Ahlâk: Bireyin İçindeki Toplum
Toplumu oluşturan bireylerdir; fakat bu bireylerin yalnızca fiziki varlığı değil, ahlâkî duruşları da toplumu şekillendirir. Sokrates’in "Erdem bilgidir" anlayışı bize bireyin kötülüğü bilmeden değil, bilerek ve isteyerek işlediğini düşündürür. Bu durumda, ahlâklı bir toplumun inşası, yalnızca hukukla değil, bireyin iç dünyasındaki ahlâk bilinciyle mümkündür.
İslam filozoflarından Farabi, el-Medînetü’l-Fâzıla (Erdemli Şehir) adlı eserinde, ideal bir toplumun ancak faziletli bireylerden oluşabileceğini belirtir. Farabi’ye göre ahlâk, insanın nefsini terbiye etmesiyle başlar. Erdemli toplum, bireyin nefsine hâkim olması, adaleti içselleştirmesi ve ortak iyiliği her şeyin ötesinde tutmasıyla mümkün olur. Bugünün toplumunda ise birey, nefsiyle özdeşleşmiş, arzularının emrine girmiş bir figür olarak yer almakta; bu da hem kendini hem de yaşadığı toplumu ifsat etmektedir.
Bu noktada İbn Haldun’un yaklaşımı da dikkate değerdir. İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde, toplumu ayakta tutan temel unsurlar arasında ahlâkı, vicdanı ve teamülü birlikte değerlendirir. Ona göre, tarih boyunca büyük medeniyetlerin yükselişi, bireylerin birlikte yaşama iradesine, yani ahlâkî ortaklığa dayanır. Ne zaman ki bireyler sadece kendi çıkarını düşünür hâle gelir, işte o zaman o toplumun çözülmesi kaçınılmaz olur. Ahlâkı zayıflayan toplum, zamanla düzenini kaybeder; çünkü bireyler artık ortak faydanın değil, yalnızca bireysel çıkarlarının peşinde koşar hale gelirler. Birlikte yaşamak, yalnızca bir coğrafyayı paylaşmak değil; ortak bir değer evreninde buluşmaktır.
Bugün bu değer evreni parçalanmış durumda. Komşusuna selam vermeyen bir insanın aynı gün sosyal medyada binlerce kişiye "iyilik" çağrısı yapabiliyor olması, ahlâkın artık bir gösteri alanına dönüştüğünün açık göstergesidir.
Bireysellik ve Çürüyen Toplum
Toplumsal çürüme, her zaman sistemsel bozulmalarla açıklanamaz. Daha derin ve görünmez bir kaynak vardır: Vicdanın kaybolması. İmam Gazali, İhyâ-u Ulûmiddin adlı eserinde, ahlâkın temelini insanın iç muhasebesine bağlar. Gazali’ye göre, birey içindeki “muhasebe gücünü” kaybettiğinde ahlâk dışı fiiller kaçınılmaz hale gelir. Bu iç muhasebenin olmadığı bireyler bir araya geldiğinde, toplumsal yozlaşma sadece bir sonuç olur; asıl neden, her bir bireyin kendi vicdanını terk etmesidir.
Bu çürümenin en tehlikeli yönü, zamanla sıradanlaşmasıdır. Bugün sokakta yere tükürenle, kamu kaynağını çalan arasında sadece ceza farklıdır, ahlâkî temel aynıdır: Sorumluluk bilincinin kaybı. Ahlâkın yerini çıkarın, onurun yerini tüketimin, vicdanın yerini gösterişin aldığı bu toplumda, birey kendini masum görüp sistemi suçlamakta, ama o sistemin her gün yeniden üreticisi olduğunu fark etmemektedir. Küçük bir yalanla başlayan gevşeme, kamuya ait olanı kendi hakkı gibi gören bireylerle genişler; nihayetinde, dürüstlük bir saflık, ahlâk ise bir nostalji nesnesi hâline gelir. Yani yalnızca birey değil, ahlâk da tek başına, yalnız kalır.
Albert Camus, ahlâkı, “başkalarının varlığına karşı duyulan sorumluluk” olarak tanımlar. Bu tanım, ahlâkın yalnızca bireyin iç dünyasında değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerdeki etik derinliğinde anlam kazandığını gösterir. Toplumsal çürümenin başladığı yer de tam burasıdır: Diğerini "önemsizleştiren" birey, toplumun kalbini çürütmeye başlar.
Karl Jaspers, çağdaş bireyin en büyük çıkmazını şöyle özetler: "Modern birey, ne tam bireydir ne de tam toplumsaldır. Her şeyin sorumluluğunu yadsır ama özgürlük talep eder." Bu çelişki, ahlâkı işlevsiz kılar. Çünkü ahlâk, hem sorumluluğu hem de özgürlüğü birlikte taşımayı gerektirir. Sadece hak talep edip sorumluluktan kaçan birey, hem toplumun hem de kendi içinin boşalmasına neden olur.
Modernlikte Ahlâkın Erozyonu
Modern toplum bireyi özgürleştirdiğini iddia ederken onu değerlerinden soyutladı. Ahlâk, bireyin "kişisel tercihi" haline geldi; böylece ortak bir değer düzeni çökertildi. Nietzsche, “Tanrı öldü” derken aslında modern insanın anlam kaynaklarını yitirdiğine işaret ediyordu. Bu anlamsızlık, bireyi sadece çıkarına göre hareket eden bir varlığa dönüştürdü. Özgürlük; ahlâkî sorumluluktan ayrı düşünüldü ve bunun bedeli, birlikte yaşanabilir bir toplumun kaybı oldu.
Ahlâk artık yasal düzenin değil; reklam panolarının,sosyal medya beğenilerinin yönlendirdiği bir görüntüye dönüştü. İnsanı görünür kılmak için tasarlanmış olan bu dünya, onun iç dünyasını ihmal etti. Böylece toplum; ahlâkî değil, estetik olanı kutsamaya başladı. İçerik değil görüntü, öz değil etki önem kazandı.
Foucault’ya göre, modern iktidar biçimi artık bireyi bastırmaz; onu “özneleştirerek” kendi kendini denetleyen biri hâline getirir. Ancak bireyin iç sesi yani vicdanı değil, dış normlar bu özneyi biçimlendiriyorsa burada gerçek bir özgürlük değil, içselleştirilmiş bir gözetim düzeni söz konusudur. Ahlâk, böyle bir düzende sadece dışsal uyum hâline gelir. Böyle bir toplumda ahlâk; içten bir sorumluluk değil, bir gösteri nesnesidir. Oysa ahlâkın en hakiki biçimi, bireyin başkası bakmazken tek başına kaldığı zaman sergilediği tutumdur.
Ahlâkî Birey: Toplumun Asıl Kurucusu
Kant, “İçinde bulunduğunuz her durumda öyle davranın ki davranışınız evrensel bir yasa haline gelebilsin.” der. Bu bireyin sadece kendisiyle değil, tüm insanlıkla ahlâkî bir bağ içinde olduğunu ifade eder. Bireyin her eylemi, toplumsal yapının küçük bir tuğlasıdır. Ve bu tuğlaların kalitesi, binanın sağlamlığını belirler.
Gazali’ye göre, “Ahlâk, davranışın dışa yansıyan yüzüdür ama temeli kalpteki niyettir.” Eğer kalpte riya, bencillik ve kibir varsa; bu dışarıya da yozlaşma, şiddet ve çıkarcılık olarak yansır. Bu yüzden bireyin en büyük sorumluluğu, görünmeyen tarafını yani niyetini ve iç muhasebesini temiz tutmaktır.
Mevlânâ, bunu daha yalın ama derin bir biçimde ifade eder: “Sen dışını süslemeden önce içini temizle. Çünkü içi kirli olanın dışı da bir gün kokar.” Ahlâk, süs değil köktür. Gösteri değil özü değiştirmektir.
Ahlâklı birey, hem sabırlı hem de hak / hakkaniyet noktasında yaşanan olumsuzluklar karşısında direnen bir inşacıdır. Toplumun çatlaklarını onaran harçtır. Devletin ya da sistemin değil, vicdanın bekçisidir. Böyle bireylerden oluşan bir toplumda ahlâk kanunla zorlanmaz, doğal olarak yaşanır.
Toplumu dönüştürmek, bireyi dönüştürmekle başlar. Sadece sistemleri eleştirerek değil, kendi nefsimizi terbiye ederek ahlâkî bir yenilenme mümkün olabilir. Bir toplum, sabah penceresini açtığında birbirine “merhaba” diyen insanlardan değil, vicdanını her sabah yoklayan bireylerden oluştuğunda güzelleşir.
Toplum bir aynadır. O aynadan yansıyan çürümüşlük değil, aslında her bireyin kendi yansımasıdır. Gölgemizi küçültmek istiyorsak ışığı önce içimizde yakmalıyız.
Konuyla ilgili olarak aşağıdaki kitapların okunmasını öneririm.
Farabi / El-Medînetü’l-Fâzıla
İmam Gazali / İhyâ-u Ulûmiddin
Kant / Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesi
Nietzsche / İyinin ve Kötünün Ötesinde
İbn Haldun / Mukaddime
Alasdair MacIntyre / After Virtue
Zygmunt Bauman / Ahlaki Körlük
Albert Camus / Sisifos Söyleni
Michel Foucault / Hapishanenin Doğuşu
Karl Jaspers / Felsefeye Giriş
Mevlânâ Celaleddin Rûmî / Mesnevî
Ömer Faruk Ertem
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.