Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın başında farklı etnik ve çok dinli bir yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra doğmuş bir devlettir. Osmanlı’dan kalan siyasi mirasın en belirgin yönü, merkezî otoritenin zayıflamasıyla beraber, farklı etnik ve dinî grupların kendi kaderlerini tayin etme eğiliminin, hızla bağımsızlık arayışına dönüşmesiydi. Bu tecrübe, Anadolu’da yeni kurulan devletin, parçalanmaya açık bir zeminde ulusal birlik fikrine sıkı sıkıya sarılmasına yol açtı.
Bugün Türkiye’nin yönetim modeline dair “merkeziyetçilik dışı”, “ulus devletin ötesinde” ya da “çoklu resmi dil” gibi öneriler dile getirildiğinde, bunların kısa ve orta vadede doğurabileceği olumsuzlukları görmek için hem tarihi hafızayı hem de güncel ve bölgesel koşulları dikkate almak gerekir.
Ulus Devlet Yapısının Dışına Çıkmanın Riskleri
a) Ortak aidiyetin zayıflaması
Ulus devlet yapısı, toplumsal mozaiği tek renge indirgemek anlamına gelmez; fakat ortak bir siyasal aidiyet zemini kurar. Bu aidiyetin merkezinde “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” yer alır. Eğer bu zemin yerine “çoklu kimlikler arasında gevşek bir konfederasyon” önerilirse, ulusal kimliğin kapsayıcı rolü geri plana itilir. Bu durumda insanlar önceliği “devletin vatandaşı” olmaktan çok, “etnik ya da yerel kimliğin mensubu” olmaya varabilir. Bu kayma, ortak bir gelecek tasavvurunu zedeler.
Türkiye’nin yakın tarihinde bu dinamiğin izlerini görmek mümkündür. Osmanlı’nın son yüzyılında, Rum ve Ermeni cemaatleri imparatorluk vatandaşı olmaktan ziyade kendi millet yapıları içinde örgütlenmişti. 19. yüzyılın “millet sistemi” bu kimlikleri güçlendirirken, devletin ortak aidiyet çerçevesini zayıflattı. Osmanlı Devleti'nde Balkanlar'daki ayrılıkçı hareketler, bu sürecin en somut sonucuydu. Dolayısıyla yeni Türkiye Cumhuriyeti, geçmişte yaşanan bu çözülmenin tekrar etmemesi için, tek bir ulusal aidiyetin altını kalın çizgilerle çizdi.
b) Siyasal parçalanma ve merkezkaç güçler
Merkezi otoritenin yerine gevşek bir yönetim modeli konulduğunda, bölgeler arasındaki ekonomik eşitsizlikler siyasallaşır. Gelişmiş bölgeler “biz neden daha az gelişmiş bölgeleri sübvanse ediyoruz” diye sorgularken, yoksul bölgelerde ise “biz dışlanıyoruz” algısı derinleşir. 1990'lı yılların başında Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi, bu dengesizlikler zamanla sadece ekonomik değil, ayrılıkçı talepleri besleyen politik bir silaha dönüşebilir.
Osmanlı sonrası Anadolu’nun ve Türk Milleti'nin Sevr Antlaşması’na maruz kalışı bu açıdan dikkat çekicidir. Sevr, ülkeyi bölgesel kimliklere göre parçalı bir yapıya sürüklemeyi amaçlıyordu: Doğu Anadolu’da Ermeni devleti, Güneydoğu’da özerk Kürt bölgesi, Ege’de Yunan nüfuz alanı… Bu tasarım, bir taraftan parçalanmayı derinleştirirken, diğer taraftan merkezkaç eğilimlerin nasıl emperyalist sömürgecilerin dış destekleri ile kolayca meşruiyet bulabileceğini göstermişti. Lozan Antlaşması’yla bu senaryonun engellenmesi, ulus devlet fikrinin zorunluluğunu çok net ortaya koydu.
c) Güvenlik zaafları
Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında, farklı etnik ve mezhep fay hatlarının yoğun olduğu bir coğrafyada bulunuyor. Merkezi otoritenin zayıflaması, yalnızca iç bölünmeleri değil, dış müdahalelere açık hale gelmeyi de beraberinde getirir. Sınır bölgelerinde özerklik ya da çoklu yönetim biçimleri, komşu ülkelerin etkisine açık “yumuşak karın”lara dönüşebilir. Bu, özellikle Ortadoğu’daki kırılgan dengeler içinde Türkiye için ciddi güvenlik riskidir.
Tarihsel örneklerden biri Kıbrıs meselesidir. 1960’ta kurulan ortak devlet modeli, iki toplumu eşit ortak gibi görse de pratikte farklı aidiyetleri daha da belirginleştirdi. Sonuç olarak, 1974’te farklı iki toplumu ile ikiye bölünmüş bir ada oldu. Türkiye’nin farklı bölgelerinde benzer bir modelin uygulanması halinde, dış aktörlerin doğrudan müdahalesine açık alanlar ortaya çıkabilir.
Tek Resmî Dil İlkesinden Sapmanın Getireceği Olumsuzluklar
a) Ortak iletişim ve hukuk dilinin parçalanması
Devlet, eğitimden yargıya, ordudan bürokrasiye kadar bütün resmi kurumlarında tek bir ortak dil üzerinden işler. Birden fazla resmi dil, kısa vadede kültürel saygı gibi görünse de, uzun vadede iletişim bariyerleri oluşturur. Yargı süreçlerinde çifte standart doğar, eğitimde müfredat farklılıkları belirir, ordu içinde zafiyete yol açabilecek, ortak komuta dili zayıflar.
Osmanlı örneği burada da öğreticidir. Çoklu dil, çoklu hukuk ve çoklu eğitim sistemi, 19. yüzyılda merkezi reformlarla bile kontrol altına alınamadı. Eğitimde farklı etnik gruplara ait cemaat okullarının kendi dillerini ve müfredatlarını uygulaması, ortak vatandaşlık bilincinin kökleşmesini engelledi. Bu da doğal olarak ayrılıkçı hareketlere zemin hazırladı.
b) Eğitim ve fırsat eşitsizliği
Çoklu resmi dil, eğitim sisteminde farklı dillerde paralel programlar kurulmasını gerektirir. Bu, özellikle kırsal ve yoksul bölgelerde devletin kapasitesini zorlar. Zengin aileler farklı dillerde eğitim seçeneklerine erişebilirken, yoksullar tek dilde sıkışıp kalabilir. Bu durum fırsat eşitliği yerine yeni eşitsizlikler doğurur.
c) Millî kimliğin çözülmesi
Tek resmi dil, bireysel kültürel kimlikleri yok saymak değil, onları üst kimlik altında birleştirmek demektir. Çoklu resmi dil modeli, ulusal kimliğin çözülmesine ve farklı grupların kendilerini “ayrı milletler” olarak tanımlamasına zemin hazırlar. Bu da uzun vadede ayrılıkçılığa davetiye çıkarır.
Bu tehlike Osmanlı’nın Arap ve Balkan vilayetlerinde yaşanmıştır. Türkçe yerine vilayetlerin bulunduğu bölgelerdeki dillerin, eğitim dili olarak ön plana çıkması, 20. yüzyıl başında Sırp, Makedon, Bulgar, Arnavut vs ile Arap milliyetçiliğinin yükselmesine katkı sağlamış; Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı ayrılıkçı hareketleri hızlandırmıştır.
Alternatif Yönetim Modellerinin Sosyolojik ve Jeopolitik Sonuçları
a) Sosyolojik sonuç: Güvensizlik döngüsü
Merkezî devlet yerine gevşek bir yönetim modeli benimsenirse, toplumun farklı etnik grupları birbirine şüpheyle bakmaya başlar. “Onlar ayrıcalık alıyor, biz kaybediyoruz” duygusu güçlenir. Bu duygunun beslediği güvensizlik, devletin varlığını ve toplumsal barışı tehdit eder.
Osmanlı’nın son döneminde Balkan halklarının birbirine duyduğu güvensizlik, farklı ulus projelerinin ortaya çıkışında belirleyici olmuştu. Bu güvensizlik zinciri, sonunda Balkan Savaşları’na ve büyük göç dalgalarına yol açtı.
b) Jeopolitik sonuç: Dış güçlerin etki alanı
Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle, herhangi bir özerklik ya da federatif düzenleme, dış güçlerin kolayca nüfuz edebileceği alanlar yaratır. Tarihsel olarak büyük devletler, Osmanlı’nın son döneminde etnik ve mezhepsel farklılıkları kullanarak parçalama siyaseti izlemişti. Benzer bir tablo, merkezî otoritenin zayıflatılması halinde tekrar gündeme gelebilir.
19. yüzyılda İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı topraklarında gayrimüslim cemaatler üzerinden yürüttüğü nüfuz siyaseti bu durumun çarpıcı örneğidir. Osmanlı’nın iç işlerine müdahale eden bu güçler, farklı grupları koruma bahanesiyle bölgesel özerklikler talep etmiş, bu da imparatorluğun çözülme sürecini hızlandırmıştır.
c) Devlet kapasitesinin zayıflaması
Vergi toplama, güvenlik sağlama, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi temel devlet işlevleri ancak merkezi koordinasyonla verimli yürütülebilir. Güçlü merkezi yapının yerine dağınık otoriteler geçtiğinde, hizmet kalitesi ve eşitlik ilkesi zarar görür.
Osmanlı’nın son dönem mali yapısı bu açıdan öğreticidir. Düyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasıyla devletin vergi toplama kapasitesi yabancıların denetimine geçti; bu da imparatorluğun siyasi bağımsızlığını ciddi şekilde zayıflattı. Güçlü merkezi yapının olmayışı, ekonomik bağımlılığı artırmıştı.
Ulus Devletin Dayanıklılığı
Türkiye’nin ulus devlet yapısı, bir ideolojik dogmadan değil, tarihsel ve jeopolitik zorunluluklardan doğmuştur. Merkezi otoritenin gevşetilmesi, tek resmi dil ilkesinden vazgeçilmesi veya ulus devletin ötesinde bir model aranması, kısa vadede “çoğulculuk” görüntüsü verse de, uzun vadede parçalanma, güvenlik zaafı, eşitsizlik ve dış müdahale risklerini artırır.
Onlarca farklı milletin birarada yaşadığı ABD'de dahi çoklu bir millet tanımı yoktur. Kendi anayasalarında Amerikan Ulusu ifadesi geçmektedir. Türkiye'de farklı etnik unsurları ayrı ayrı tanımlayarak, çoklu millet çerçevesinde bir yapıya geçmek, öncesinde üniter devlet yapısının kaybına, sonrasında ise birlik ve bütünlüğün kaybına yol açar.
Kültürel farklılıkların tanınması, bireysel hakların korunması ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi elbette demokratikleşmenin parçasıdır. Ancak bu, ulus devletin temel sütunlarını yıkmadan yapılmalıdır. Çünkü ulus devlet yalnızca bir yönetim modeli değil, Türkiye’nin varlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan çerçevedir.
Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.
Yapılmış Yorumlar (3)
Çok doğru tesbitler. Teşekkür ederim.
Tarihsel örneklerle, konuyu çok isabetli bir biçimde anlatmışsınız. Emeğinize sağlık, teşekkür ederim.
Çok doğru ulus devleti ve bölünmezlik tek dil tek bayrak sahip çıkmamız lazım bütün gücümüzle Ömer abi