş ve Direklerarası’nda yayılmış.

• Büyükdere uzun yıllar gazinolar, mesire yerleri, kır eğlenceleri için eğlencenin merkezi olmuş.

• Kadıköy, Kadıköy Çayırları, Kuşdili Çayırı, Kalamış ve Moda hep piyasa yeri muamelesi görmüş, insanlar buralarda hoş vakit geçirmişler.

• İstanbullu Rumlar’ın başlıca sayfiye yani yazlık tercihleri Boğaz’da Yeniköy, Tarabya, Büyükdere ve Adalar’dı. Boğazdaki üç kıyı köyü , daha çok yüksek gelirli ailelerin tercihiydi. Adalara halk vapur gezileri düzenlerdi.

• Balat, Kumkapı, Yedikule, Samatya, Yenikapı meyhaneleri, deniz ürünleri ve mezeleri ile ünlüydü.

• Hristiyan olarak vaftiz edilen ve bir aziz ya da azizenin adını taşıyanların bir isim günü vardır. Osmanlı toplumu içinde yaşayan Hristiyanlar için bir dayanışma unsuru olarak önemliydi. İsim günü yortulara isabet edenler için bu gün daha da anlamlıydı. İşin ilginci Türk romanlarından anladığımız kendi kültüründe olmayan bu isim gününü kutlayan Türkler türemişti. Üstelik bunu “çağdaşlık” olarak görmüşlerdi.

• 1956’da İstanbul, İzmir ve Ankara’da strip-tease (striptiz) salgını başlamıştır. Bunun nedeni üç şehirde gösteri yapan Zambella revü grubuyla gelen Colette Jerry’dir. Sonradan bu Semiramis Pekkan, Özcan Tekgül ve İnci Birol gibi dansözlerin de katıldığı bir furyaya dönüşmüş.

• Yemekli, şarkılı gazinolar 1950’lerden itibaren canlandı ve Fahrettin Aslan ekolü gazino kültürünü şekillendirdi. Halk gazinolarda Zeki Müren, Gönül Yazar ve Emel Sayın gibi bir çok ünlüyü canlı izleyebiliyordu.

İstanbul Eğleniyor kitabının özeti kısaca böyle.

Diğer kitaba gelince, Osman Özarslan’ın Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’ndeki yüksek lisans tezine dayanan Hovarda Alemi kitabı ise memleketin çoğunluğunu teşkil eden Anadolu’da toplumun eğlence hayatını analiz ediyor. Osman Özarslan’ın Pamukkale Üniversitesi’ndeki sosyoloji doktorası konusu da oldukça ilginç; Organ Bağışı-Kaçakçılığı ve Biyo Kapitalizm; yazdığı kitaplar arasından Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler ilginç. Kendisi şimdi konumuz kitabın geçtiği mekan olan Burdur’un Çandır ilçesinde yaşıyor.


Taşrada Eğlence ve Erkeklik

Bu bölüme şöyle başlıyor yazar: Ben doğduğum sırada, babam kamyonculuktan iflas etmiş bir nakliyeci olarak taşrada bir meyhane işletmeye çalışmaktaydı. Çok küçük yaşlardan itibaren, yaşımın ve fiziki durumumun el verdiği ölçülerde meyhanede babama yardım ettim ve gece hayatına ilişkin ilk gözlemlerimi bu sırada edindim.

Alevi-Türkmen kültürünün karakteristik özelliklerini taşıyan Teke yöresinin kültürel iklimi; alkol tüketimi, hovardalık ve kumar gibi işleri erkeğin elinin kiri olarak hoş görürdü. Bu iklimin sağladığı “hoşgörü” ortamında, Çavdır ve civarındaki meyhanelerde işler, 80’ler boyunca ve 90’ların ortalarına kadar mevsimlere ve hasada bağlı olarak yazın hareketli; kışın “olanına bereket” kabilinden sürdü gitti. Ne var ki, 90’lardan itibaren taşrada alkollü lokantalar iş yapmamaya başladı. Çünkü kimi meyhaneler, müşterilerin yanına müşteri kılığında konsomatris kadınlar oturtmaya başlamışlar, rekabet oluşturmuşlardı.


Sonra diğer değişimleri şöyle anlatıyor:

İlk köklü değişim, mekânın işletme mantığında ortaya çıktı. Eskiden meyhanelerde, bira ya da rakı eşliğinde içkiye uygun mezeler tüketilir, fonda hafif bir müzik çalar ve memleketin nasıl kurtulacağı, evdekilerin dırdırı, çocukların dersleri, hanenin borçları vb. hakkında uzun uzadıya sohbet edilirdi. Bu akşamcılık kültüründe asıl önemli olan şey, muhabbet etmekti. Bu muhabbet erkekler arasında olur; zaten işletmeci, çalışanlar ve müşteriler arasında çok istisnai durumlar hariç kadın bulunmazdı. Denilebilir ki, meyhaneler erkeklerin mahrem kamusal alanlarıydı.

Ne var ki, meyhanelerden gazinolara (taverna) dönüşen işletmelerde, ortama gürültülü bir müzik eşlik ediyor; kimse kimsenin ne dediğini anlamıyor, hatta belki anlamak istemiyor; erkekler, bütün dikkatini masaya oturtulan konsomatris kadına veriyor, kadının masada oturmaya devam etmesi için yüksek miktarda paralar harcıyor ve bu esnada da konsomatris kadınları ayartmaya çalışıyorlardı. Artık kadınlar taşranın kamusal alanında sıklıkla ve daha çok sayıda görünmeye başlamışlardı.

2000’lerden sonra konsomatrisleri önce internet kafelerde, arkasından kuaförlerde, arkasından kendi kullandıkları ve çoğunlukla neredeyse hurdaya dönmüş otomobillerinde ve son olarak da akşama müşteri ayartmak için çıktıkları taşra kahvehanelerinde okey masasının köşesinde otururken görmeye başladık.

Kadınların aslında bu taşra kamusal alanındaki aykırı görüntüsünün taşra gece hayatının kadın ve erkek aktörleri arasındaki eğlence anlayışındaki ciddi değişimlerin bir sonucu olduğunu fark ettim. Meyhanelerden gazinolara doğru gerçekleşen dönüşümle birlikte, eğlencenin yapısı, işletmenin yapısı, çalışanların profili ve hepsinden önemlisi gece hayatının müdavimi olan erkeklerin alemciliğe yükledikleri anlam ve birbirleriyle ilişkileri köklü bir değişime uğramış gibi görünüyordu.


Yazar daha sonra değişen eğlence biçimi ile sıkıntı kültürü arasında bağlantı kuruyor:

Teorik yönden bakınca sıkıntı duygusu, yalnızca taşranın merkeze ulaşamayan kırsalını değil, kentlerin metruk ve klostrofobik alanlarını da kapsamaktaydı. Metruk alanlarda yaşanan çıkışsızlık duygusu, Zeki Demirkubuz’un, Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Yusuf Atılgan’ın kimi eserlerinde, Nurdan Gürbilek’in, Asuman Suner’in edebiyat denemelerinde ele alınmıştı.

Düşünürlere göre, sıkıntı geçmişte insanın kendisini tekamül ettirebilmesi için bir imkandır. Biz de ise erkekliğin kronik rahatsızlıklarından birisidir. Günümüzde, beğenmediğimiz şeyler ve içinde bulunmak istemediğimiz durumlar için genelde sıkıcı diyoruz.

Öte yandan, bazıları içinse sıkıntı pozitif çağrışımları da olan bir durumdur. Örneğin, Lars Svendsen’e (2005) göre, Orta çÇağ boyunca, sıkıntı bilhassa aristokratların ve manastırda yaşayan ruhbanların en büyük ayrıcalıklarındandı. Nietzsche ve Benjamin için de tefekküre alan açan sıkıntı olmadan yaratıcı düşünce mümkün değildir. Sıkıntıdan doğan tefekkür anları çok kıymetlidir.

Tam burada insandaki sıkıntı sorununa Yaradan’ın mesajını içeren İnşirah Suresi 5-8 ayetlerden söz etmeden geçemeyeceğim. (https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/%C4%B0n%C5%9Fir%C3%A2h-suresi/6095/5-8-ayet-tefsiri) :

5. Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

6. Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var.

7. O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul.

8. Ve yalnız rabbine yönel.


Hz. Peygamber ve arkadaşları Mekke döneminde müşriklerin giderek türlü işkencelere kadar varan baskılarından acı çekiyorlardı. Bu durum hem peygamberi hem de müminleri üzüyordu. Yüce Allah resulünü ve müminleri teselli edip gönüllerini rahatlatmak için bu ayetleri indirerek sıkıntılardan sonra ferahlığın ve başarının geleceğini müjdelemiştir. Rivayete göre bu sure inince Hz. Peygamber, 5 ve 6. ayetlerde güçlüğün yanında kolaylığın da bulunacağının iki defa zikredilmesini göz önüne alarak kendisine inananlara, “Müjdeler olsun! Size kolaylık geldi; artık bir güçlük iki kolaylığa asla galip gelemez!” buyurmuştu.

Oldukça muhtasar ve değişik şekillerde açıklanmaya elverişli olan “O halde önemli bir işi bitirince diğerine koyul.” mealindeki 7. ayetle ilgili olarak çok farklı yorumlar yapılmıştır. Bize göre İbn Âşûr’un, ayeti herhangi bir özel iş ve ibadetle sınırlamadan, “Önemli işlerden birini tamamlayınca ardından başka bir işe yönel ki böylece bütün vakitlerini önemli işlerle değerlendirmiş olasın.” şeklindeki açıklaması isabetli görünmektedir. Bu yoruma göre ayette Resulullah’a ve onun şahsında Müslümanlara bütün vakitlerini hayırlı ve yararlı faaliyetlerle değerlendirmeleri, ibadet, dua, tebliğ ve irşad gibi dinî faaliyetlerin de; çalışma, üretme, öğrenme/öğretme, yardımlaşma ve dayanışma gibi dünyevî faaliyetlerin de hakkını vermeleri istenilmiştir. Son ayette ise kişinin, gerek çalışmasında gerekse ibadetinde yalnız Allah’a yönelmesi, her işini öncelikle O’nun rızasını gözeterek yapması, ne diliyorsa O’ndan dilemesi, ne istiyorsa O’ndan istemesi emredilmiştir.

Tekrar ana konumuza dönersek; Walter Benjamin için sıkıntı bir yaratıcılık ocağıdır. Kant ve Heidegger için zamanı sıkıcı hale getiren şey, meşgul olunan şeyin niteliği değil, onu daha sıkıcı, ağır ve çekilmez hale getiren tekrardır. Namaz ise bunun tam aksidir. Namazda (çoğunlukla tekrar olduğu fark edilmeden yapılan) tekrar sıkıntıdan kurtaran sahile çıkaran bir can simididir.

Ne kentlerin eğlenceli olduğu varsayımı ne de sıkıntıyı taşraya ihraç etme fikri modern insanı sıkıntıdan kurtarabildi. Taşralı erkekler onlara bir modernlik deneyimi ve sıkıntıyı askıya alma imkanı vaat eden (taşra) gece hayatına devam ediyorlar.

Yazar’ın bundan sonra taşranın nasıl oluştuğu üzerine bir analiz yapıyor:

Taşra merkezi kat edemeyen bir mesafe ve bu erişimsizlik tarafından yaratılmış olan mekansal bir dışarılanmadır, ötekileşmedir. Türkiye’de taşranın bir sıkıntı mekanı olarak tahayyül edilmesi ikinci Meşrutiyet döneminin akabinde gerçekleşir ve erken Cumhuriyet döneminde bu durum pekiştirilir. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz ve Reha Erdem’in sinema işleri taşra sıkıntısının kentlere de sirayet ettiğini gösteren işlerdir.

Bilindiği üzere, Doğu hatta İslam kültüründe özellikle İslam’ın tasavvufi yorumunda, münzevilik oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Dünya işinden el etek çekme, bedeni terbiye edip, nefsi dünyevi zevklerin dışında tutma, buradan gelen çileye katlanma, keyifsiz veya işsiz geçen zamana karşı sıkılmadan durmayı öğrenme, tasavvufun ahlaki boyutudur. Bu da daha önce afyon alışkanlığının tekkeleri keşhane haline getirmesi gibi ki bunu yazmıştım (https://yelkenciningazetesi.com/ilahi-yol-gostericiden-deli-kacik-otuna) bir sapıklık değilse de ifrattır. Dinin gereği değil, bazı kişilerin haddi aşmasıdır.

Tarım, sanayi ve sanat üretimin olmadığı anlar, erken Cumhuriyet için tembellik anlarıdır. “Türk Öğün, Çalış, Güven” ya da “Türk milleti çalışkandır, zekidir!” gibi aforizmalar bir yönüyle Türk halkını çalışmaya motive etmeyi amaçlamaktaysa da bir yönüyle erken Cumhuriyet’in hedef tahtasına oturttuğu, Doğu ve İslam kültürüne bir eleştiridir. Münzevilik, miskinlik gibi tasavvufi makamlar itibarsızlaştırılarak, ülkemiz Protestanca bir etiğin hakim kılındığı bir alan haline getirilmiş, çalışma ve eğlencenin dışında kalan alanlar, sıkıntı alanları olarak belirlenmiştir.

Cumhuriyet’in Protestan etiğine uymayan eğlence formları (Çengi, Hacivat Karagöz, Zenne, Orta Oyunu) banal olarak görülmüş, desteklenmemiş ve unutulmaya terk edilmiştir. Kapitalizm Osmanlı’da kendisine bir yer edindikten sonra ve bilhassa istihdam ve çalışma ilişkilerinde kapitalist formlar cari hale geldikten sonra, boş zamanın değerlendirilmesi ve eğlencesi de giderek Batılı bir hal aldı. Bilhassa erken Cumhuriyet dönemini takiben, Batılı eğlenme biçiminin Türkiye’deki muadili olarak görülen balolar ve tangolar eğlencenin müseccel ve resmi haline dönüştü. Cumhuriyet taşrayı da özellikle Halkevleri, Köy Enstitüleri ve CHP baloları aracılığıyla dönüştürmeye çalışmış, bu amaçla sanat kulüpleri kurmuştur.

Tüm bu çabalar yeni Cumhuriyeti, Osmanlı’nın Doğu ve İslam kültürüne karşı bir pozisyona yerleştirme çabasıdır. Bu pozisyon, tekkelerin yaşam tarzını da karşısına alan bir eğlence ve boş zaman tahayyülüdür. Bu tahayyül bilhassa Mustafa Kemal ve Çankaya yareninin rakı sofrası anlatısında kendisini bulur. Mustafa Kemal ve kurmay heyetinin mahrem çevresi, kimi zaman kadınların da icabet edebileceği daha geniş katılımlı eğlenceler düzenlerler. Avrupa’daki baloların taklidi niteliğindeki bu balolarda kadınlar ve erkekler belirli bir muaşeret etrafında dans ederler ve şampanya, şarap tüketirler. Cumhuriyeti kuran kadro bu eğlence anlayışını Halkevleri ve Köy Enstitüleri aracılığıyla taşraya da ihraç etmeye çalıştı. Ne var ki, tüm bu çabalara rağmen, taşra içeriden sessiz bir direnç gösterir ve erken Cumhuriyet’in eğlence ve boş zaman örgütlenmesi kabul görmez. Hatta, çok partili dönem popülizmi kendisini en fazla erken Cumhuriyet’in kültürel hamleleri ve bu hamlelere karşı gösterilen direnç üzerine inşaa eder. Burada çok partili dönem ile birlikte taşranın bir kez daha tanımlandığını söylemeliyiz. Taşra artık ne Kurtuluş Savaşı ve erken Cumhuriyet’in ulusunu mayalayacak asude toprak parçası ne de Tanzimatın sürgün yeridir. Taşra artık 25 yıllık CHP modernizmine cevap vermeyen, bunun yerine DP popülizminin peşine düşmüş “cahil, nankör ve yobaz” insanların yaşadığı yerlerdir, diye düşünülmüştür. DP döneminde de tıpkı CHP gibi kültürel ürünler gene hakim ideoloji ile uyumlu bir şekilde piyasaya sunulmuştur. Ama DP’nin bütün yapılanması dünya kapitalizmine tam entegrasyon ve her şeyin piyasalaştırılması üzerine kurulu olduğundan mı, kültürel yapılar ve eğlence ürünleri de hızla meta haline gelmiştir.

Modern hayata ilişkin önemli analizleri ile tanınan 1858-1918 yılları arasında yaşamış ünlü Alman sosyolog Georg Simmel’e göre, sıkıntı, kimlik yitimi ve manasızlıktır. Modern sıkıntı romantizm ile ortaya çıkmıştır. Durham Üniversitesi’nden Kültürel-Siyasi Coğrafya Profesörü Ben Anderson bu dönemin dönüştürücü değişimler için oldukça uygun bir ortam sağladığını ve bu ortamın temel öğelerinin şöyle sıralanabileceğini söylüyor: 1- Sekülerleşme ve metafizik alanın giderek hükmünü yitirmesi, 2- Kişiye, bireysel bir bakışla bakılmaya başlanması, 3- Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, çalışma ve boş zaman arasında yeni çatışmalar (dichotomy), 4- Bireysel saadete duyulan inancın daha da artması, 5- Medyanın evrimleşmesi ve etkisinin bu evrimleşmeyle etkileşim halinde giderek artması, 6-Bürokrasinin yerleşmesi ve zaman ve mekanın standart organizasyonu ve bu standardizasyonun devam etmesi. olmuştur.

Modern eğlenceyi, diğer eğlence formlarından ayıran temel karakteristik, onun metalaşmış eğlence formu dışındaki hiçbir eğlence formuna müsaade etmemesidir. Bu metalaşmanın 1950-1960’lı yıllar Türkiyesi’ndeki karşılığı popüler eğlence piyasasının, müzik-magazin-radyo ve sonrasında da TV aracılığıyla oluşturulması ve dolaşıma sokulmasıdır.

Kısaca özetlersek: Modern dünya, geleneksel eğlence biçimlerini piyasalaştırdı ve dini hatta tasavvufi ontoloji biçimlerini itibarsızlaştırarak bunun yerine Protestan etiğini yerleştirdi (**).

Spor, bilhassa futbol eğlence midir? Evet tabi ki! Hatta bahisler konu olunca vahşi bir heyecan (kumar), gelir vasıtası bile addedilebilir.

Yazar daha sonra kırsalın geleneksel eğlencelerine şöyle değiniyor:

Düğün kurulmadan önce, askere gitmeden önce, erkek çocuk doğduktan sonra, köy harmanı kalktıktan sonra erkekler arasında eğlenceler tertip ediliyor. Bir şeyin başında ya da sonunda yapılan bu ritüelistik eğlencelerin bereket, şükran, sunu ve dayanışmanın kutsanması gibi arkaik temalarla ve onların ritüelleriyle şüphesiz yakın bağlantıları var.

Öte yandan, taşra eğlencelerinin ayırt edici özellikleri olarak saydığımız nitelemeler, net ve kesin kategoriler değil, yani bir şey hem dayanışmacı hem de ritüelistik olabiliyor. Peki hatim, mevlid, kandil, ibadetleri veya kutlamaları ve iki dini bayram ibadet ve ziyaretleri eğlence değil mi? Bu sorunun cevabını da sosyologlarımızın anlaması çok önemli bana göre!

70’ler sonrası Türkiyesi’nin geçiş dönemi toplumunun eğlence listesine taşra için, piknik ve sinemayı da eklemek mümkün. Sinema herhalde modern eğlence piyasasının taşraya ulaşan ilk ürünü. Piknik ise gene kökenleri unutulmuş Sultan Nevruz, Hıdırellez gibi bayramların, ya da Diyonizyak bereket şölenlerinin, ya da semavi şükran günlerinin arketiplerinden yapılmış modern bir aile-mahalle şenliği olsa gerek. Ben de bunun doğal bir döngü ve ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ama kültür ve dinin şekillendirdiği toplumsal geleneklere göre bu kutlamalar farklılaşıyor.

Yazar taşrada eğlence denilen şeyin, öncelikle erkek eğlencesi olduğunu bir kez daha vurguluyor. Dolayısıyla bu eğlencenin vazgeçilmez temasının kadın, müzik ve alkol olduğunu tahmin etmek çok güç değil, diyor.

Türkiye’nin büyük dönüşümünü yaşadığı 80’li yıllara kadar eğlence için gerekli olan bu unsurların neredeyse tamamı, el yapımı içkileri saymazsak taşra için kıt sayılabilecek şeylerdi. Taşrada müzikli eğlence düzenleyebilmek, özellikle erken Cumhuriyet edebiyatına baktığımızda, yalnızca devlet erkanı, mütegallibe ve eşkıyanın ayrıcalığı idi. Alkol ve meşrubat yakın zamana kadar neredeyse lüks tüketim malı idi. Herhalde bundan, Mustafa Kemal’in serveti arasında bir bira fabrikası bir de meşrubat fabrikası vardı.

Müzikli eğlencenin sarayın dışına çıkması, Tanzimat’tan sonraya tarihleniyor, İstanbul’un dışına çıkması ise oldukça yakın bir dönemde çadır kumpanyalarının taşrayı gezmeye başladığı 60’lara tekabül ediyor. Hatta 80’lerde yılbaşı gecesi saat 12’den sonra yılda bir kez televizyonda dansöz görmek büyük ikramiye kabilinden bir eğlence gibi görünüyor.

Yazar 80’li yıllar boyunca yaşanan yoksullaşma ile birlikte daha çok kadının eğlence sektöründe konsomatris, dansöz olarak çalışmaya başladığını belirtiyor.

Artık taşranın da kentliler gibi eğlenmek için yeterince içkisi, mekânı, müzisyeni, oryantali, şarkıcısı ve konsomatrisi vardı. Geriye sadece kentlerin fazlası olan bu insanlarla birlikte kentli eğlencelerini taklit etmek kalıyordu.

Osman Özarslan’ın bir sonraki konusu ERKEKLİK. Şöyle başlıyor konuya:

Güneş batıp akşam ezanı okunduğunda, kadınların uzun gecesi ve sokağa çıkma yasağı başlar. Gündüzün taassubu kadının gecesinde de sürer. Karpuz kesip çekirdek çitletmek ya da sobada çay demleyip mısır patlatmak ve komşunun kocaya kaçan kızı hakkında gıybet etmek, televizyonlara evlenmek için çıkan azgın adamlar ve kadınlar hakkında yorumlar yapmak, ertesi gün gidilecek bahçeyi, çapalanacak araziyi planlamak gecenin macerasıdır.

Erkeklerin durumu değişiktir. Onlar dindarlığını cumada, esnaflıklarını dükkânda, memuriyetlerini dairede, işçiliklerini tezgâhta, babalık, evlatlık ve kocalık vazifelerini evde, eşlerini komşuda, tavşan kanı çaylarını sobanın üstünde, samanlıkta serinlemiş karpuzları sofrada ezcümle aile saadetini evde bırakıp geceye karışabilirler. Bir kere, caminin yeri ayrı, meyhanenin yeri ayrıdır. Kul hakkı yemedikten sonra, kimseye değil Allah’a hesap verirler. Üçkağıtçı bir dindar olmaktansa, dürüst bir ayyaş olmak iyidir, yeter ki niyet salih olsun. İşte böyle bir anlayış hakimdir, bizim muhafazakar kültürümüzde!

Sonra ben muhafazakar değilim dedikçe bozuluyorlar. Halbuki bazıları boşanmış eşlerine bekçilikten vazgeçemedikleri gibi, sövdükleri kadınlara da nikah sayıyorlar. Özürlerimi kabul ediniz lütfen, ama kısaca başka türlü de vurgulayamadım.

Özarsalan daha sonra erkeklik konusundaki bilimsel çalışmalarının kısa bir özetini ve argümanlarını veriyor:

Biyolojik olarak bakarsak diğer eril memelilerde olduğu gibi, bir erkeğin genomu genellikle kalıtsal yolla annesinden bir X kromozomu ve babasından ise bir Y kromozomu alır. Cinsiyet çalışmalarında uzmanlaşmış Amerikalı sosyolog Michael Scott Kimmel’e göre erkekliğin biyolojik bir doğa kanunu değil, verili toplumun tarihsel kesitindeki sosyal ilişkiler tarafından belirlenmiş ve bu belirlenim üzerinden erkeklere dikte edilmiş bir rol ve anlamlar manzumesi olduğunun altını çizer. Dolayısıyla, erkeklik kültürel bir yapıdır ve zamana, mekana göre farklılık gösterir: Erkek doğulmaz, erkek olunur.

Erkekliğin Türkiye’de ele alındığı en temel bağlamlardan birisi, erkeklerin ordu ve askerlik kurumu ile ilişkilerinden doğan erkeklik biçimleridir.

2019 yılında Türkiye’de yapılan bir kalitatif araştırma şu sonuçlara ulaşılmıştır (***):

Erkeklik; fiziksel olarak güçlü olmakla, aile geçimini sağlamakla, heteroseksüellikle, duygularını göstermemekle veya gösterememekle tanımlanmaktadır. İdeal erkek, ailesinin maddi imkânlarını sağlayarak kimseye muhtaç etmeyen olarak ifade edilmektedir. Sünnet ve babalık konusunda algı değişikliği yaşanmaktadır. Sünnet erkekliğin kazanıldığı bir olgu olarak görülmemekte ve baba figürü çocuklar üzerinde hâkimiyet kuran pasif bir varlık yerine çocukları üzerinde sorumluluk alan, onlara yol gösterici olan aktif bir rol içinde tanımlanmaktadır. Kadınlığın temel referansları; narin, kırılgan, duygusal ve fiziksel olarak güzel olmaktır. Kadının en önemli rolleri annelik ve ev içi roller olarak ifade edilmektedir. Kadınlık ciddi zorlukları içinde barındırdığından erkeklerin üyesi olmak istemedikleri bir varoluştur. Bunun sebebi olarak ev içi işlerin kadınlara yüklenmesi, şiddet ve tacizlere daha çok maruz kalmaları, özgürlük alanlarının kısıtlı olması, toplumdaki eşitsiz cinsiyet algısı gösterilmektedir. Genel olarak kadınlık algısı geleneksel toplumsal cinsiyet algısına denk düşer.

Yazar daha sonra erkekliğin harcama yapma yolu ile gece hayatında ve hayatın diğer bölümlerinde nasıl imal edildiğini, erkek kahramanlığının efsaneleştirilmesi yoluyla hani çileden erkeklik imal etmek denir ya, erkekliğin imalini örneklerle ortaya koyuyor.

Erkekliğin imalinde son ele aldığı konu ise kadın bedeni üzerinden erkeklik imal etmek; bunu da geliştirdiği paralı, belalı ve yakışıklı tipolojileri üzerinden ele alıyor.

Ve şu sonuca varıyor: Erkeklerin erkekliği öncelikle bir lakabın hak edilmesiyle başlar. Gece hayatında belalı (paralı, yakışıklı, çakma belalı) olarak bulunan erkeklerin tamamı için bu durum böyledir. Kendi isimleriyle değil, onların sertliklerini, uzlaşmazlıklarını, kavgacılıklarını temsil eden bir lakap ile adlandırılmışlardır; herkes tarafından bu adlandırma üzerinden bilinmektedirler ve onların hayattaki en büyük kavgası hak ettikleri isimlerine ya da gece hayatındaki insanların her vesile ile söylemeyi sevdikleri biçimiyle karakoldaki resimlerine ve alemdeki isimlerine halel getirmemek üzerinedir. Mesela babam da bana Kara Murat derdi. Haltere gönderdi. Çeşitli hobiler edindirdi. Ben judoya karar verdim. Sonra resim yaptım, iyi bir atıcıydım. Sonraki senelerde bu denizcilik (dalgıçlık, yelken), otomobil merakı, tetebbuat gibi devam etti.

Amerikalı fesllsefe profesörü Judih Butler: Erkeklik yalnızca saf bir şiddet ve bu şiddet/çile ile gelen bir erginleşme süreci değil, aynı zamanda bu sürece eşlik eden, onu estetize eden bir performans setini de haizdir, diyor. Butler’a göre toplumsal cinsiyet için gerekli olan performanslar bedenseldir ve seslendirmeye pek ihtiyaç duymaz. Dolayısıyla onun performatif ve doğaçlama yönünden dolayı toplumsal cinsiyete ilişkin kimlikler için sabit ve tutarlı bir kimlik saptaması yapmak pek mümkün değildir. Dolayısıyla, Butler’a göre toplumsal cinsiyet, içsel olarak kesintili olan karakterize hareketlerin tekerrürüdür. Kimliği kuran muhtevanın tezahür edişi, bizatihi aktörün de iman ettiği ve bir inanç olarak performe edilen, güncel sosyal beklentilerin, performatif olarak icra edilmesidir.

Yazar bu bölümü şu cümlelerle kapatıyor: Erkeklik olgusunu bir sosyal statü, dinsel ya da milli bir kimlik olarak değil, taşranın kapattığı imkanlar ve gece hayatının kapanmış olan bu imkanları açma vaatlerinin yarattığı beklentilere umut bağlayan erkeklerin, kendi aralarında ve konsomatris kadınlarla giriştikleri ilişkisellikler manzumesi olarak ele almaya çalıştım..

Ben de arada aklıma gelen bir bilgiyi vereyim: Türkiye’de resmi olarak ilk genelev 1884 yılında dönemin padişahı II. Abdülhamit’in kerhane yönetmeliği izniyle Galata ve Pera’da açılmıştır (****). Halbuki şahit olduğum 21. asırda bile Bulgaristan’ın Pomak köylerine seyyar çadırları ile gelip, kerhane hizmeti veren çingenelerin bile ertesi gün tası tarağı toplayıp gitmelerine şaşıran köylülere verdikleri: ”Bunlar sünnetli imiş, bunlardan iş çıkmaz!” cevabı ne kadar manidar.

Araştırmacının sonraki konusu, konsomatrisler: Konsomatristler işletmecilerin oraya gelen erkek müşteriler ile “sohbet” etmesi için önceden “kiraladığı” kadın çalışanlar… Kadınların gelirleri yalnızca kendi yeteneklerine bağlı değil. Bundan başka, taşra gazinoları genelde tarımsal ekonominin hüküm sürdüğü periferide yer aldıklarından, bu kadınlar gelirlerini daha da artırabilmek için, mamüllerin hasadını takip eden bir rotasyon sistemiyle çalışıyorlar. Kışın balık mevsiminde Karadeniz’e, muz hasadında Anamur civarına, domates para ettiği zaman Antalya’nın Kumluca, Kınık gibi ilçelerine, pancar ve anason zamanı Burdur ve Denizli’nin ilçelerine, zeytin, incir ve tütün zamanı ise Ege’nin ilçelerine doğru akın ediyorlar.

Erkeklere modernmiş gibi yaparak taşranın sıkıntısından kaçma olanağı açan en önemli öznelerse, kendilerini “şehirli kadınlar” gibi sunan konsomatris kadınlardır. Metalaştırdıkları zamanın nerede, ne zaman para edeceğini bilerek kendilerini hasada bağlı bir göçer hayatın öznesi kılmaları, onları taşra gece hayatının en önemli özneleri haline getiriyor.

Daha sonra yazar “Yoksulluğun neoliberal hali – enformelleşme ve borçluluk” başlığı altında şunları yazıyor: Türkiye toplumu, değişik bağlamlar ve değişik sebeplerle de olsa hep fakirdi. Hatta geç Osmanlı döneminin sosyal yapısı üzerine önemli çalışmalar yapmış olan Prof. Nadir Özbek’e göre, Osmanlı’da ahali ile yoksul aynı manada kullanılmaktaydı, genellikle esnek bir kullanıma sahip olan fakir veya fukara kavramı, daha çok ahali anlamında kullanılmış ve çoğunlukla ‘fukara ahali’ şeklinde ifade edilmiştir.

Daha sonra da Çağlar Keyder’in 1993 yılında yazdığı bir makaleden yola çıkarak günümüzde karşı karşıya bulunduğumuz yoksulluğun ana hatlarını 12 Eylül darbesine de sebep olan 24 Ocak kararları rahat uygulansın diye darbe yapıldığı iddia ediliyor ve bunun siyasallaşması demek olan Özal’lı yıllara bağlıyor. Bilmem ben pek buraya yakıştıramadım ama …

Neticede yoksulluk başa bela! Hele toplumsal boyutlarda olursa:

Kadınların formel sektör içerisinde en fazla istihdam edildiği alan olan tarım sektörü, cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar dibe çöktü. Kadınlar arasında kayıtlı çalışmanın kentlerde yaygınlaşmadığı, TÜİK verilerinde ve saha çalışmaları yapan aktivistler, akademisyenler arasında genel kabul gören bir şey. Öte yandan, Türkiye’nin enformel sektörünün (çocuk bakıcılığı, yaşlı bakıcılığı, ev temizlikçiliği, parça başı iş) özellikle kentlerde yaşayan kadınlar arasında genişlediği söylenmekle birlikte enformel çalışan kadınların nicel büyüklüğü tam olarak bilinemiyor. Benim yapmış olduğum çalışmada, diyor yazar, karşıma çıkan etnografik veriye göre, kırsalın iflas etmiş ailelerinin bir kısım mensuptan, para kazanmanın nispeten “kolay” göründüğü gece hayatına giriş yapmış gibi görünüyorlar. Yani..… Fuhuştan daha az riskli görünen konsomatrisliği tercih etmişler.

Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi’nin verilerine göre, “Bireysel kredi veya Bireysel kredi kartı borcunu ödememiş gerçek kişiler içerisinden halen borcu devam eden kişi sayısı, 2009’da 617.159, 2010’da 350.230, 201 l’de 3 13.861, 201 2’de 540. 745, 2013’de 677.839, 2014’de 886.989’dur.”. İtalyan sosyolog Lazzarato’ya göre, toplumun böylesine derinden bir borçluluk içerisine girmesi, yalnızca yoksulluğun tanımını değil, iktidar ilişkileri ve etik başta olmak üzere pek çok toplumsal yapıyı, borcun etrafında yeniden tanımlamıştır.

Formel sektörün daralması, tarıma dayalı toplumsal kesimlerin iflası, borçluluğun ve yoksulluğun derinleşmesi sonucu, özellikle kadınların enformel sektöre yönelmesi Türkiye’ de gelişen yeni iktidar ilişkileri ve etik durumunu özetler: Kapitalist neoliberal iktisat politikaları bir yandan insanları borçlandırıp formel sektörü daraltırken, bir yandan da özellikle hane halkı geliriyle finanse olan ve ailenin büyüğünün kararlarına dayanan kırsal patrimonyal yapıyı da parçalamış, hane yapısını ve hane geliri kültürünü de ortadan kaldırarak, özellikle kredi kartları aracılığıyla borçlanmayı bireyselleştirmiş, toplumun her bireyini piyasa için ayrı ayrı muhataplar olarak tescillemeye çalışmış görünüyor.

Taşrada, diyor yazar, konsomatrislik yapan kadınlar, genelde başka taşralarda yaşayan yoksul ailelerin çocuklarıdır. Neoliberal dönüşümle birlikte tarım sektöründe yaşanan daralma, bu kadınları önce borçluluğa dayalı derin bir yoksulluğa, ardından da enformel sektöre ve kentlerin varoşlarına itmiştir. Enformel sektöre mahkûm olan kadınların bir kısmı, bu hayattan ve borçluluktan acele kurtulabilmek için para kazanmanın daha kolay göründüğü gece hayatına giriş yapmışlar, sonrasında gece hayatını terk etmeyi deneseler ve düşünseler de bir daha gece hayatından çıkmamışlardır. Kadınların bu hayatta ısrar etmelerinin sebebi onların çalışmaya zorlanması ya da çok para kazanmaları değildir. Bundan öte kadınlar burada, para kazanarak, kazandıkları parayı kendileri için bir patronaj sistemine dönüştürerek ve gece hayatının entrikalarına katılarak kendilerine bir öznellik alanı yaratmaktadırlar.

Osman Özarslan çalışmasının sonuç bölümünde gazinoları modernlik deneyimi olarak tanımlayarak şöyle anlatıyor:

Bu çalışmayı sürdürdüğüm müddetçe bir kez daha gördüm ki, Türkiye modernleşmesi oldukça nev’i şahsına münhasır ve oldukça farklı görünümleri var. Bu çalışmanın belki en özgün yanı, Türkiye modernleşmesi ile onun taşrası arasındaki ilişkiye gece hayatı penceresinden bakarak modernleşme macerasına yeni bir katman daha eklemeye çalışması. Taşrada yaşanan modernleşme deneyimine özellikle eğlence ve gazinoların penceresinden baktığımızda taşra denilen şeyin bir yönetim birimi ve coğrafya parçası olmaktan çıkartılarak, piyasalaşan ve metalaşan eğlence aracılığıyla kentlerin karşıtına nasıl dönüştürüldüğüne ve bu karşıtlıkta da taşranın sıkıntı üzerinden şekillenen ilişkiselliklerle nasıl yeniden ve bambaşka biçimde üretildiğine şahit oluyoruz. Burada şahit olduğumuz şey yalnızca sıkıntı ve eğlence ikiliği değil, Cumhuriyet kendisini modern bir yapı olarak yapılandırırken, inziva gibi tasavvufi kurumları ve geleneksel taşra eğlence formlarını tasfiye ederek, taşra sıkıntısını daha da derinleştirmiş ve taşralı varoluşunu daha bunalımlı kılmış, modem erkeğin kronik hastalığı olan sıkıntıya büyük bir alan açmıştır.

Taşra gece hayatının bir yönü de taşralı erkeklerin eğlencesinden ziyade, uyanık işletmecilerin, taşralı erkeklerin beklentilerini paraya çevirmeleri oluyor.

Taşradaki tarımsal kooperatifler, süt toplama kooperatifleri, baraj ve sulama suyu kooperatiflerinin istismara açık ve zor denetlenen yapısı, buraların kasalarının kolaylıkla gece hayatı lehine boşalmasına neden oluyor.

Taşralı yöneticilerin yolsuzlukları ya da hovardalıkları değil; burada dikkat edilmesi gereken nokta, gece hayatında arzu ekonomisi sonucunda ortaya çıkan borçluluğun bireysel ve kurumsal iflaslara yol açarak, bankaların kredi servisleri ve icra daireleri aracılığıyla, taşranın zaten kısıtlı olan sermayesini, metropollerin finans kapital merkezlerine pompalamasıdır.

Eski merkez sağcı, şimdinin AKP’lilerinin seçmenden korkularına gazinolarda içki içmeyip, yerine alkolsüz içki tüketerek kadınlarla hovardalık yapmaya çalışmaları vb.

Bunları da ayrıca düşünüp incelemek gerekebilir, fakat ben bu çalışmayı yürütürken yaptığım teorik okumaların sonucunda, erkekliğin hegemonya mücadelesinin ve erkekler arası ilişkilerin, bütün diğer politik eğilimleri kesen bir politik bağlam olduğunu fark ettim ve tasnifimi, siyasal aidiyetler üzerinden değil, gece hayatında erkekliğin oluşturulma biçimleri üzerinden gerçekleştirdim. Zira parası olan bir erkeğin, erkekler arası hegemonya mücadelesine girerken sergilediği tavır, siyasi eğilimleri üzerinden değil, erkeklik siyaseti üzerinden belirlenmekte.

Aile tıpkı yukarıda bahsettiğimiz bürokrasi gibi bu çalışmada ele alınmayan bir başka konu oldu, ki aslında aile ve bürokrasi, bu çalışma bağlamında muhafazakarlık başlığında ele alınmalıydı.

Aslında tüm bu erkeklik ilişkileri, taşranın gündüz ve gece hayatı olarak ikiye bölünmesi, ailelerin kızlarının yaptıkları işi bilmiyormuş gibi yapıp onlardan para sızdırmaları, kadınların ve annelerin erkeklerin gece hayatına devam etmelerine ya ses çıkarmamaları ya da duyulduğu oranda, aile içinde dışarıdan duyulmayacak kadar ses çıkarmaları, kooperatiflerin içinin boşaltılıp gece hayatında ve kumarda tüketilmesi, en azından benim çalışma yaptığım taşra toplumunu kuran muhafazakar bir rıza ve işbirliği sisteminin altında çalışıyor.

Din üzerinden değil, aile, bürokrasi ve erkekler üzerinden yürütülen bir muhafazakarlık araştırması, taşranın muhafazakarlığını daha anlaşılır kılar kanaatindeyim.

Yazar son noktayı şöyle koyuyor: Taşrayı sıkıntının mekânı haline getiren bir başka mesele, benim Çavdırlı kadınlarla mülakat yapmama da müsaade etmeyen, kadınları suskunluğa mahkum eden ikiyüzlü bir aile etiğidir. Dindarlık ile değil, bilhassa suskunluk üzerinden kurulan bir tür muhafazakarlık, taşrayı özellikle kadınlar için daha sıkıcı bir yer haline getirir.


Kaynakça

(*) Kumrular, Ö. (2022). İstanbul Eğleniyor (1870-1955, 1.Cilt), İstanbul Büyükşehir Belediyesi, ss.576.

(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/Protestan_Ahlak%C4%B1_ve_Kapitalizmin_Ruhu

(***) Özdemir H. (2019) Toplumsal Cinsiyet Perspektifinde Erkeklik Ve Kadınlık Algısı: Bir Alan Araştırması, Asya Studies, N.10, s. 90-107, Kış.

(****) https://tr.wikipedia.org/wiki/Genelev


Murat Ülker

Yorum Yap