My Octopus Teacher

My Octopus Teacher (Ahtapottan Öğrendiklerim)

AHTAPOT YOLDAŞINIZ OLURSA…

Belgesel film 2020 Netflix yapımı ve Oscarlı, “My Octopus Teacher”. Öyküdeki ahtapot ile insan dostluğunu herhalde senaryo gereği bir hikaye yaratmak için uydurulmuş, biraz abartılı bulduğumu söylemeliyim.

DİKKAT Spoiler içerir. İsterseniz önce filmi seyredin.

Yazımda filmden bahsetmemin yanında eleştirilere yer verdim. Kültürümüze uyarlarsak filmin felsefesini ne anlarız, nasıl düşünürüz, irdeledim. Bakalım siz ne düşüneceksiniz, meraktayım.

Bir süredir bir arkadaşımın tavsiyesi ile “My Octopus Teacher” (Ahtapottan Öğrendiklerim) isimli belgeseli seyretmeyi istiyordum. Ailece izledik, beğendim, ufkum açıldı. Sonuna kadar sıkılmadan hatta şaşkınlıkla izledim. Belgesel film 2020 Netflix yapımı ve Oscarlı. Hem öyküsü hem kurgusu ve çekim kalitesi ile Oscar almış. Belgesel dalında yedi/sekiz ödülü daha var ve çekimleri 10 yıl sürmüş. Öyküdeki ahtapot ile insan dostluğunu herhalde senaryo gereği bir hikaye yaratmak için uydurulmuş, biraz abartılı bulduğumu söylemeliyim. Belgeselin yönetmenleri, deniz bilimi uzmanı, çevreci gazeteci, doğa tarihi yönetmeni Pippa Ehrlich ile James Reed.  Çekimleri denizaltı kameramanı Roger Horrocks yapmış. Anlatan Craig Foster ise filmin yapımcısı. Çekimlerin yapıldığı yer, Atlantik Okyanusu’nun Fırtınalar Burnu.

Belgeseldeki  iki ana oyuncu var, dişi ahtapot ve Craig Foster. Film Foster’ın çocukluğu ile başlıyor. Anlıyoruz ki çocukluğu Atlantik Okyanusu kıyısında geçmiş. Okyanusa dalmayı, yosun ormanlarında yüzmeyi çok seviyormuş. Sonra bir şekilde Foster tıkanma noktasına geliyor. Yine filmin akışında Afrika’da bir belgesel çektiğini, yerlilerin doğadaki izlerden yola çıkarak vahşi hayatı nasıl gözlemlediğini ve benzer şekilde kendini tedavi etmek üzere çocukluğuna dönerek, okyanusla yeniden haşır neşir olmaya başladığını görüyoruz. Craig suyun soğukluğunun beyni geliştirdiğini, tüm bedeni canlandırdığını söylüyor, gerçi ben 10 derece suya bile dalarken yarım saat sonra soğuktan titriyorum.

Sık okyanusa dalan Foster’in amacı gözlem yapmak, rahatlamak ve böylece huzur bulmak. Böylelikle yosun ormanlarındaki muhteşem bitki örtüsünü ve canlıları keşfetmeye başlıyor. Şnorkelle dalıyor bunun nedeni de denizaltında yaşamı huzursuz etmemek demiş.

Foster dalış yaparken diğer ana karakter, dişi ahtapota rastlamasıyla filmde drama başlıyor. Dişi ahtapotun kendini deniz kabuklarıyla kamufle etmesindeki içgüdüsel zeka belirtisi gerçekten etkileyici. Foster da etkileniyor ve ahtapotu barındığı yere kadar takip ediyor. Daha sonra da bir yıl sürecek takip süreci başlıyor. Niçin bir yıl, spoiler vermeyeceğim? Ama inanın yine de filmi sonuna kadar izlemenize engel değil.

İlk başlarda ahtapotun onu izleyen yabancı yani Foster ile arası oldukça mesafeli.  Gün geçtikçe, Foster etrafında dolandıkça, ahtopot da Foster’a ilgi göstermeye başlıyor. Bu arada  film bize ahtapotun nasıl yengeç ve istakoz avladığını, zekasıyla onlaı nasıl tuzağa düşürdüğünü, onu avlamaya çalışan köpek balıklarına karşı nasıl savunma stratejileri geliştirdiğini öyküde sunuyor. Renkten renge, şekilden şekile giren kamuflaj ustası ahtapotun vantuzlarını nasıl kullandığını görmek de gerçekten etkileyici. Foster gün geçtikçe ahtapottan yeni şeyler öğreniyor ve denizdeki muhteşem döngüye hayran oluyor. Bu ona da iyi geliyor, iyileşmeye başlıyor. Bu arada ahtapotla ilgili öğrendiği bilgileri bilimsel veri tabanlarından kontrol ediyor ama çoğunun keşfedilmemiş olduğunu ve  uzun dönemli gözlemle çok daha fazla bilgiler edinilebileceğini bize gösteriyor. 

Filmin ilk otuz dakikasında Foster’ın ahtapota güven verişi işleniyor. Anlıyoruz ki hayvanlarla da aynı insanlarla olduğu gibi iletişim kurmak kolay, ama onların güvenini kazanmak oldukça zor; aynı insanlarla olduğu gibi… Bu filmdeki en can alıcı noktalardan biridir. Doğadaki her canlının uzun süreli yakın ilişki için güvene ihtiyacı olduğunu, bunu oluşturmak için de karşısındakine şans tanıdığını çok açık görüyor ve anlıyorsunuz. Foster’ın azami sabırlı olması ve ahtapotun hareketlerini dikkatle izlemesi onu korkutacak hereketlerden kaçınması, samimiyeti bunu mümkün kılıyor. Tüm bu güven sağlandıktan sonra ahtapotun vantuzları ile Foster’a nasıl dokunduğunu, onun göğsüne adeta uzandığını görmek ise çok ilginç.

Foster Sea Changed Project’in kurucu ortağı olduğu için misyonu gereği ahtapotun yaşadığı şartlara, ortama en küçük müdahalede bulunmuyor, köpek balığı tarafından kolu koparılmasını bile sadece izlemekle yetiniyor. Seyri pek acı, ama onlar bu davranışı uygun buluyor.

Belgesel çekimleri harika. Ahtapotun öznel çekimleri bize okyanusun dibini ahtapotun  gözünden görmemizi ve onun yaşadığı hayata girmemizi sağlıyor. Okyanus sizi kuşatıyor. Foster’la birlikte kendinizi deniz altında hissediyorsunuz. Çekimler öyle ustaca ki bilmenize rağmen kurmacayı yutuyorsunuz.

Belgeselle ilgili internette biraz dolaştım, çoğu benzer, iyi yönde eleştirilerdi. Vegan gazetesinde bir eleştiri ise çok ilginçti. “Etik veganlar” belgeseli çok olumlu karşılamışlar (*). Ama filmi Foster’ın iyileşmesi adına ahtapotun sömürülmesi olarak görüyorlar. Foster’ın konuşmalarını  samimi bulmamışlar.  Filmde insan türünün yine galip geldiğini düşünüyorlar. Ayrıca belgeselin doğada tür ayrımcılığı yaptığını ahtapotu bir midyeden , köpek balığından daha değerli olarak konumlandırdığını söylüyorlar. Hele şu bir yorum beni çok şaşırttı: “Film insanın kendini doğanın düzenine karar verici, kanun koyucu tavrını bir kez daha gözler önüne seriyor. Sanki Foster yukarıdan gelen temsili bir tanrı metaforudur. Adeta eserine âşık olan yaratıcı konumundadır. İyi ama Tanrı neden bazı kullarını çok severken bazılarına sırt çevirir?”

Tabii Yaratıcının insanlara bu dünya nimetlerini vermiş olması, insanı haliyle tüm dünya ve içindekilerin sahibi yapar. Ama insanın tüm bu nimetleri nasıl tasarruf edeceği de sınavıdır ve iyi/kötü karşılığını mutlaka görecektir.

Yazıda filmin eleştirildiği noktalardan biri de “Antropomorfizm” içermesi. Yani bir hayvan ile aramızda bağ kurabilmemiz, onun da en az bizim kadar yaşam hakkına sahip olduğunu kabul edebilmemiz için hayvanın  insan gibi davranmasına ya da insan gibi görünmesine ihtiyaç duymamız. Aklına tabi hemen herkesin La Fontain masalları gelmiştir. Belgesel de ahtapotu sevdirmek için insan gibi davranığına bizi inandırmaya çalışılması  eleştiren diğer yön. “Ahtapot yürüyor, oyun oynuyor, strateji kuruyor. İnsana ne kadar benzerse biz de onu o kadar çok seviyoruz! Hani iki ayağı olsa, kalksa bizim gibi yürüse daha çok seveceğiz” deniyor.

Diğer eleştiri ise filmin hayvan hayatı röntgenciliği yaptığı üzerine. Yazar şöyle diyor: “Bir hayvanı çiftleşme, doğum yapma, uyuma, uyanma gibi her anında burnunun dibinden kayda almak ne kadar etik emin değilim açıkçası. Tüm bu takip, röntgencilik olmuyor mu? Çünkü özellikle semavi dinlerde de hep “Tanrı, bizi izliyor!” baskısı vardır. Tanrı’nın kullarını izlemesi söylemi, onun büyüklüğünün, gücünün diktesidir. Teknolojik ekipmanları elinde bulunduran insan da doğanın üzerinde adeta tanrıcılık oynayarak kendini tatmin eder. Hatta son dönemde hayatımıza fazlasıyla sirayet eden dronlar, insanın tam olarak tanrısal bakış açısını da yakalamasını sağlamıştır. Bu bakış açısına sahip olan insan, adeta Tanrı gibi hayvanların kaderinin kendi elinde olduğuna inanır. Ki artık avcıların da adeta bir doğa belgeseli setinin ekipmanlarında bulunacak tüm alet ve edevatı (dron, kamera, dürbün…) kullandığını da unutmayalım…Tabii ahtapotun bu kameraya ve Foster’a alıştığı aşikâr. Tamam, o noktada bir itirazım yok. Sorulması gereken soru da o değil zaten. Ahtapot o kameraya neden alışmak zorunda? Foster’ın iyileşip hayata dönebilmesi için mi? O zaman alternatif tıpta canlı hayvanların tedavi amaçlı kullanılmasıyla ya da hayvanların ilaçların yapımında deney kobayı olarak kullanılmasıyla arada ne fark var? Sanırım yok!”

Aslında bu yıllardır devam eden bir zorunluluk ve sanırsam bilimin esas ilgilendiği konu aslında mevcut et ve süt için evcilleştirilen büyük ve küçükbaş besi hayvanlarına yeni türler ilave etmek için gayretler!?! Düşünsenize denizde karadakine benzer balık ve benzeri ehli hayvan sürüleri olsa, yani mesela balık çiftliklerindeki hayvanlar salma bile gezse ve siz onlardan faydalanabilseniz, bir çoban köpeği benzeri eğitilmiş bir köpek balığı ile koruyup sevk etseniz…

Diğer bir eleştiri ise ahtapotun estetik çekimler yoluyla “Arzu Nesnesi”ne çevrildiği. Foster görünüşü ve yaptıklarıyla kendisine cazip gelen ahtapotu her boyutuyla kayda alıyor. Ahtapot, bir süre sonra bilinç sahibi, hissedebilen bir birey olmaktan sıyrılarak biz izleyicinin eril bakışına hizmet edecek bir arzu nesnesine dönüşmeye mi başlıyor? Foster’ın çekimlerinde ahtapot o kadar cazip gösteriliyor ki sudaki diğer canlılara gerçek anlamda bakmak mümkün olmuyor. Zira belgesel aslında hiç alışık olmadığımız ahtapotun o acayip fizyolojisini estetik bir obje olarak konumlandırıyor.

Bir yönetmen teknik anlamda elindeki malzemeyi etkili bir şekilde kullanarak seyircisini yönlendirebilir. Seyircinin manipüle edilmesinde kamera açılarının, hareketlerinin, seslendirmenin, müzik ve ses kullanımının, aydınlatmanın ve kurgunun büyük rol oynadığı bilinmektedir. Duygusal bir sahnede fondaki müzik, aksiyonun olduğu bir sahnede hızlı kurgunun tercih edilmesi, mutlu bir sahnede ışığın arttırılması en basit uygulamalardır.

Son eleştiri ise filmdeki  teknik hilelerle ilgili. Örneğin, çizgili köpek balığının ahtapotu avlamaya çalıştığı sahnelerde arka fonda gerilim müziğinin duyulması, kameranın her zamankinden hızlı hareket etmesi ve yine o anların üst üste binecek denli hızlı bir şekilde kurgulanmış olmasının başka bir açıklaması olamaz, deniyor. Kameranın konumlanışı, sanki seyircinin köpek balığı tarafından kovalandığını hissettiriyor. Bu da doğada gerçekleşen doğal bir süreci başka bir noktaya taşıyarak adeta bir gerilim filmi veya polisiye izliyormuş hissiyatı yaratıyor. Tabii bu hikâyede mağdur olan ahtapot fail olan köpek balığıdır, diyerek başka şaşırtıcı bir yroum yapılıyor.

Yazar yazısının sonunda “Ne Öğrendik?” başlığı altında şöyle diyor: “Foster belgesel boyunca ahtapottan bir şeyler öğrendiğini iddia ediyor.Foster’ın filmin sonunda aslında hiçbir şey öğrenmediğini görüyoruz. O güne kadar tek başına bazen de oğluyla birlikte okyanusa dalan Foster, güya ‘Yosun ormanının hayat boyunca korunmasına adanmış bir dalgıç topluluğu olan kendisinin de kurucu ortaklarından olan Change Project’ ile dalmaya devam ediyor. Bu da daha fazla deniz canlısının röntgenleneceğini, su altındaki yaşamın daha çok taciz edileceğini, doğal olayların yönünün tekrar tekrar değiştirileceğini gösteriyor ne yazık ki. Foster, Afrika’daki Klahari yerlilerinin içindeki iz sürücülerinden esinlenerek ahtapotu takip ediyor aslında. Bir belgesel çekiminde tanıdığı bu iz sürücüler gibi olmaya çalışan Foster’ın ne o iz sürücülerinden ne de ahtapottan bir şey öğrenmediğini, sadece kendi bencil duygularıyla hareket ettiğini, kendini güçlü hissettiği yerde hükmünü sürmeye devam ettiğini görüyoruz.”.

Bir ahtapotla omurgasız canlıların en zekisi de olsa daha önce kurulan böylesi bir dostluk ilişkisi gördüğüm bir şey değildi. Ahtapotlar zekaları ile strateji üretme yetenekleri, oyunculukları, neslin devamı için kendi hayatlarınden vazgeçmeleri çok etkileyici geliyor. Bir soru: Ahtapotlar hayatlarının sonuna geldikleri için mi üremeyi tercih ediyorlar yoksa üredikleri için mi bu onların sonu oluyor, belli değil.  Ama ahtapot üzerine okursanız bilimsel bilgiler ahtapotların filmdeki özelliklerini doğruluyor. 

Foster diyor ki:“Ahtapot bana okyanusun dibinde bir yabancı olmadığımı; buranın bir parçası olduğumu hissetmeyi öğretti”. Ben mesela  bu cümleden Foster’ın “sünnetullah” ı öğrendiğini  hissettim. Eğer “sünetullah” kavramını biliyorsanız aklınız ister istemez oraya da gidiyor. Bilmeyenler için bir alıntı ile anlatayım (**):

“Allah’ın varlıklarla ilgili olarak öteden beri varolan ve varolmaya devam edecek değişmeyen kurallarıdır. Kuran’da belirtildiği gibi bu yasa değişmezlik niteliğine sahiptir. İlâhî yasalarda bir değişiklik olmamakla birlikte, söz konusu yasaları öğrenmek suretiyle, onları lehimize kullanabiliriz. Allah’ın varlık dünyasıyla ilgili kanunları bilindiği takdirde onları kontrol altına almak ve iyi davranışın hakim olma sürecini hızlandırmak mümkündür. Bu ilâhî yasaların bilinmesi ise ancak geçmişlerin tarihini, onların yükselme ve gerileme nedenlerini araştırmakla ortaya çıkabilir. Kuran kıssalarında toplumların yükselme ve ilerleme sebepleri anlatıldığı gibi, milletlerin çöküp yok olma sebepleri de anlatılmakta ve bunların Allah’ın varlıklar hakkındaki değişmez yasaları gereği olduğu vurgulanmaktadır. İşte biz bu anlamdaki Kuran kıssalarını incelediğimiz zaman ilerlemenin ve gerilemenin yasalarını öğrenip, yeni bir medeniyet kurma veya çökmüş bir toplumu ayağa kaldırmanın yollarını da öğrenmiş oluruz.”

İşte ben ahtapotun dünyasını öğrendiğimde birçok tanımadığım bilmediğim hayvanla iletişime geçerek, onlarla iyi ilişkiler kurarak onlardan yararlanmayı öğrenirsek başta gıda sorunu olmak üzere dünyanın birçok sorununa çözüm bulabileceğimizi hissettim. Birçok hayvanın yaşam kurallarını öğrenip onları daha iyi yetiştirebilir, onlardan yararlanabilir, insanın doğaya hükmetmesini değil doğayı koruyarak doğayla birlikte içiçe yaşamasını öğrenebiliriz.  

­­­­­—————–

(*) Büdüş, T. (2022) https://vegangazete.com/bir-parazitlik-hikayesi-my-octopus-teacher/

(**) Güneş, A. (2005). Kur’ân’da Sünnetullah Ve Toplumların Çöküş Nedenleri, Din Bilimleri Akademik Araştırma Bilimleri Dergisi, C.5,S.4.

 

Murat ÜLKER

Yorum Yap