
İnsan Nasıl Karar Veriyor!
Kararlarımızı etkileyen görünmez etkenleri fark edebiliyor muyuz?
Kalabalığın içinde hangi şartlarda ve ne denli ne kadar kendimiz kalabiliyoruz?
Bir otoriteyle karşılaştığımızda onun isteklerine ne kadar uyum sağlıyoruz?
Sınırlarımız nerede başlıyor? “Doğru” kararları vermek için gerekenler nedir?
Bu soruların cevapları yakında çıkan New York Üniversitesi öğretim üyesi prof. dr. Selçuk Şirin’in “Bakışınızı Değiştirecek 10 Deney: İnsan” kitabında işleniyor. Ben de sizin için alttaki başlıklar çerçevesinde araştırmasını özetledim.
Hangi Karara Nasıl Güvenelim / Grup Psikolojisi / Asch Uyum Deneyi / Milgram İtaat Deneyi / Stanford Hapishane Deneyi / Tabu Psikolojisi / Zihniyet Meselesi: Zeka Sabit mi, Geliştirilebilir mi? / Kişilik Psikolojisi: Kişiliğin Temel Yapıtaşları Nelerdir? ve Bilimsel Olarak Kişilik Nasıl Tanımlanır? / Tutsak İkilemi.
Kitap bütün deney ve teorileri bir araya getirerek bir bakış sunuyor. Kararlarımızı nasıl aldığımızın farkında olmamızı sağlıyor, kitabı okumalısınız.
Biz bu usulleri 70’li yıllardan beri işe eleman alırken uyguluyoruz: rahmetli hocamız prof. dr. Haluk Yavuzer’i minnetle anıyorum. Tabii nasıl karar aldığımız hakkında kendi farkındalığımızı da arttırıyoruz. Zira beynimiz tecrübe, hatta 6. his dediğimiz kısa yollar icat eder, ama biz bunların da sağlıklı olduğundan emin olmalıyız!
İnsanı anlamak, tarihin en eski meselelerinden biri. Neden öyle ya da böyle düşündüğümüz, niçin bazen mantığımızı bırakıp duygularımıza teslim olduğumuz, kalabalığın içinde neden genellikle çoğunluğa uyarak hareket ettiğimiz… bu liste uzar gider. Günlük hayatta verdiğimiz kararlar çoğu zaman bize ait görünse de, bu kararların ardında çoğu zaman fark etmediğimiz mekanizmalar ve kalıplar vardır. Bu davranış bilimlerini ilgi çekici kılar. Herhangi bir anda sıradan bir insanın nasıl tepki vereceğini deneylerle gözler önüne sermek ve bu davranışların arkasındaki örüntüleri keşfetmek çoğu zaman şaşırtıcı sonuçlar doğurur ve akla başka soruları getirir.
Yakın zamanda çıkan New York Üniversitesi öğretim üyesi prof. dr. Selçuk Şirin’in “Bakışınızı Değiştirecek 10 Deney: İnsan” kitabında bu konular işleniyor. Daniel Kahneman ve Amos Tversky’nin gerçekleştirdiği çığır açıcı çalışmalar, Muzaffer Şerif’in Robbers Cave’de çocuklarla yaptığı grup çatışması deneyleri, Solomon Asch’in uyum testleri, Stanley Milgram’ın itaat üzerine araştırmaları, Philip Zimbardo’nun hapishane simülasyonu, Jonathan Haidt’in zararsız tabularla ilgili soruları, Carol Dweck’in zihniyet teorisi, kişilik psikolojisinde beş faktör modeli gibi …
Kitap bütün bu deney ve teorileri bir araya getirerek insana dair geniş bir bakış sunuyor. Kararlarımızı verirken hangi zihinsel kısayolları kullandığımızı, hangi durumda vicdanımızı susturduğumuzu ya da kalabalığın içerisinde ne zaman kendimiz olup ne zaman diğerlerine uyum sağlamak zorunda hissettiğimiz gibi meseleleri detaylıca açıklıyor.
Hangi Karara Nasıl Güvenelim?
İlk Deney artık en bilineni; neredeyse sosyal medya postlarının bile konusu olmuş. Ekonomistler uzun yıllar boyunca insanı rasyonel bir varlık olarak tanımladılar. Önüne seçenekler geldiğinde olasılıkları tartacak, çıkarını en iyi koruyanı seçecek, verileri işleyip doğru sonuca ulaşacak bir makine gibi düşündüler. Model teoride mantıklı görünse de, gerçek hayatta süreç çoğu zaman bu şekilde işlemiyor. Kahneman ve Tversky’nin deneyleri de tam olarak bunu ortaya koyuyor. Günlük hayatta verdiğimiz kararların büyük kısmı aslında hızlı, sezgisel ve çoğu zaman yanılmaya açık bir sistem tarafından yönetiliyor.
İki başarılı psikolog, Daniel Kahneman ve Amos Tversky, 1970’lerden itibaren yaptıkları ortak çalışmalarla karar vermek psikolojisinin temellerini attılar. Farklı kökenlerden gelen iki bilim insanının çalışmaları insan zihninin bilinmez yanına ışık tuttu. Tversky, 1996’da hayatını kaybettiği için Nobel ödülünü göremedi ama 2002’de Kahneman’a verilen Ekonomi Nobel’i, aslında ikisinin ortak mirasına verilen bir ödüldü. “Beklenti Kuramı” onların alana yaptıkları önemli katkıların başında geliyor.
Beklenti Kuramı bize şunu söylüyor: İnsan sonuçları mutlak değerleriyle değil, referans noktasına göre değerlendiriyor. Yani aynı tabloya kayıp ya da kazanç çerçevesinden baktığınızda kararınız değişiyor. Üstelik kayıpların duygusal ağırlığı kazançlardan çok daha fazla. Bir şey kazandığımızda seviniyoruz ama aynı büyüklükte bir şeyi kaybettiğimizde yaşadığımız üzüntü çok daha büyük oluyor. İşte bu yüzden kazanç için bir gayret gerektiğinde temkinli, kayıpları önlemekte ise risk alarak daha çok gayretliyiz.
Ben bu kuramı anlayıp benimsedim. Ama kitaptaki tüm örnekleri aktarmıyorum. Ama bu iyi bir örnek: Kahneman ve Tversky’nin bir diğer klasik örneği ise raket, top problemi. Bir raket ve bir topun toplam fiyatı 110 kuruş. Raket, toptan 100 kuruş daha pahalı. Topun fiyatı nedir? 10 kuruş diyerek kolaya kaçtıysanız, yanıldınız. Doğru yanıt 5 kuruştur; raket 105, top 5. Burada devreye giren “Sistem 1” düşünme tarzımız. Hızlı, otomatik, sezgisel çalışan bir mekanizma. Günlük hayatın çoğunu bu sistem sayesinde kolayca yürütüyoruz. Karşıdan karşıya geçerken yaklaşan aracın hızını ölçmek, sohbet ederken anında cevap verebilmek ya da markette raftaki ürünün fiyatını kabaca “pahalı–ucuz” diye ayırmak… Bunların hiçbirini uzunca hesaplamıyoruz.
Bu kestirme yollar hayatı elbette kolaylaştırıyor. Hızlı karar verdiriyor, fakat bu hızın bedeli de sıkça yanılmak oluyor. Raket ve top probleminde olduğu gibi, sezgisel cevap aklımıza öyle hızlı geliyor ki, ikinci kez düşünmüyoruz ve hata yapıyoruz. Acele işe şeytan karışıyor.
Özetle tabi olunan şartlar değiştiğinde, sahipseniz, hızlı karar almanın cazibesine kapıldığınızda duygularımız ve zihinsel kısayollarımız bizi yönlendiriyor. Halbuki, hemen “çok bariz” gelen cevaplara yönelmek yerine, bir an duraklayıp tekrar düşünmeliyiz. Şimdi son zamanlarda aldığınız irili ufaklı kararları ne şekilde aldığınızı tekrar hatırlayınız, bakalım söylediklerim geçerli mi?
Birçok kurumda bu “herkes böyle yapar” veya “bunu hiç kimse yapmaz” diyerek dillendirilir. Bu çok tehlikelidir. Terk etmek lazımdır. Bizim şirkette bu “Murat Ülker böyle yapar” şeklinde tezahür ediyor, yanlıştır. Zira akıl erdirmeden bir usulü benimsemek tenbelliktir ve ihmaldir.
Grup Psikolojisi
Bir yarışma programı izlediğinizde görmüşsünüzdür; takımlar daha ilk dakikada kenetlenir, kısa sürede bir “biz” havası doğar. Rekabet artar, küçücük meseleler koca tartışmalara dönüşür. Sonra ortak bir hedef belirdiğinde hava yumuşamaya başlar. Televizyonda gördüğümüz bu sahne aslında sosyal psikolojinin çoktan ortaya koyduğu bir gerçeğin yansımasıdır. Bunu en iyi gösterenlerden biri de, 1950’lerde yaptığı Robbers Cave deneyiyle Türkiye doğumlu Muzaffer Şerif’tir.
Hikaye Oklahoma’da, bir yaz kampında geçiyor. Birbirini tanımayan, benzer sosyo ekonomik durumdaki ailelerden gelen 11 ila 12 yaş grubu çocuklar, iki ayrı gruba ayrılıyor. Araştırmacılar ilk günlerde hiçbir rekabet unsuru koymuyor; çocukların kendi hallerinde grup kimliği kurmalarını izliyorlar. Çok kısa sürede herkesin diline bir “biz” yerleşiyor. Gruba isim bulunuyor, bayrak çiziliyor, marşlar uyduruluyor; aidiyet artıyor. Ardından deneye rekabet ekleniyor. Halat çekme, beyzbol, çeşitli yarışmalar… Kazanan grubun sevinci, kaybedenin diş bilemesi derken, araya mesafe giriyor. Birkaç gün içinde şakalaşmalar yerini alaya, alay yerini hakarete bırakıyor; çocuklar birbirlerine giriyor, zarar vermeye kalkıyor. Sırf “öteki grup” oldukları için düşmanlık doğuyor. Uygun şartlar sağlandığında “Biz ve onlar” ayrımının ne kadar kısa sürede grubun dinamiklerini değiştirebileceğini görmek, deneyin en çarpıcı yanıdır.
Peki bu gerilim nasıl çözülür? Şerif ve ekibi önce basit yakınlaşmaları deniyor. Aynı masada yemek, birlikte bir etkinliğe katılmak, beraber vakit geçirmek… Hiçbiri işe yaramıyor. Yan yana otursalar bile birbirlerine hala ters bakıyorlar. Sonra sahneye ortak hedefler sunuluyor. Kampın su sistemi arızalanıyor; iki grubun da susuz kalmaması için vanayı bulmaları gerekiyor. Bir film izleyecekler, ama bu filmi satın almak için paralarını birleştirmeleri gerekiyor. Bu gibi zorunlu iş birlikleri birkaç gün içinde buzları eritiyor. Çocuklar önce birbirine katlanmaya, sonra yeniden şakalaşmaya başlıyor; “biz” ile “onlar” arasındaki çizgi inceliyor. Yani rekabet çatışmayı büyütüyor, ortak hedefler ise iş birliğini mümkün kılıyor. Aynı masaya oturtmak yetmiyor; aynı problemi çözmek gerekiyor. Bugün iş yerlerinde ekipler arası sürtüşmelerde, okullarda akran grupları arasındaki gerilimlerde, hatta siyasetin sert kutuplaşmalarında işe yarayan en pratik reçete budur. Sahaya tarafların birlikte kazanacağı bir hedef sürmek, ödülü paylaştırmak ve oyunun kurallarının herkes için “adil” olması.
Bu deney günlük hayatımızda geçerlidir. Aynı şehirde yaşayan ama farklı mahallelerde büyüyen çocukların okulda iki ayrı “grup”a dönüşmesi; kurum içinde ekiplerin bütçe, takdir veya görünürlük rekabeti yüzünden birbirini rakip gibi görmesi; siyasal alanda kimliklerin sert çizgilerle ayrışması… Hepsinde arkada çalışan mekanizma aynı… Önce aidiyet kuruluyor, sonra sınır çiziliyor ve fırsat bulduğunda düşmanlık büyüyor. Çözüm, tarafların birbirini “dinlemesi” kadar, birlikte çözmek zorunda oldukları somut, ölçülebilir hedefler tasarlamak. Bir yerel yönetimin farklı mahalle gençlerini aynı sosyal proje etrafında birleştirmesi, bir şirketin ekipleri ortak bir proje hedefinde buluşturması, eğitim ortamının gruplar arası iş birliğine bağlaması… Hepsi bu nedenle işe yarıyor, paylaşılan sorumluluk gruplar arasında gerçek bir köprü kuruyor.
Düşmanlığı besleyen koşullar elimizin altında, ama dayanışmayı mümkün kılan koşullar da! Öyleyse iyilerle beraber olun ve ya hayr söyleyin ya susun!
Asch Uyum Deneyi
Gözünüzle gördüğünüze mi güvenirsiniz, yoksa çoğunluğun söylediğine mi? Bir toplantıda ya da herhangi bir grup ortamında yanlış yapmaktan çekindiğiniz için doğru bildiğinizi söylemekten çekindiğiniz oldu mu? Bu sorular, sosyal psikolojinin kurucularından Solomon Asch’in meşhur uyum deneylerinin tam merkezinde.
Deney oldukça yalın bir sistem üzerine kurulu. Katılımcılara biri hedef olmak üzere farklı uzunluklarda çizgiler gösteriliyordu. Görev, hedef çizginin uzunluğunu diğer üç çizgiden hangisiyle eşleştirmekti. Tek başına olduğunuzda iş çok kolaydı; çoğu insan hatasız biçimde doğru cevabı buluyordu. Ancak işin içine grup faktörü girdiğinde tablo değişiyordu. Katılımcı, deneyin parçası olan diğer kişilerle birlikte aynı odaya alınıyor, sırayla cevap veriliyordu. İlk birkaç soruda herkes doğru yanıt veriyordu. Sonra işbirlikçiler bilinçli olarak yanlış cevaplar vermeye başlıyordu. İşte bu noktada devreye “sürü psikolojisi” giriyor ve katılımcıların üçte biri, gözünün gördüğünü inkar ederek çoğunluğa uymayı tercih ediyordu. Günümüzde sosyal medyada yayılan yanlış bilgilerin ne kadar hızlı kabul gördüğünü, okulda sınıf arkadaşlarının baskısıyla alınan kararları ya da iş yerinde ekibin eğilimini bozmamak adına sessiz kalan çalışanları düşünün. Asch’in ortaya koyduğu mekanizma, bireyin içinde bulunduğu grubun güçlü etkisini ortaya koyuyor. Çoğunluğun yanlışta birleşmesi, her bir bireyin kendilerinin de gördükleri gerçeği inkar etmelerine yol açabiliyor!
Asch’in deneylerinin gösterdiği başka bir şey daha var. Bazen tek bir farklı ses bile tabloyu değiştirmeye yetiyor. Eğer gruptaki aktörlerden biri doğru cevabı verirse, katılımcıların çoğu cesaret bulup kendi görüşünü açıklamaktan çekinmiyor. Yani bir odada on kişinin yanlışı savunduğunu düşünün; yalnızca bir kişinin gerçeği söylemesi, kalanların da yanlış normdan sıyrılmasını sağlayabiliyor. Farklı seslerin susturulmadığı ortamların neden daha sağlıklı ve hatta elzem olduğunu anlıyorsunuz değil mi?
Burada kültürün de üstlendiği bir rol var tabii. Farklı ülkelerde yapılan tekrar çalışmalarında, uyum oranlarının bireyci toplumlarda daha düşük, kolektivist toplumlarda daha yüksek olduğu gözlemlendi. Yani normlara uyma eğilimi, psikolojik tarafın yanında kültürel de bir mesele. “Mahalle baskısı” diye tanımladığımız olgu, evrensel psikolojik mekanizmaların yerel tezahüründen başka bir şey değil.
Özetle insan tek başına gördüğü gerçeğe güvenmekte zorlanabiliyor; grup normları, gerçeğin önüne geçebiliyor. Ama aynı zamanda tek bir farklı ses, sürünün yönünü değiştirmeye muktedir olabiliyor. Siz gözünüzle görseniz bile test edin, emin olun!
Milgram İtaat Deneyi
Bir otorite figürü size bir şey yapmanızı söylese, üstelik bu başkasına zarar vermek anlamına gelse… Ne kadar ileri gidebilirsiniz? Bir deneyde şalteri çeviren siz olsaydınız, gerçekten “dur” diyebilir miydiniz? Stanley Milgram’ın itaat deneyleri bu sorulara yanıt arıyor.
1960’larda Yale Üniversitesi’nde kurulan deney düzeneğinin yapısı oldukça basit. Ortamda bir Müdür (Manager) var; katılımcı “öğretmen” rolünde, yan odadaki “öğrenci” ise deneyin parçası olan bir aktör. Önünüzde 15 volttan başlayıp 450 volta kadar giden bir şalter paneli var. Öğretmen olarak, öğrenci her yanlış yaptığında siz düğmeye basıyorsunuz; önce hafif bir uyarı sesi, ardından çığlıklar, kapıya vurma, isyan… Voltaj arttıkça bu tepkiler daha da şiddetleniyor ve sonunda sessizlik geliyor. Ama yanınızda beyaz önlüğüyle duran görevli, sakin bir sesle sırayla şunları söylüyor:
• Deneyin devam etmesi gerekiyor.
• Kesinlikle devam etmeniz gerekli.
• Başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız.
• Şoklar acı verici olabilir, ancak kalıcı bir doku hasarı yoktur.
• Öğrenci istese de istemese de, tüm kelime çiftlerini öğrenene kadar devam etmek zorundasınız.
Kağıt üzerinde “kimse bu noktaya kadar gitmez” demek, işin kolay tarafı… Fakat gerçek deneyde katılımcıların çok büyük bir kısmı 300 voltun üstüne çıkıyor, yaklaşık üçte ikisi ise en yüksek voltaja kadar devam ediyor. Ellerinin titrediğini, ter içinde kaldıklarını, istemediklerini söylemelerine rağmen düğmeye basmaya devam ediyorlar. Çünkü otorite figürünün varlığı, kişisel sorumluluğu gölgede bırakıyor. “Ben sadece verilen görevi yerine getiriyorum.” cümlesi, birçok insan için vicdanın sesini boğan bir gerekçe haline geliyor. Güçlü bir otoritenin varlığı “Ben yapmadım, bana yaptırdılar.” cümlesini söylemeyi mümkün hale getirmiş; bu da tarihteki ve hala günümüzdeki korkunç eylemleri mümkün kılıyor.
Milgram bu deneyin farklı varyasyonlarını da yaptı. Mesela otorite figürü aynı odada değil de telefonla talimat verdiğinde, itaat oranı ciddi biçimde düşüyordu. Ya da öğrenci katılımcının hemen yanındaysa direnç artıyor, insanlar daha hızlı “hayır” diyebiliyordu. Tersine, otorite ne kadar yakın ve baskınsa, itaat o kadar yükseliyordu. Yani mekan, mesafe ve bağlam bile kararlarımız üzerinde belirleyici olabiliyor.
Bu tabloyu laboratuvardan çıkarıp günlük yaşama taşımak zor değil. İşyerinde yanlış bir talimat verildiğinde kimsenin ses çıkarmaması, bir askeri yapıda emirlerin sorgusuz sualsiz yerine getirilmesi, sosyal medyada bir linç kampanyasına katılanların “ben de herkes gibi yaptım” diyerek kendini savunmaya çalışması… Hepsi aynı mekanizmanın farklı tezahürleri. Otorite, kimi zaman devletin yüzünde, kimi zaman bir yöneticide, kimi zaman da popüler bir fikirde karşımıza çıkıyor.
Milgram’ın deneyleri dünya çapında farklı toplumlarda da tekrarlandı. Deney sonuçları kültürden kültüre değişse de genel eğilim aynıydı. İnsanların önemli bir kısmı otoriteye uymayı tercih ediyordu. Bireyci toplumlarda oranlar biraz daha düşük, kolektivist toplumlarda ise daha yüksek çıkıyordu. Ama işin sonucunda insan vicdanıyla otoritenin sesi çatıştığında çoğunluğun otoriteyi dinlemeyi seçtiği kanıtlandı.
Körü körüne itaat tehlikeli ve kaotiktir. Vicdanla otoriteye itaat arasındaki denge nerede, muhakemesini size bırakıyorum. Kötülüğün mazereti yoktur!
Stanford Hapishane Deneyi
Bir insanın davranışlarını belirleyen şey karakteri midir, yoksa bulunduğu ortam mı? Normal şartlarda son derece sıradan, hatta “iyi” olarak tanımlanabilecek bir insan, farklı koşullar içinde bambaşka birine dönüşebilir mi? Sosyal psikolojinin en tartışmalı deneylerinden biri olan Stanford Hapishane Deneyi bu sorulara cevap arıyordu. 1971 yılında Philip Zimbardo tarafından gerçekleştirilen deney, katılımcıların kısa sürede nasıl şiddet, baskı ve itaat sarmalına sürüklendiğini gözler önüne serdi.
Zimbardo ve ekibi, Stanford Üniversitesi’nin psikoloji bölümünün alt katını sahte bir hapishaneye çevirdi. 24 kişi seçildi ve rastgele gardiyanlar ve mahkumlar olmak üzere iki farklı gruba ayrıldı. Gardiyanlara üniforma, cop ve gözlük verildi; mahkumlara numaralı giysiler ve zincirler takıldı. Roller dağıtılır dağıtılmaz, deneyin psikolojik ağırlığı kendini göstermeye başladı. Gardiyanlar, henüz ilk günlerden itibaren otorite kurma çabasına girişti; mahkumlar ise pasifleşmeye, itaat etmeye meyletti.
Başlangıçta iki haftalık planlanan deney, daha altıncı günde sona ermek zorunda kaldı. Çünkü gardiyan rolündeki öğrenciler giderek daha sert, daha baskıcı, hatta sadistik davranışlar sergilemeye başlamıştı. Mahkum rolündekiler ise çaresizlik, depresyon ve boyun eğme davranışları göstermeye başlamış, bazıları ciddi psikolojik sıkıntılar yaşamıştı. Deneyin kontrolden çıkışı, Zimbardo’nun “Şeytan Etkisi” (Lucifer Effect) adını verdiği bir kavramın doğmasına yol açtı. Deney, insan doğasının tek başına kötü olmadığını; ancak uygun koşullar sağlandığında sıradan bireylerin bile şiddetin faili haline gelebileceğini ortaya koyuyordu.
Biz çuvaldızı kendimize batırırsak iğneyi başkasına batırmayız değil mi?
Tabu Psikolojisi
Bir insanın başkasına en ufak bir zarar vermediği halde yaptığı bir şeyin sizi rahatsız ettiği oldu mu? Kendi kendine, kimseye göstermeden yaptığı bir davranıştan bahsediyoruz. Bir yanıyla “kimseye zararı yok” dersiniz ama diğer yanıyla içinizde bir huzursuzluk belirir. Sosyal psikolog Jonathan Haidt’in meşhur “zararsız tabu” deneyleri bu noktaya parmak basıyor. Haidt, deneyinde katılımcılara rahatsız edici ama kimseye fiziksel ya da toplumsal bir zarar vermeyen çeşitli senaryolar sunuyor. Bunlar dolapta çok eskiyen bir ulusal bayrağın temizlik bezi olarak kullanılması ya da evcil hayvanı ölen birinin onu pişirip yemesi gibi uç örnekler.
Bu senaryoların ortak noktası, zarar ilkesine dayalı rasyonel bir itirazın bulunmamasıdır. Ancak katılımcıların büyük bölümü bu davranışları kesin biçimde “yanlış” bulur. Dahası, nedenini açıklamakta çoğu zaman zorlanırlar. İlk tepki tiksinti, utanç ya da öfke gibi güçlü duygulardır. Daha sonra akıl yürüterek duygusal tepkiyi meşrulaştırmak olur. Bu durumu “ahlaki afallama” olarak tanımlıyoruz, yani yanlış olduğuna inandığınız bir şeyi niçin yanlış bulduğunuzu açıklayamıyorsanız, aklınızdan ziyade duygularınız ve sezgileriniz devrede demektir. Akıl, çoğu zaman duyguların arkasından koşan ve olayı rasyonel bir düzeye taşımaya çalışan bir avukatın rolünü mü üstleniyor. O güne kadar ahlaki yargıların insanların bilinçli akıl yürütmeleriyle oluştuğu varsayılıyordu. Haidt ise tam tersine, sezgilerin öncelikli olduğunu, aklın ise sadece sonradan açıklama yaptığını öne sürdü. Ahlakı anlamak için insanların ne düşündüğünden çok, ne hissettiğine bakmamız mı gerekiyor?
Deneylerde bir başka önemli husus, farklı kültürlerde verilen tepkilerin değişik olmasıydı. Amerika’da katılımcılar, bireysel özgürlük ve zarar ilkesine daha çok ağırlık veriyor. “Kimse zarar görmüyor, öyleyse sorun yok” yaklaşımı baskındır. Türkiye’de dindarlık, politik kimlik ve cinsiyet ön plana çıktı. Aynı senaryo bir yerde “kişisel tercih” olarak görülürken, başka bir yerde “toplumun dokusunu bozan” bir ihlal sayılır. Deneyin konusu olan olaylara karşı geliştirilen yaklaşım, üç farklı ahlak çerçevesinden hangisine daha yakın olduğumuzu anlamak için kullanılıyor. “Kimse zarar görmüyor, herkes kendi davranışından sorumludur.” diyorsanız bireysel bir ahlaki çerçeveniz var. Bu eylem geleneklerimize, toplumsal normlarımıza uymuyor diyorsanız, toplumsal ahlak anlayışına sahipsiniz. Bu eylem kutsal değerlerimize aykırı diyorsanız, o zaman da kutsal, dini ahlak anlayışına yakınsınız anlamına geliyor.
Bugün kamusal tartışmalarda ya da gündelik hayatta sıkça yaşanan kutuplaşmaların kökeninde bu durum var. Bir taraf meseleyi “zarar yoksa özgürlüktür” diye görürken, diğer taraf aynı davranışı “değerlerin ihlali” olarak algılıyor. İki taraf da aslında içten gelen güçlü bir sezgiyle hareket ediyor ve bunu sonradan akıl yoluyla gerekçelendirmeye çalışıyor. Ahlaki yargılarımız bile birbirimizden pek farklı olabiliyorken; değerlendirmelerimizin altında yatan farklı sezgisel mekanizmaları keşfetmeden birbirimizi anlamamız mümkün olabilir mi?
Zihniyet Meselesi: Zeka Sabit mi, Geliştirilebilir mi?
Bir öğrenci bir sınavda başarısız olduğunda “ben zaten bu konuda yetenekli değilim” mi yoksa “biraz daha çalışırsam yapabilirim” mi der? Carol Dweck’in yıllar süren araştırmaları, sabit veya gelişen zihniyet anlayışının hayatlarımızı nasıl etkilediğini ortaya koyuyor.
Sabit zihniyete göre zeka ve yetenek doğuştan gelir, fazla değişmez. Bu bakışa sahip olanlar için başarısızlık, yeteneksizliklerinin kanıtıdır. O yüzden zorlandıkları yerde çabuk pes etmek eğilimindedirler. Gelişen zihniyette olanlar ise zekanın, tıpkı bir kas gibi çalışarak güçlendirilebileceğine inanırlar. Onlar için hata öğrenmenin doğal bir parçasıdır.
Dweck’in öğrencilerle yaptığı deneylerde bu fark açıkça görülüyor. Zor sorularla karşılaşan sabit zihniyetli öğrenciler hızla motivasyon kaybedip kolay sorulara yöneliyor veya denemeyi bırakıyor. Gelişen zihniyetli öğrencilerse aynı sorular karşısında sebatla uğraşıyor, hatalardan öğreniyor ve sonunda daha yüksek başarıya ulaşıyor. Bu bulgular, eğitim sistemlerinin kurgulanışı için yeni bir bakış açısıydı; “zeka geliştirilebilir” fikri işlendiğinde öğrencilerin notlarının yükseldiği görüldü.
Türkiye’de PISA verilerine göre gençlerin yarısından fazlası zekayı sabit bir özellik olarak görüyor. Bu başarısızlık karşısında çabayı bırakma eğilimini artırıyor. Burada öğretmenlerin tavrı kritiktir. Öğretmenin “çalışırsan yapabilirsin” demesi öğrencinin zihniyetini müspet kılarken; “iyi değilsin” cümlesi, öğrencinin kendisi önüne bir duvar örüyor. Buradaki konu sadece öğrencinin ne düşündüğü değil; sınıftan aileye, toplumda tüm eğitim kültürünün ve anlayışının nasıl şekillendiğiyle ilgili!
Bugün Dweck’in bulguları eğitimden spora, iş dünyasından sanata kadar pek çok alanda değerlendiriliyor. Ben kendime “Hayata hangi zihniyetle bakıyorum?” diye sorduğumda şunu gördüm; bende ikisi de var. Öğrenmenin her zaman mümkün olduğuna inanıyor ve bunun için çaba göstermeye değer buluyorum. Hataları, eğer sürekli tekrarlanmıyorsa, gelişimin bir parçası olarak görüyorum. Zeka ve anlayışın geliştirilebilir olduğuna inanıyorum. Ama kendi hakkımda bazı kabullerim de var; mesela yaradılıştan veya yaşla bazı kısıtlarım olduğunu biliyorum.
Kişilik Psikolojisi: Kişiliğin Temel Yapıtaşları Nelerdir?
Kişiliğin ne olduğu, nasıl ölçüldüğü ve değişip değişemeyeceği, psikolojinin en eski tartışmalarından biridir. Günlük hayatta hepimiz kişiliği bir şekilde tarif etmeye çalışıyoruz; girişkendir, içine kapanıktır, sorumluluk sahibidir gibi sözler aslında kişiliğin gözle görülen ve elle tutulan tarafları. Peki işin bilimsel tarafında kişilik nasıl tanımlanır?
Bilimsel olarak kişilik nasıl tanımlanır?
20. yüzyıl boyunca farklı kişilik modelleri ortaya atıldı, ama en çok kabul göreni Donald W. Fiske’nin temellerini attığı ve sonradan geliştirilen Beş Faktör Modeli oldu. Bu model kişiliği beş ana boyutta inceler: Deneyime Açıklık, Sorumluluk, Dışadönüklük, Uyumluluk ve Duygusal Denge yani Nevrotiklik. Bu boyutlar, insanların dünyayı nasıl algıladığını, olaylara nasıl tepki verdiğini ve ilişkilerini nasıl kurduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
• Deneyime Açıklık: Yeni fikirlere, farklı bakış açılarına ve estetik deneyimlere açıklığı gösterir. Yüksek açıklık merak, hayal gücü ve yaratıcılıkla; düşük açıklık ise daha geleneksel ve kapalı bir tutumla ilişkilidir.
• Sorumluluk: Planlı, disiplinli ve hedef odaklı olmayı tanımlar. Yüksek sorumluluk güvenilirliği, düşük sorumluluk ise daha dağınık ve spontane bir yapıyı işaret eder.
• Dışa dönüklük: Sosyal ilişkilerden alınan haz, enerji düzeyi ve kendini ifade etme isteğiyle ilgilidir. Dışa dönük bireyler sosyal ortamlarda aktif ve girişkendir; içe dönükler ise daha mesafeli ve içine kapanık olabilir.
• Uyumluluk: Başkalarıyla işbirliği yapma, empati kurma ve yardım etme eğilimini anlatır. Yüksek uyumluluk daha anlayışlı ve işbirlikçi bir kişiliğe işaret ederken, düşük uyumluluk daha rekabetçi veya mesafeli tavırlarla ilgilidir.
• Duygusal Denge (Nevrotiklik): Stresle başa çıkma kapasitesini gösterir. Yüksek duygusal denge soğukkanlılık ve dayanıklılıkla; düşük denge ise kaygı, öfke ya da kırılganlıkla kendini belli eder.
Bu beş boyut aynı temel özelliklere işaret eder. Testlerin sonucu hem bireysel farklılıkları hem de kültürel eğilimleri gösterebilir. Araştırmalar, bu beş faktörün yalnızca Batı toplumlarına özgü olmadığını, farklı kültürlerde de benzer şekilde gözlendiğini ortaya koyuyor.
Peki kişilik sabit midir? Bu, hala tartışmalı bir konu. Genetik faktörler kişilik üzerinde güçlü bir etkiye sahip, ama çevre koşulları ve yaşam deneyimleri de kişiliği şekillendiriyor, mesela Kayserililik, Aksekililik diye bir şey var. Yani kişilik tamamen değişmez değil, fakat kolay olmasa da çevreden etkileniyor. Araştırmalar gençlikte daha esnek olan kişiliğin yaş ilerledikçe daha oturmuş olduğunu gösteriyor.
İş hayatında kullanılan kişilik testleri, adayların belirli görevler için uygunluğunu anlamak için kullanılıyor. Eğitimden liderlik gelişimine kadar pek çok alanda, kişiliğin bu boyutları bireysel performansı anlamak için kritik ipuçları sunuyor. Ama asla bu testlere güvenerek insanları yaftalamayınız!
Tutsak İkilemi
Tutsak İkilemi’nde klasik hikaye şu şekilde: Suç ortaklığı yapan iki kişi yakalanır, ayrı hücrelere konur ve her birine bir teklif sunulur. Eğer biri diğerini ele verir ve diğeri sessiz kalırsa, ihanet eden serbest kalır, susan ise ağır ceza alır. İkisi de konuşmazsa hafif ceza ile kurtulurlar, ikisi de birbirini satarsa bu kez ikisine de orta uzunlukta ceza verilir. Kağıt üzerinde bakıldığında, kişinin kendi çıkarı için en güvenli yol hep karşı tarafı ele vermektir. Çünkü sessiz kalmak, eğer diğeri seni satarsa, en kötü sonucu doğurur. Ama herkes bencil davranırsa da ortaya çıkan sonuç her iki taraf için kötü olur. Bu basit oyun, bireysel çıkar ile ortak yarar arasındaki gerilimi açık ve çarpıcı şekilde ortaya koyar. Uzun vadeli ilişkilerde karşılıklılık en istikrarlı ve kazançlı stratejiye dönüşüyor. Başlangıçtaki güven, daha sonra da dengeyi koruma isteği, bencilliği uzun vadede etkisiz bırakıyor.
Burada Tutsak İkilemi’nde “Nash Dengesi” kavramı, her iki tarafın birbirini ele vermesidir. Çünkü herkeste, “ya karşımdaki beni satarsa” kaygısı bulunur. Bireysel bencillikte dengeye ulaşılıyor; ama bu denge kötü bir sonucu doğuruyor. Bu çelişki günlük hayatta karşımıza çıkıyor.
Yani insanlar birbirine güvenmeyi ve işbirliğini sürdürebilmeyi başardığında, uzun vadede herkes daha karlı çıkıyor. Sadelik, karşılıklılık ve güven, ilişkilerin en sağlam dayanakları oluyor. Hayat tek başına kazanılacak bir oyun değil, işbirliği ne kadar güçlenirse ortaya çıkan fayda da o kadar artıyor.
Bu 10 deneyi üniversite sıralarından itibaren farklı yerlerde farklı şekillerde okursunuz. Pek çok olayda ben de yaşadım. Ben teori üreten biri değil uygulayan ve deneyimleyen biriyim; uygulamada hız önemlidir. Bu kitaptaki 10 deneyi yorumlarıyla bir arada okumak sizin karar süreçlerinizi fark edip, disipline etmenizi sağlayabilir. İşte insan davranışına yönelik teorileri öğrenmek bu yüzden zevklidir.
Çalışanlarının yüzden fazla değişik pasaport sahibi olduğu bir global bir şirketi yönetirken bunları biliyor ve deneyimliyor olmak gereklidir. Davranış teorilerine kültür farklılıklarını da göz önünde bulundurup yaklaşmak gerekir.
Kaynak: Şirin, S. (2024). Bakışınızı değiştirecek 10 deney: İnsan. Mundi.
Murat Ülker