İdeoloji, Siyaset ve Ahlâk

Siyaset, insanın ortak yaşam arayışının en görünür sahnesidir. Toplumun nasıl yönetileceği, kaynakların nasıl bölüştürüleceği, kimlerin söz sahibi olacağı gibi temel sorular siyasetin alanına girer. Fakat bu alanın zeminini her zaman çıplak gerçeklik değil, çoğu zaman ideolojiler örter. İdeoloji, Dünya’yı belli bir çerçeveden, belli kalıplar içinde görmeyi önerir; “gerçek”i kendi doğrularında, kendi rengine boyar. Bu durum, siyasetin hem yönünü hem de ahlâkını belirleyen en güçlü etkendir.

Ahlâk, bireysel ve toplumsal düzeyde “doğru” olanı yapma ve savunma sorumluluğudur. Fakat ideolojiyle birleştiğinde, ahlâk çoğu kez sabit bir ilke olmaktan çıkar; kimliklerin, bağlılıkların, sloganların içine sıkışarak, değişkenlik gösterir. Oysa ahlâk, yalnızca kendinden doğarsa değerlidir. İdeolojinin emir eri olan bir ahlâk; ne kadar yüksek sesle konuşursa konuşsun, hakikate değil sadakate hizmet ederek gerçeğin üstünü örter.

Bugün birçok siyasi tartışmada, ahlâki argümanlar sıkça kullanılıyor. “Biz haklıyız, çünkü doğruyuz” ya da “Onlar yanılıyor, çünkü bizden değiller” gibi yaklaşımlar, ideolojinin ahlâkı araçsallaştırma biçimleridir. Ahlâk, burada artık bir ölçü değil; bir mühürdür. Bu mühür, sadece karşıt düşüncede olanları, olumsuz olarak damgalamak için kullanılır.

Felsefeci Hannah Arendt, totaliter ideolojilerin en büyük başarısının, düşünmeyi imkânsızlaştırmak olduğunu söyler. Düşünmek; tereddüt etmeyi, sorgulamayı, kendi konumunu bile geçici saymayı gerektirir. Oysa ideolojiler, kesinlik sunar. “Doğru budur” der, başka seçeneği masadan kaldırır. Böylece siyaset; özgür bir tartışma zemini olmaktan çıkar, inanç beyanına dönüşür.

Modern toplumda her birey bir tercih yapmaya zorlanır. Tarafsızlık bile bir tavır haline gelir. Ancak insanın siyaset karşısındaki en kıymetli duruşu, her tercihi ahlâken tartabilme cesaretidir. Bu, tarafsızlık değil; özgür düşüncenin bir eylemidir. Bunu yapabilen kişi kendisinin yönlendirilen 'bir rey' değil, düşünen ve sorgulayan 'bir birey' olduğunun farkındadır.

Ahlâkı olan siyaset, muhalifini düşman bellemez. Eleştiriyi bastırmaz, farklı sesi yok etmez. Kendisini eleştirene kulak verecek kadar kendinden emindir. Oysa ideolojik siyaset, yalnızca kendi doğrusuna tahammül eder. Diğer her sesi yabancı, hatta tehlikeli sayar.

Bugünkü Dünyamızda, toplumsal kutuplaşmaların bu kadar derinleşmesinin sebebi, siyasetin ahlâkı dışlaması değil; onu sadece kendi doğrularına göre yeniden inşa etmesidir. Bu da ortak yaşamın en temel bağlarını gevşetir. Çünkü aynı toplumda yaşamak, aynı fikirde olmak değil; aynı ilkelere saygı gösterebilmekle mümkündür.

Bir toplumda siyaset ne kadar keskinleşirse, ortak ahlâk o kadar sarsılır. Ve sonunda siyaset bir oyun değil, bir savaş alanına dönüşür. Oysa siyaset, birlikte yaşamayı mümkün kılacak yolların arandığı bir çaba olmalı. Ahlâk da bu çabanın pusulası.

Siyasetin pusulası ideoloji değil, ilke olursa; sadece iktidarlar değil, toplumlar da nefes alabilir. Belki o zaman, haklı olmakla güçlü olmak arasındaki farkın yeniden hatırlanmasına, daha doğrusu yeniden anlaşılmasına, bir şans daha vermiş oluruz.

Ahlâk, ideolojiden bağımsız olabilir mi?

Bu soru, insanın ahlâki sezgilerini gerçekten içten bir vicdanla mı yoksa ait olduğu grubun telkinleriyle mi kurduğu üzerine düşünmeyi zorunlu kılar. Immanuel Kant’a göre ahlâk, “ödev” duygusuyla yani kişinin içsel zorunluluğuyla anlamlıdır. Ahlâkın temelini dışarıdan gelen bir öğretiye değil, aklın evrensel ilkelerine dayandırır. Bu bakımdan ideolojiden bağımsız bir ahlâk mümkündür ama zor bir yoldur.

Toplumda çoğu birey, ahlâki duruşlarını ideolojik kalıplarla şekillendirir. Çünkü bu kolaydır. Ne düşüneceğini, neyi doğru sayacağını bu ideolojik kalıplar sunar. Ancak bu tür bir ahlâk; bireyin kendi iç hesaplaşmasından değil, dış sadakatten doğar. Dolayısıyla kişinin kendiyle yüzleşmesi, ideolojiden uzaklaştıkça başlar.

İslam düşüncesinde ise İmam Gazâlî, ahlâkı kalbin temizliğiyle ve nefis terbiyesiyle ilişkilendirir. Ona göre ahlâk, insanın iç dünyasındaki adaletin dışa yansımasıdır. Gazâlî, “Bir insan, kalbini ıslah etmeden başkasını ıslah etmeye kalkarsa, kendini aldatmış olur.” der. Bu söz, ahlâkın içten doğması gerektiğini vurgular ve dışsal aidiyetlerle karıştığında saflığını yitirir.

Farabî ise ahlâkı, aklın ve hikmetin rehberliğinde şekillenen bir disiplin olarak görür. Onun El-Medinetü’l-Fâzıla adlı eserinde, ideal toplumda insanlar doğruyu “taklit yoluyla” değil, “anlayarak” seçmelidir. Yani bireyin ahlâkı ideolojiye değil, hikmete dayanmalıdır. Bu yaklaşım, felsefî derinliği olan ahlâkın mümkün olduğunu gösterir.

Albert Camus’nün şu sözünü hatırlamak gerekir.

"Özgür bir insan, yalan söylemeye tenezzül etmeyen insandır."

Yani ahlaken özgür olan kişi, ideolojik kalıplarla kendini kandırmayan, hakikate yalnız kalsa da yürüyebilen ve o yoldan dönmeyen kişidir.

Siyasi sadakat ile ahlâki sorumluluk arasında çelişki olduğunda hangisi tercih edilmeli?

Gerçek bir sınav, sadakatin ahlâkla çatıştığı noktada başlar. Bir birey, desteklediği siyasi yapı içinde bir haksızlık gördüğünde susuyorsa, o noktada sadakat, ahlâkın önüne geçmiştir. Bu sadece bireyin değil, toplumun da erdemini bozan bir eğilimdir.

Sokrates’in Atina mahkemesinde söylediği şu cümle; yüzyıllardır yazılmaya, söylenmeye ve hatırlanmaya devam ediyor:

"Ben yasaları çiğnemem ama Tanrı’nın buyruğu insanınkinden üstündür."

Burada yasa, siyaseti; Tanrı buyruğu ise evrensel ahlâki sezgiyi temsil eder. Sokrates, sadakat yerine sorumluluğu seçmiş ve bunun bedelini hayatıyla ödemiştir.

Gazâlî, siyasal güce bağlılığın da sınırları olması gerektiğini özellikle vurgular. İhya-u Ulumiddin’de, zalim yöneticilere karşı susmanın ahlâki bir suç olduğunu, çünkü “zulme rıza gösterenin, zalimle aynı günahı paylaşacağını” söyler. Bu, İslam düşüncesinde siyasi sadakatin sorgulanabilir ve sınırlı olması gerektiğini açıkça ortaya koyar.

İbn Rüşd ise daha seküler bir çizgide, akıl yürütmeyi merkeze alarak, siyasetin temelini hikmetle kurmak gerektiğini savunur. Ona göre siyaset, ahlâkı ezdiği anda meşruiyetini kaybeder.

Bugün herhangi bir partiye, liderliğe ya da davaya kör bağlılıkla bağlanan insanlar, çoğu zaman en büyük ahlâki çürümeyi kendi içlerinde yaşarlar. Çünkü orada ahlâk, yalnızca “bizim taraf” için geçerli bir etik haline gelir. Hâlbuki gerçek sorumluluk, adaletsizlik kimden gelirse gelsin, kötülüğü kim yaparsa yapsın ona karşı durmayı, hakkın ve haklının yanında durmayı gerektirir.

Ortak bir ahlâki zemin inşa etmek hâlâ mümkün mü?

Zor ama mümkündür. Fakat bu, önce bir arada yaşamanın neden kıymetli olduğunu yeniden düşünmekle başlar. John Rawls’un “adalet” tanımı burada yol göstericidir:

"Adalet, sosyal iş birliğinin ilkelerinin, herkesin özgürlüğünü ve fırsat eşitliğini gözeterek belirlenmesidir."

Bu tanım, ideolojilerden değil; ortak faydalardan beslenir.

Farabî’ye göre de toplumun bir arada kalabilmesi için “ortak aklî ilkeler” gerekir. Ona göre faziletli bir toplum, üyeleri arasında sadece çıkar birliği değil, bilgi ve erdem birliği de kurar. Bu, bugünkü anlamda “ortak ahlâk” fikrine çok benzer.

İmam Gazâlî ise “maruf” (iyilikle tanınan) ve “münker” (kötülükle reddedilen) kavramlarıyla, toplumda ortak ahlâki bilincin köklerini gösterir. Ona göre insanlar farklı fikirde olabilir ama zulme karşı durmakta birleşmek zorundadır. Çünkü adalet, Allah’ın sıfatıdır; ona karşı gelen, ilahi düzene karşı gelmiş olur.

Modern dünyanın bireyci ve çıkarcı yapısında bu uzlaşma kolay değil ve evet oldukça zor olduğunun da farkındayım. Ancak insanlar birbirinin varlığına tahammül etmeyi değil, saygı duymayı öğrenirse; ahlâk yeniden toplumsal bir temel haline gelir. Zira ortak yaşam, ortak değer olmadan sürdürülemez.

Bu çağda, kendi düşüncesinin sorumluluğunu taşıyan insanlara her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Ahlâkın yalnızca ideolojilere hizmet etmediği, siyasetin sadece güç değil sorumluluk olduğu ve bireyin sadece taraftar değil düşünen bir varlık sayıldığı bir toplum hâlâ mümkündür.

 Ancak bu, her bir kişi için önce sorularla yüzleşmeyi; sonrasında da cesaretle verilen cevapların yükünü taşımayı gerektirir.

Konuya ilgi duyanlar için aşağıdaki kitapların okunmasını tavsiye ederim.

  • Hannah Arendt / İnsanlık Durumu

  • John Rawls / Bir Adalet Teorisi

  • Farabî / Erdemli Şehir

  • Gazâlî / İhya-u Ulumiddin

  • İbn Rüşd / Fasl el-Makâl

  • Albert Camus / Başkaldıran İnsan

  • Immanuel Kant / Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi

Ömer Faruk Ertem

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yapılmış Yorumlar (1)

Ömer dak
20 Temmuz 2025, 21:35

Çok güzel vurgulamışsın ömer abim

Yorum Yap