Pozitivizm, Faşizm, Demokrasi Ve Keynes
Uygarlığın Kısa Tarihi Kitabına (*) dayanarak tarihte hem kısa hem de oldukça öğretici bir yolculuk yapmaya devam ediyoruz. 19. yüzyılda Batı’da yaşayan “beyaz adam” kendini dünyanın geri kalanından üstün, dünyanın geri kalanında yaşayanları da kendisinden aşağı varlıklar olarak görüyordu. Batı, bilimi ve akılcı düşüncesiyle üstündü; diğerleri ise bu bilimi ve akılcı düşünceyi ortaya çıkaramayan daha aşağı varlıklardı. En çok da deri rengi farklı olanlar… Afrikalılar veya Asyalılar veya Ortadoğulular “geri” kaldıysa, bu onların zekâ ve beceride “geri” olmasından kaynaklanıyordu. “Evrim işliyor” du, zayıf olan yok olacak, kuvvetli olan hayatta kalacaktı. Bu, bilimsellik kisvesi adı altında çıkan bir saçmalıktı. 19uncu yüzyılda ortaya çıkan yegane akım Sosyal Darvinizm değildi. Özellikle siyasi alanda etkileri hissedilen en önemli akımlardan biri “bilimcilik” ya da diğer adıyla “pozitivizm” oldu. İç içe geçmiş olan bu iki akım, insanlığın önünü açacağına aksine ciddi kısıtlar getirdi diyor Berkan. Gelin aşağıda buradan devam edelim. Bakalım neler diyeceğiz…
(*) Berkan, İ.(2023). İnsanlığın Kısa Tarihi, The Kitap Yayınları, ss.256.
Herbert Spencer adında bir bilim insanı Darwin’in biyolojiyle ilgili teorisini alıp topluma uygulamaya kalktı. “Güçlü olan hayatta kalacak” ilkesiyle hem Batı’nın kendine olan güveni arttı hem de aşağı (yani güçsüz) insanların hayatlarının bir Batılı beyazınki kadar kıymetinin olmadığı düşüncesi yaygınlık kazandı. Bir İngiliz’i öldürmek cinayetti ama binlerce Afrikalıyı öldürmek cinayet sayılmazdı.
“Sosyal Darwinizm” olarak bilinen bu teori beyazlar arasında bile ayrımcılık güdüyordu. Örneğin kronik hastalığı olanları, engellileri, akıl hastanelerinde yatanları “zayıf” olarak görüp, bu tür insanların yaşatılmaması gerektiğini söylemeye kadar vardırıyordu işi. Oysa Sosyal Darwinizm, bilimsel olarak defalarca yanlışlanmış bir şey. Londra’da veya New York’ta doğan bir beyaz bebeğin, Afrika’nın bir yerinde doğan bir siyah bebekten daha zeki, daha evrim geçirmiş, daha dayanıklı olduğunu kanıtlayacak hiçbir bulgu yok.
Sosyal Darwinizm akımı ve ondan destek alan ırkçı/ayrımcı siyasetler uzun yıllar boyunca çok etkili oldu, hatta İtalya’da faşistlerin, Almanya’da Nazilerin ve Japonya’da savaş lordlarının elinde bir çeşit kutsal ideolojiye dönüştü, milyonlarca insanın soykırımlarda veya savaşlarda ölmesine neden oldu. Bugün bile, Türkiye dahil dünyanın dört bir yanındaki ırkçıların sözlerini dinleyin; “Biz üstünüz, diğerleri bizden aşağı” söylemini, yani Sosyal Darwinizm’i işitirsiniz.
İsmet Berkan bundan sonraki bölümde “bilimcilik” ve “pozitivizm” akımlarından söz ederek bu akımların insanlığın önünü açacağına kısıtlamalar getirdiğini iddia ediyor:
Doğa bilimlerini “pozitif “yapan temel yöntem, teoriyi gözlem ve deney yoluyla doğrulamak. Yani gözlem ve deney tarafından doğrulanmayan teori çöpe gidiyor. Eğer “bilimsel yöntem” buysa, yani teorinin gözlem veya deneyle doğrulanmasıysa, sosyal bilimler de aynı yöntemi kullanmalıdır.
Peki kullanabilir mi? Doğa bilimlerinin “dili” kabul edilen matematiğin sosyal bilimlerde kullanılmaya başlanması ve böylece, diyelim ki bir sosyoloji araştırmasına “bilimsel bir kesinlik” verilmeye çalışılması 19uncu yüzyılda başlıyor. Bugün matematik ve onun bir dalı olan olasılık teorisi ile istatistiği bilmeden üniversitede ne iktisat okuyabilirsiniz ne de sosyoloji.
Spencer’in toplumsal alanda yapmaya çalıştığını Hegel tarihte yapmaya çalıştı. Ona göre tarihin bir “akış yönü” vardı; toplumsal tarih “geri”den “ileri”ye doğru gidiyordu. Geri veya ilkelden, ileri veya gelişmişe doğru gidilirken de hep büyük çatışmalar yaşanıyordu. Bu çatışmalara “diyalektik” adını verdi Hegel.
Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından geliştirilen “Marksizm” de, toplumsal gelişme ve ilerleme konusunda bir çeşit doğa kanunu bulunduğu inancındaydı; tarihin kaçınılmaz biçimde komünizme doğru ilerlediğini söyler Marksizm. Komünizm gerçekleşince tarihin ilerlemesi de duracaktır Marx ve Engels’e göre. Ve yine Marx ve Engels’e göre zaten bu “ilerleme” de kaçınılmaz bir doğa yasasıdır.
Auguste Comte, 1798-1857 yılları arasında yaşamış çok önemli bir Fransız düşünürü, “pozitivizm”in de kurucusudur. Felsefi düzlemde, gerçek (veya otantik) bilginin sadece ve sadece bilimsel metotla elde edilebileceğini söyleyen, materyalizme benzeyen ama sadece bilgiden söz eden bir düşünce akımı bu. 20inci yüzyılın ortalarına kadar geçerli oldu ama onu sona erdiren şey onun içinden çıktı.
Soru şuydu: Gezegenlerin gelecekteki pozisyonlarını bile bize hesaplama imkânı veren bilim, eğer her şeyi yeterince bilirsek, başka her konuda da bizim geleceği önceden bilmemizi sağlayamaz mıydı? Bu anlayışa felsefede “determinizm” veya Türkçesiyle “belirlenimcilik” deniyor. Belirlenimcilik ve pozitivizm birbirine akraba anlayışlar. Temel dayanakları bilimde neden-sonuç ilişkisinin kesin sonuçlar ürettiği ve nedenleri bilebileceğimiz iddiası… Ama fizikçilerin ortaya koyduğu “belirlenimsizlik” yani önceden bilinemezlikle dünya değişmeye başlamıştı. Aynı sonuca birden fazla nedenle ulaşmak mümkündür mantığı yeni ve cesur dünyanın habercisiydi.
İsmet Berkan’ın sonraki durağı, insanlığın gelişimini yazan herkesin de durağı olan milliyetçilik rüzgarları ve faşizm…
Milliyetçilik 250 yıl kadar önce insanların icat ettiği bir şey. Ama bugün hepimizin neredeyse genetik kodlarına işlenmiş durumda. Böyle bir ortak kimliğimiz olmadan yaşayamıyoruz. 1919 yılında savaş yorgunu İtalya’da Benito Mussolini adlı bir eski gazeteci, “Faşist Manifesto” adı altında bildirisini yayımladı ve uzun yıllar iktidarda kalacak bir siyasi hareketi başlattı.
Mussolini’nin Faşist Parti’si, en temelde milliyetçiliğe dayalıydı ama bundan ibaret değildi. Örneğin demokrasiye karşıydılar. Elbette Marksizm ve anarşizme de karşıydılar. Sadece bu da değil; toplumun sıkılı bir yumruk gibi tek bir liderin ve onun siyasi örgütü olan tek partinin etrafında örgütlenmesini istiyordu faşistler. Faşizmde muhalefetin bir meşruiyeti yoktu ve olmayacaktı. Ülke topyekün savaşa hazırlanacak, ekonomik zorluklara da topyekûn davranılarak cevap verilecekti.
İtalya’da geliştirilen bu teori, kısa süre sonra pek çok yerde benimsendi. Faşizmin Alman versiyonu olan Nazizm Almanya’ya 1933 yılında demokratik seçimler yoluyla geldi ve kısa zamanda Naziler vaat ettiklerini gerçekleştirip demokrasiyi ortadan kaldırdılar. Bilimsellik kisvesine bürünmüş bir milliyetçilik ve üstünlük iddiasını sadece İtalya ve Almanya’da değil, faşizmi benimsemiş diğer yerlerde de görüyoruz. Avrupa’dan üç örnek daha var: Franco İspanyası, Salazar Portekizi ve Miloşeviç Sırbistanı.
İtalya ve Almanya’da faşizm, 1. Dünya Savaşı’nın neredeyse doğal bir sonucu olarak yükseldi ve iktidara geldi. Her iki ülkenin de faşist partileri, uluslarını savaşa hazırlamayı ve intikamı vaat etti. Ve sonuçta bu iki faşist hareket 2. Dünya Savaşı’nı başlattı. Büyük iktisatçı John Maynard Keynes daha 1. Dünya Savaşı biter bitmez bu sonucu tahmin etmişti.
Tarihin Akışında Sovyet Devrimi
Rusya ve onun hükümdarı Çar 2. Nikola için 1. Dünya Savaşı bir çeşit fırsat savaşıydı. Rusya, böylece hem Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun iktidarından kurtulmuş Doğu Avrupa’ya sahip olmayı, hem de İstanbul ve Boğazlar üzerinden sıcak sulara inmeyi, Orta Doğu’yu hedefliyordu. Ama savaş kilitlenince Rusya umduğu kazançları elde edemeyeceğini hemen gördü. Savaş çok ağır masraflar demekti Çar ve hükümeti için. 1917nin yaz aylarında endüstriyel üretim de çöküp fabrika ve şirketler art arda kapanmaya başlayınca işsizlik en büyük dert haline geldi. Bunu ülkenin dört bir yanında ayaklanmalar izledi.
Ülke 1917 Kasım’ından 1922 sonuna kadar devam eden bir iç savaş yaşadıktan sonra Bolşevikler duruma tamamen hâkim oldular ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adıyla bütün 20. yüzyıla damgasını vuracak olan devleti kurdular. Sovyetler Birliği, dünyanın gördüğü ilk komünist devletti. Sovyet Devrimi’nin liderleri Lenin ve Troçki, Marx’ın ütopyasını gerçek yapmak istiyorlardı. Bütün üretim araçları devletleştirildi, özel mülkiyete son verildi.
Zaman içinde devrimin karakteri ve gündelik uygulamaların nasıl yapılacağı konusunda liderler arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi. Lenin’in ölümü sonrası o zamana kadar o kadar ön planda olmayan, teorisyenden çok uygulamacı olarak görülen Stalin iktidarı ele geçirdi ve Troçki başta olmak üzere rakiplerini öldürttü.
Sovyet Devrimi, başlangıç yıllarında tarımsal üretimde yapılan hatalar nedeniyle çıkan büyük kıtlık ve Stalin’in kapsamlı “siyasi katliamları” yüzünden on milyonlarca Rus’un hayatına mal oldu. Tarihteki en büyük soykırımlardan biri olan “Kırım Türklerinin Sürülmesi ve Katledilmesi” de bu esnada olmuştu. Tüm “Turan Ülkeleri” de Ruslar tarafından asimile edilmişti. Ve sonunda Marx’ın rüyasını gördüğü, “üretim araçlarına herkesin sahip olduğu, kimsenin kimseyi sömürmediği ve dolayısıyla herkesin özgür olduğu” bir cennetten çok partinin ve onun gizli/açık polis örgütlerinin sıkı kontrolünde yaşayan bir cehennem ülkeye dönüştü Sovyetler Birliği.
2.Dünya savaşı esansında Naziler Sovyetler Birliği’ne de saldırdı ve bütün savaşın en kanlı cephesi o Doğu Cephesi oldu. Stalin, savaş bitince müttefiklerin dönüp kendisini boğmak isteyeceğini biliyordu. Stalin Avrupa’yı paylaşmak konusunda ısrarcı oldu savaş sonucunda. Bugünkü Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Almanya’nın doğu yarısı ile Baltık cumhuriyetleri Sovyet kontrolünde kaldı.
Soğuk Savaş ve İki Kutuplu Dünya
Savaş sonrası dünya “komünistler” ve diğerleri diye ikiye bölündü. “Soğuk Savaş” adı verilen dönem başladı. Bu dönemin ayırt edici özelliği, sıcak çatışma yaşanmamasına rağmen bir tarafta Sovyet Birliği ve diğer tarafta Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün dünyayı birkaç defa yok etmeye yetecek ölçüde nükleer silah üretmiş olmaları. Kimilerine göre bu dönemde sıcak savaş çıkmamasını bu “nükleer denge” ye borçluyuz, bu görüşe göre taraflar nükleer silah kullanmak zorunda kalmamak için sıcak çatışmadan hep kaçındı.
1945-1990 arasında dünya “iki kutuplu” oldu. Bu dönem boyunca aslında iki rakip ekonomik sistem, insanlığa ilişkin iki rakip dünya görüşü birbiriyle yarıştı.1990da Sovyetler Birliği umulmadık biçimde hızla çökünce ortaya çıktı ki, Sovyetler, Marx ve Engels’in ütopyasını gerçekleştirmeye çalışırken insanlar arasında eşitliği ancak sefalet seviyesinde sağlayabilmişti. Devlet vatandaşlarına dünya standardında eğitim ve sağlık hizmeti sunmuş, ve bilim Sovyetler Birliği döneminde çok gelişmişti ama Batı’daki yüksek tüketime ve refaha Sovyet vatandaşları yaklaşamamıştı bile.
Sovyet Devrimi ve sonrasındaki 70 yılın dünya siyasetine etkileri bir yana, galiba esas önemlisi Rusya’dan başlayarak komünist rejimlerin dünyanın çeşitli ülkelerinde iş başına gelmesi, komünist ekonomik düzenin kapitalizme rakip olması ama zaman içinde bu rekabette geride kalması, bir siyasi ve iktisadi düşünce akımı olarak Marksizmin yenilgisi veya geçersizliğinin kanıtı olarak görüldü.
Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Çin’in Komünist Partisi’nin iktidarını koruyarak otoriter bir kapitalizme yönelmesi, Vietnam’ın kapitalistleşmesi, Küba’nın Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan ayakta duramıyor olması ve Kuzey Kore’nin komünist olmaktan çok bir diktatörlük olması, “Marx kaybetti, Adam Smith ve diğer kapitalist/liberal düşünürler kazandı.” cümlesinin sık kullanılmasına neden oldu.
20. Yüzyıla Biçimini Veren Düşünür: Keynes
Keynes’e göre Birinci Dünya Savaşı ülkeler arasındaki ticaret dengesizlikleri nedeniyle çıkmış. Britanya, kendi sömürgeleriyle birlikte bir “sterlin birliği” kurmuştu ve her durumda ticaret fazlası veriliyordu, bu ülkelerden bazılarının ticaret fazlası olursa, o fazladan para zaten Londra’daki bankalara geliyordu. Benzeri bir sistemi Fransa da kurmuştu. Yani Britanya ve Fransa, sömürgeleri sayesinde zenginleşiyor, servet biriktiriyor, başka milletlerin dünya ticaretinden büyük pay almasına ve sömürgeler edinmesine izin vermiyordu.
Böyle bir sistem kuramayan, yani yeterince sömürgesi olmayan ama endüstrisi en az Fransa ve Britanya kadar gelişmiş ülkeler ise, başta Almanya dünya ticaretinden yeterince pay alamıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkma nedeni Keynes’e göre buydu. ABD’den borç alan Britanya, Fransa’yı ayakta tutmak için ona borç vermişti. Yani Fransa Britanya’ya, Britanya da ABD’ye borçlu. Savaş sonunda Britanya ve Fransa bütün bu borçları Almanya’nın ödemesine karar verdi. Tabii sonra İkinci Dünya Savaşı çıktı.
Keynes’e göre hem ürünlerin fiyatında hem de işçilerin ücretlerinde “yapışkanlık” vardı. Özellikle işçiler daha düşük ücrete razı olmak istemiyordu. Öte yandan hükümetlerin savaş finansmanından kaynaklanan borçları vardı ve bu borçları ödemek için ilave vergiler koymaya razı olmuyor, karşılıksız para basıyorlardı. Bu ikili mekanizma da enflasyona yol açıyordu. Avrupa’yı 1930lar boyunca kasıp kavuran hiper enflasyonun nedeni buydu.
Keynes, krizden çıkış için hükümetlerin ekonomiye müdahale edip talebi canlandırması gerektiğini söylüyordu. 1919 Paris Konferansı’na Britanya adına katılan Keynes’in biri hariç fikirleri büyük ölçüde kabul edildi. Bugün bildiğimiz “Uluslararası Para Fonu” (IMF), ülkelerin ödemeler dengesi krizlerine girmemesi için, “Dünya Bankası” da savaş sonrası yeniden yapılanma ihtiyacını karşılamak için kuruldu. Dünya çapında gümrük vergisi oranlarını uyumlulaştırmak için de bir “Dünya Ticaret Örgütü”nün temelleri atıldı, genel bir gümrük tarifeleri anlaşması için çalışmalara başlandı. Bütün bu yeni küresel ekonomik düzene de, konferansın yapıldığı kasabanın adından hareketle “Bretton Woods Sistemi” adı verildi.
Keynes, Bancor adını verdiği bir çeşit dünya para birimi önerdi. Özellikle Amerika Keynes’in bu önerisine karşı sert bir direniş gösterdi çünkü dünya paralarının dolara göre belirlenmesini istiyordu. Amerika, savaşı kazanan hâkim güç olması sayesinde doların değerinin altına karşı sabitlenmesi fikrini herkese kabul ettirdi. Diğer ülkeler kendi paralarının değerini dolara göre belirleyecek, dolar ise altına karşı sabitlenecekti. Amerikan dolarının uluslararası ticaretin başlıca para birimi olduğunda yani 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikan İmparatorluğu kurulmuş oldu.
En önemlisi 50li yıllarda kurulan Avrupa Konseyi’ydi. Kurucuları arasında Türkiye’nin de olduğu konsey, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve liberal demokrasiyi ulusal sınırların ötesine taşımayı amaçlıyordu. Konsey üyesi ülkelerin hepsi, aynı değerleri benimsemiş, özellikle insan hakları konusunda benzer hukuku uygulayan ülkeler olacaktı. Böylece özgürlük ve demokrasi fikri, uluslarüstü bir kimlik ve hukuk yaratacaktı.
Kapitalizm, toplumda zaten var olan ekonomik temelli eşitsizlikleri çok daha fazla derinleştiriyordu. Zengin daha zengin oluyor, fakirler ise yoksulluklarını kuşaktan kuşağa miras bırakıyordu. Gelir eşitsizlikleri hızla servet eşitsizliğine dönüşüyordu çünkü zengin aileler yüksek gelirleri ve sermaye birikimleriyle elde ettikleri zenginliği kuşaktan kuşağa artırarak devrederken, yoksulların mirası yine yoksulluk oluyordu; babadan oğula geçiyordu fakirlik, derken bu gibi önyargılı yaklaşımlar ve muhaliflerin bu argümanları köpürtmesinin topluma memnuniyetsizlik ve yeisten başka bir şey vermediğini de biliyoruz. Bu konuda yazdığım yazıyı okumanızı tavsiye ederim: https://yelkenciningazetesi.com/anti-kapitalist-safsatalar-ve-komplocular
Marx’ın gördüğü çelişkiyi kapitalistler de görüyorlardı ve içlerinden bazıları bu çelişkiyi azaltmanın yolunu arıyordu. Bunu da sadece anti-Marksist oldukları için değil, toplumdaki bireylere daha insancıl davranılması gerektiğine inandıkları için yapıyorlardı. Hatta bu, günümüzde marka ve şirketlerin toplum için “sosyal sorumluluk” yatırımları yapmalarına yol açacaktı.
Kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri azaltmak veya törpülemek için işçi ve işverenin her ay belli bir miktar parayı emeklilik ve sağlık sigortası primi olarak bir yere yatırması anlamına gelen sosyal sigorta kavramı bugün dünya çapında benimsenmiş durumda. Türkiye gibi ülkeler sosyal sigorta için kamu kurumları yaratıp biriken fonları kamu aracılığıyla işletirken, başka ülkelerde aynı fonksiyonu gören özel sektör kurumları olabiliyor.
Sosyal Devlet – Sosyal Demokrasi
Siyasi partiler aynen devletler gibi soyut birer varlık. İnsan zihninin bir icadı. Ama çok ciddi bir ihtiyacı karşılıyorlar. Fransız Devrimi’nin ve siyasi manada modernist felsefenin özü, hâlâ Fransız devletinin resmî sloganı olan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”tir.
Buradaki “kardeşlik” milliyetçiliktir. Herkes aynı ulusa mensup olduğu için birbiriyle kardeştir zaten. İspanya’da Basklar, Fransa’da Brötonlar, Britanya’da İskoç ve İrlandalılar, Türkiye’de Kürtler kardeş yapılmıştır. Ne mutlu Türküm diyene!
Eşitlik, önce kanun önünde eşitliktir. Yani mahkeme, zengine farklı fakire farklı veya soyluya farklı avama farklı bakmaz; hukuk ne diyorsa o olur. En azından kâğıt üzerinde. Ama kısa zamanda eşitlik sadece kanun önünde eşitlik olmaktan çıkar, fırsat eşitliğinden kadın, erkek eşitliğine, etnik köken ve ırk farkı gözetilmeksizin eşitlikten eşit işe, eşit ücrete kadar büyük bir çeşitlilik kazanır. İşte Marx öncesinden başlayarak sosyalist partilerin siyaset yaptığı alanlardan biri bu “eşitlik” kavramı olmuştur.
Benzer şekilde slogandaki “özgürlük” kavramı da üzerinde daha çok sosyalist partilerin siyaset yaptığı bir alandır. Çünkü bu partiler eşitliği savunurken kapitalizmin sermayedarlarıyla çatışıyorlar ve sermaye için “sakıncalı”, hatta “yıkıcı” bulunan düşünceleri dile getiriyorlar. Bu düşüncelerin dile getirilmesi lazım. Yani özgürlükçülük de sosyalist siyasetin alanı içinde kalıyor.
Yani sosyalist ve sosyal demokrat partiler kendilerini bir yerde komünizmle akraba görürler. Neredeyse tamamı artık üretim araçlarına işçilerin sahip olmasını veya özel sermaye şirketlerini devletleştirmeyi savunmaktan vazgeçmiş olsa da, işçi sınıfının haklarını, daha fazla eşitliği ve daha fazla özgürlüğü savunmaya devam ederler. En azından bu iddialarını sürdürürler.
Burada sosyalist ve sosyal demokrat partiler “kapitalizmin imkânlarından yeterince yararlanamayanları” temsil ediyorlar, yani daha insani ve eşitlikçi bir kapitalizmden yanalar. İsimleri ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, muhafazakâr veya Hristiyan Demokrat (Amerika’da Cumhuriyetçi Parti) partiler de kapitalizmden halihazırda çıkar sağlayanların temsilcisidirler.
Dünya üzerinde iki blok ve soğuk savaş varken ve kapitalist Batı açısından bir “komünizm tehlikesi” mevcutken, kapitalist demokraside siyasi bölünme ekonomik çıkar temelliydi ve bunu “sağ” ve “sol” karşıtlığıyla anlatmak kolaydı. Hatta bunun kutsal kitabımızda yeri olduğunu bile söyledik.
Ama bugün ortada bir “komünizm tehlikesi” yokken yaşanan siyasi bölünmeye “sağ” ve “sol” bölünmesi denemez. Sol, sosyalist, sosyal demokrat partiler, Batı’da artık orta sınıflara refah yaratamayan kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni memnuniyetsiz kitleleri temsil edemiyor. O yüzden de globalleşmeden yana olmayan, daha içe kapanık, popülist, az ideolojik ama daha çok tepkisel siyasi akımlar yükseliyor. Bunlara toptan hala “aşırı sağ” adını vermek ne kadar doğru, bilmiyorum. Haftaya Türkiye’ye geleceğiz, Türkiye’nin yol arayışlarına… Yine yukarıda verdiğim bilgilere ve sorduğum sorulara yorumlarınızı bekliyorum.
Murat ÜLKER