Toplum ile devlet arasındaki ilişki, insanlık tarihinin en kadim tartışma konularından biridir. Kişinin özgürlüğü ile kamusal düzenin güvenliği arasındaki hassas denge, ancak kanun ve hukuk aracılığıyla tesis edilebilir. Devlet, sadece bir yönetim aygıtı değil; ortak yaşamın çerçevesini ve sınırlarını çizen, toplumsal düzeni mümkün kılan bir organizasyonel kurumdur. Toplum ise bu düzenin hem öznesi hem de nesnesidir.
Toplum ile devlet arasındaki ilişkinin temeli, adalet ve düzen arayışında saklıdır. Kişi, tek başına varlık gösterdiğinde özgürlüğün en saf hâlini yaşar; fakat bu özgürlük, başkalarının özgürlükleriyle çarpıştığında bir sınırla karşılaşır. Devletin varlık ihtiyacı, bu çatışmayı engellemek için ortak kurallara duyulan ihtiyaçtan kaynaklanır. İşte bu noktada kanun ve hukuk, hem devletin keyfi gücünü sınırlayan, hem bireyin haklarını hem de toplumun bütünlüğünü koruyan köprülerdir.
Hukuk olmadan devlet, güç tekeline dönüşür; toplum ise kural ve güvenlikten yoksun bir kitleye dönüşür. Hukuk, kişinin en zayıf anında dahi devlet karşısında ayakta kalmasını sağlayan manevi bir kalkandır. Romalı ünlü düşünür, hatip, yazar, devlet adamı ve aynı zamanda hukukçu da olan Cicero ikibin yıl önce hukuk ve güç arasındaki denklemi şu ifadeyle dile getirmiş; “Yasalar sessiz kaldığında, tiranlık konuşur.” Hukukun varlığı, devletin otoritesine meşruiyet kazandırırken aynı zamanda ortak vicdanı yansıtan toplumsal vicdanın da kurumsal ifadesine dönüşür.
Kamusal düzen, bireylerin birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinin belirli kurallara bağlanması ve denetlenmesi koşuluyla mümkündür. Eğer her bir kişi, yalnızca kendi çıkarının peşinden gitseydi, ortaya çıkan tablo “herkesin herkesle savaşı” olurdu.
Monarşi ve burjuva hayranlığı ile bilinen İngiliz filozof Thomas Hobbes’un, bu hayranlığına adeta zıtlık teşkil eden şu ifadesinde dediği gibi: "hukukun olmadığı yerde, insan insanın kurdudur.” Dolayısıyla kanun, bireysel iradelerin çatışmasını bir düzen içine alır; toplumsal hayatı güvenli, öngörülebilir ve yaşanabilir kılar.
Farabi, erdemli şehri anlatırken, adaletin merkezde olduğu bir toplumsal düzenin ancak doğru yasalarla sağlanabileceğini ifade eder. Ona göre yasa koyucu, sadece düzen sağlayan değil, insanları en yüksek erdemlere yönlendiren bir rehberdir. ( Bu noktada, ayrı bir konu olarak, yasa koyucunun ve toplumun, insanları en yüksek erdemlere "koşullandırma gücü ve yetkisi"nin de; eğitim, öğretim, kabiliyet, yetkinlik ve istek çerçevesinde, bence çift taraflı olarak, derinlemesine ayrıca sorgulanmalıdır. )
Hukukun, akıl ile vahyin ortak bir zeminde buluşması gerektiğini savunan İbn Sina, insan tabiatının hem akıl hem de ihtiyaçlarla şekillendiğini; hukukun bu ikili yapıya cevap vermesi gerektiğini söyler.
İbn Haldun ise sosyolojik bir bakış açısı getirir: Ona göre devletin devamlılığı için en önemli unsur, adaletli kanunlardır. Adaletsizlik, devleti çürüten ve toplumu çözülmeye götüren en temel hastalıktır. Nitekim Mukaddime’de “zulüm, medeniyetin yıkıcısıdır” der.
Platon, Devlet adlı eserinde adaletin yalnızca bireysel bir erdem değil, toplumun bütününe ait bir uyum olduğunu savunur. Ona göre yasa, bireylerin tutkularını dizginleyerek ortak iyiyi mümkün kılar. Aristoteles ise hukuku “aklın tutkulara karşı zaferi” olarak tanımlar. Hukuk sayesinde insan, salt doğal ( kibirli, bencil, ben merkezli ruh hali ile her türlü kuralsız ve çıkara dayalı kavgaya meyilli ) hâlinden çıkarak politik bir varlığa ( başkalarının haklarına saygı göstermesi gerektiğini mecburen kabullenen ya da kabullenmiş görünen ) dönüşür.
Bununla birlikte, kanunun değeri sadece varlığında değil, adaletle uyumlu oluşunda yatar. Adaletsiz kanun, toplumu düzenler gibi görünse de aslında huzursuzluk, çatışma ve ayrışma üretir. Hukukun özü yalnızca kurallar manzumesi değil, adaletin hayata geçirilmiş biçimidir.
Devlet, gücünü hukuktan aldığı sürece toplum tarafından meşru görülür. Hukukun dışında kalan her otorite, kalıcı değil, geçicidir. Çünkü devletin gerçek gücü, silahların namlusunda değil; yurttaşların gönüllü itaati ve adalet duygusuna olan güveninde yatar. Bu bağlamda hukukun üstünlüğü, modern toplumların en temel ilkesi haline gelmiştir.
Hukuk, sadece ceza veren ya da düzeni sağlayan bir mekanizma değildir; aynı zamanda ortak idealleri, değerleri ve ahlâki zemini kurumsallaştırır. Bir toplumun hukuk anlayışı, aslında onun ahlâk anlayışının görünür yüzüdür. Eğer hukuk, bireylerin onurunu ve özgürlüğünü koruyorsa; o toplumda devlet ile toplum arasındaki bağ sağlam ve sürdürülebilir demektir.
Sosyoloji bize gösteriyor ki hukuk, sadece mahkemelerde ya da devlet kurumlarında değil; gündelik hayatta, en basit ilişkilerde bile işlevseldir. Toplumsal hayat, görünmez bir ağ gibi kanunların ışığında sürer. Bir trafik ışığında durmak, vergisini ödemek, komşunun hakkına riayet etmek, vs; hepsi hukukun toplumsal görünümüdür.
Durkheim, hukuku toplumsal dayanışmanın aynası olarak görür. Mekanik dayanışmanın hâkim olduğu toplumlarda cezalandırıcı hukuk, organik dayanışmanın öne çıktığı modern toplumlarda ise onarıcı hukuk baskındır. Yani kanun, toplumun yapısına göre şekillenir, biçim alır.
Bugün baktığımızda, hukukun zayıfladığı ülkelerde toplumsal çürüme hızlanmakta, kamu düzeni bozulmakta ve güven duygusu zedelenip, kaybolmaktadır. En basitinden, mafyanın, çıkar gruplarının ya da keyfi yönetimlerin ortaya çıkıp hayatiyet bulması, hukukun yokluğunun, daha doğrusu mevcut hukuksal yapının; denetim, yaptırım, caydırıcılık ve cezalandırma bakımından zayıflığının ve yetersizliğinin somut göstergesidir.
Devletin görevi, hukuku sadece kâğıt üzerinde var etmek değil; adaletin tüm toplumun kalbine yerleşmesini sağlamaktır. Bu noktada toplumun da sorumluluğu büyüktür.
Toplum ve devlet arasındaki ilişki, bir sözleşme değil, karşılıklı bir sorumluluk alanıdır. Devlet, hukuku uygulamakla; toplum ise hukuka bağlı olarak sadakat göstermekle yükümlüdür. Ancak bu sadakat, kör bir itaat değil; adaletle uyumlu bir kanuna olan gönüllü bağlılıktır.
Kısacası hukuk; insanın devlete, devletin de insana yabancılaşmamasının garantisidir. Kanunun olmadığı yerde düzen, düzenin olmadığı yerde de insani yaşam olmaz. Hukukun varlığı, yalnızca kamusal düzeni değil, aynı zamanda insanlığın ortak vicdanını da ayakta tutar. Toplum ve devlet ilişkisinde kanun; sadece düzen sağlayan bir araç değil, aynı zamanda insanın insanla ve insanın devletle barışını mümkün kılan bir ilkedir. Hukuk; özgürlüğün sınırı değil, varlık şartıdır.
Farabi’nin erdemli şehri, Rousseau’nun toplum sözleşmesi, İbn Haldun’un adalet vurgusu ve Aristoteles’in “politikon zoon” anlayışı ( bu anlayış insanı yalnızca sosyal bir varlık olarak değil, toplumdan ayrıldığında varoluşunu kaybedecek bir canlı olarak tanımlar) bize tek bir gerçeği hatırlatır: Adaletin olmadığı yerde ne devlet kalıcıdır ne de toplum huzurludur.
Kanun, sadece devleti değil, toplumu da ayakta tutan görünmez sütundur; hukuk ise bu sütunun ruhu.
Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.