Bir arkadaşım elime “Öngörülemeyenler” diye bir kitap tutuşturdu (1), “Oku, bak, çok ilginç” dedi, Akan Abdula ile böylece gıyabında tanışmış oldum. Araştırma şirketlerinden Future Bright’ın sahibi, kitabın ilk bölümleri biraz öz yaşamöyküsü gibi ama daha sonra kitap günümüzün “gerçeklerden kopma” sorununa geliyor, insanı yavaşça içine alan gerçek ötesi bir çemberden söz ediyor, insanın farkına varmadan bu çemberin içine girdiğini ve farkına varmadan yutulduğunu anlatıyor. Yeni girdiğimiz AI çağının bu gerçek ötesi çemberde sadece farklı bir aşama olduğunu ve bu aşamanın “yalanlardan gerçeklik üreten” güçlü bir sistem olduğunu söylüyor.
41 yıl önce komünist rejimle yönetilen Yugoslavya’da doğan Akan Abdula, ideoloji ile harmanlanmış bir eğitimden geçmiş, sekiz yaşında komünist partinin çocuk yapılanması birliğine katılmış ve çocuk yaşta silah eğitimi almış. O dönemde hakikatın yalnızca parti devletinin çıkarlarıyla ilişkili bir mesele olduğunu anladığını yazan Abdula, komünist rejimin hakikati dikkatlice şekillendirdiğini ifade ediyor. O dönemin Yugoslavya’sında:“Gerçekler her şeyden önce siyasi olarak tehlikeli bulunduğu için gereksizdi. Komünist sistemde zaten olabilecek tüm sorunların yanıtları vardı, yeni soru sormanın bir anlamı yoktu, her potansiyel sorunun yanıtı komünist parti lideri Tito’daydı, diğer her şey önemsizdi” diyor.
Abdula’nın Tito rejimi ile ilgili şu yazdıkları ilginç:“Hayata bakışımız sadece ideolojilerle değil, evlerimizde ailelerimizden aldığımız erdem, merhamet, sevgi, cömertlik gibi insanlık değerleri ile de şekillendiği için iyiyi ve kötüyü ayırt edebilmekteydik. Ülkemin insanları rejimin sistematik olarak aldattığı yalan bir dünyada yaşadıkları için aslında sanki bir balonun içinde gerçekdışı bir boyuta süzüldüklerinin farkındaydılar ama yine de değilmiş gibi yapıyorlardı, anlatılan yalana inanmış gibi davranıyor, olan bitenin farkında olsalar bile susmak zorundaydılar.“
Abdula diyor ki, bugün böyle birşey olsa bizler bu durumun farkında bile olamazdık! Ailem ve ben, bizim gibi insanlar eskinin komünist rejiminin kurbanlarıydık ancak şimdi başka bir sistemin kurbanlarıyız ve bugün bambaşka gibi görünen ama aynı ruha sahip bir küresel rejimin eğitiminden geçiyoruz. Başrolde ise bu sefer devletler değil özel şirketler var. Bu nedenle insanlara gerçeği nasıl algılamaları gerektiğini eski Yugoslavya’daki hakim rejim dikte ederken, günümüzde içinde bulunduğumuz dijital algoritma sisteminin bunu bile söylemeden daha zekice kendi başına öğrenip, hissettirmeden bizleri bir sarmalın içine alarak hayatı nasıl algılamamız gerektiğini davranışlarımızı değiştirerek bize empoze ettiğini ifade ediyor.
Abdula, devletin her şeyi kontrol ettiği ve herkesin aynı standartlara mahkum edildiği rejimlerde her şeyin yozlaştığını ve bunun yanısıra devleti yöneten elitlerin de gerçekleri tümden yeniden tasarlamaya karar vermeleriyle içinde yaşadıkları sahte dünyada yaşayan insanların da Alexei Yurchak’ın dediği gibi hiper-normalleşmeye başladığını anlatmış. Bir ülkenin insanlarının herhangi bir alternatife sahip olmadığı zaman sorunları bilmelerine rağmen düzgün işleyen bir toplum iddiasını sürdürmek zorunda kalacakları için bu doğrultuda kendilerine düşen rolü mükemmel bir şekilde oynamalarına hipernormallik deniyor. Yani toplum baştan sona toplu bir sahtekarlık yaşıyor.
Abdula daha sonra Ukrayna’da meydana gelen Çernobili ve Berlin duvarının yıkılmasıyla demir perdenin arkasında kalmış milyonlarca insanın tarihteki en uzun çatışmaların birinden salimen çıkmanın ardından Doğu Avrupa ülkeleri kendilerini yapılandırırlarken Yugoslavya’nın iç savaşlar sonucunda bir kaosa savrulduğunu anlatmış. Akan Abdula 1997de okumak için Ankara’ya Bilkent Üniversitesi’ne gelmiş. Ailesi İstanbul’a yerleşmeye karar verdiği için o da İstanbul’a yerleşmek durumunda kalmış, aşık olmuş ve bir yıl kalmayı planlarken hayatının geri kalanını İstanbul’da inşa etmiş.
Bu süreçte 20li yaşlarının tasasızlığına hızlı bir geri dönüş yapıyor ve 2000li yılların başında dijital devrimi yaşadığını şöyle ifade ediyor:“Söz konusu dijital devrimin görünen tarafının sosyal medya olup çok daha eğlenceli bir hayatı vaat ediyordu. Televizyonun icadından bu yana eğlence, iletişim, eğitim ve benzeri işlevler sadece televizyondayken artık bu fonksiyonlar sosyal mecralara taşınıyordu, bu durum pozitif görülüyordu, ama ben dahil olmak üzere kimse yakında olacaklar mesela teknoloji şirketlerinin sınır tanımaz olması, temel insani haklara uyulmaması vb hakkında hiçbir şey bilmiyorduk.”
2. Dünya Savaşından sonra dünyanın zorunlu olarak önce üretmeyi öğrendiğini, sonra tüketim ekonomisine geçtiğini, soğuk savaşın dünyaya gerçeğin politikaya göre şekillenebildiğini öğrettiğini ve insan zihnini etkilemenin büyük bir rekabet alanına dönüşüp insanın metalaştıkça kapitalizmin duygusal zekayı keşfettiğini sözlerine ekleyen Abdula, aslında yeni sisteme, Sosyal Medya Algoritma Devrine geçiş için hazırlıklar yapıldığını düşünüyor. İlk başlarda dijitalleştikçe sosyalleşen dünyanın daha çok iletişim anlamına geldiğini ve sosyal platformların herkese daha içiçe bir dünya vaat ettiklerini dile getiriyor. Geleneksel medya ile dijitalleşen sosyal medyayı kıyaslayarak yazar o zamanki gelişme doğrultusunda çoğunluğun geleneksel medyada bilginin gardiyanlarının kendi ihtiyaçları doğrultusunda manipüle ettikleri gücün ortadan kalkarak herkesin her zamankinden daha kolay fikirlerini paylaşabileceğine inanacak kadar saf olduğunu belirtiyor.
Geldiği topraklarda devlet birimlerinin vatandaşlar hakkında veri toplamasına karşı olduğunu, geçmişle karşılaştırdığında hakim olan sistemin sorgulanması gerektiğini söylüyor. Geçmişte yaşananlar karşısında kendilerinin imkânları dahilinde önlem almaya çalışmalarına karşın bugün insanın mevcut teknolojiyi anlayabilmesi için yeterli olan veri okuryazarlığının bile olmadığını ve dolayısıyla da insanların çaresiz kaldığı bu şartlarda algoritmaların veri işleyerek daha önce tamamen insanların sorumluluğunda olan karar verme süreçlerinde giderek daha fazla rol almaya başladığını ifade ediyor.
Algoritmaların artık insanları takip etmeyip günümüzde geldiği noktada insanları dönüştürdüğüne dikkat çeken yazar, bu durumun geçmişteki komünist pedagoji doktrininden bir farkı olmadığını düşünüyor. Çünkü verinin nasıl toplandığı bilinse bile hala nasıl işlendiğini yazılımı yapan bile bilmiyor. Artık karar verdiğini düşünen ama aslında karara doğru yönlendirilen bir bireyden bahsedilmektedir. Bu konuyu ben ''Yapay Zeka Ne Kadar Suni'' balıklı yazımda incelemiştim. (2)
Abdula, Kahnemen’ın ortaya koyduğu beynin çalışma sistemine vurgu yapıyor. Sistem 1in, yani otopilotun duygular ve sezgiler ile çalıştığına değinerek gün içerisinde verilen kararların neredeyse 85%nin otopilot ile verildiğini buna karşılık pilot olarak adlandırdığı, rasyonel ve mantıklı düşünmemizi sağlayan ancak çok yavaş olup fazla enerji tüketmesi nedeniyle çok fazla kullanmayı sevmediğimiz Sistem 2nin de geriye kalan 15%lik kararlarımızı verirken devreye girdiğini açıklıyor. Bu açıklamasını temel alarak beynin daha az enerji tüketmek için sezgilere dayandığını ve bu nedenle kısa yoldan hatalı kararların alınmasına yol açtığını anlatıyor. Ayrıca insanın mükemmel olmadığını, algoritmaların insanın kendini beğenmişliğini bilerek varsayımlar geliştirdiğinin altını çizen yazar, bizlerin yüzeysel normallik kriterlerine göre etrafımızdakileri değerlendirdiğimizi ve algoritmaların da bu zaafımızdan faydalanıp bizlere yapay bir mutluluk sunduklarını ve böylece daha fazla tüketmemize yol açtıklarını dile getiriyor.
Mesela sosyal medyada 300 arkadaşı olan bir kişi için arka planda çalışan algoritmalar sadece 30 arkadaşının hesap sahibine benzediğini belirler ve algoritmalar sadece bu 30 kişinin içeriğini kişiye gösterir ve diğer 270 kişinin içeriğine maruz kalınmasını engeller, bir sahte dünya oluşturur. Küçüklüğünde herkesi aynı düşünmeye zorlayan tek parti, tek ideoloji varmış; ama bugün algoritmalar insanların dünyayı özgürce algılama yetisini kısıtlıyor, kurulan ilişkiler ve insanlar hakkında sistematik bir şekilde bireyleri manipüle ediyor ve belki güvenilmeyecek kişilerle bile güven odaklı ilişkiler kurmamıza yol açıyor. Kurulan bu sahte algoritmik toplulukları yankı odaları olarak tanımlayan Abdula, bunları gerçekliğin ötesi, kırılmayan çemberler, içinehapsolunan bir döngü olarak anlatıyor. Ona göre yankı odalarına düşüldüğü an insanın gerçekleri de rahatlıkla manipüle edilebilir. Bu sebeple geçmişiyle bugünü kıyasladığı kitabının başından beri kendi gençliğinin mi yoksa bugünkü insanın durumunun mu daha kötü olduğunu sorguluyor ve insanlığın kusurlarının kurbanı olduğunu düşünüyor.
Abdula farklı olanı görme ve fikir edinme haklarımızın sürekli olarak algoritmalar tarafından ihlal edildiğinidüşünüyor. Görünüşe göre artık hayatımızda gardiyanlar var ve bunlar sürekli bizi takip ederek gözetliyorlar ve biz bize sundukları arasından seçim yapıyoruz. Kısacası ilüzyon içindeyiz. Algoritmalar korku duygusunun mutluluk duygusundan daha etkili bir şekilde davranışı değiştirdiğini keşfediyorlar. Konuyu ABD seçimlerinde bireysel “korkutucu” içerikler yayan Cambridge Analytica vakası üzerinden anlatan Abdula:“Seçimler demokrasinin taşıyıcı kolonlarından biri olsalar da artık algoritmalar kendi kaderimizi belirleme hakkımızı elimizden almakta ve kaderimizi onlar belirlemektedirler” diyor. Abdula bu durumda seçime ne gerek var” diyen eski rejime kıyasla daha az şeffaflık içerdiğini ve mahremiyetimiz sağlanamaz, gereklisınırlar korunamaz ise ileride kötü şeylerle karşılaşıp ne kadar manipüle edildiğimizi keşfettiğimizde yapacak şeyin kalmayacağını bu konuda yazılmış benzer kitaplardan yola çıkarak bizleri uyarıyor.
Çin, ABD, Rusya ve İngiltere’nin hem ülke içinde hem ülke dışında gerçekleri nasıl çarpıttığının örneklerini veren Abdula, tüm bunlara karşılık kendi çapında gerçekleri kontrol etmeye çalışan Türkiye’de ise teknolojik alt yapının kendisine ait olmaması nedeniyle algoritmalar üzerinden değil de hayli manuel ve reaktif bir şekilde – en çok başvurulan metodoloji: engelleme – yaptığını da belirtiyor ancak netice itibariyle tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda geleneksel medya üzerinden oluşturulmaya çalışılan gerçekliğin algoritmalar karşısında hiçbir şansı olmadığına vurgu yapıyor. İnsanların, onların zaaflarını öğrenerek hareket eden algoritmaların insafına terk edildiğine dikkat çeken Abdula, algoritmaları kontrol altında tutmaya çalışan teknoloji devlerinin de yavaş yavaş kontrollerini kaybettiklerini ekliyor.
Akan Abdula 2003-2008de bir veri şirketinde davranışsal iktisat öğrenmiş ve irrasyonel insanın kararlarını etkilemenin yollarını arayan bu kavramın felsefesine göre insanın ne kadar aciz kalabildiğini, manipüle edilebileceğini ve nasıl hata yapabileceğini anlamış. Davranışsal iktisat bilgisi geçmişiyle barışmasını sağlamış, böylece geçmişindeki herkesi aynı sistemin birer kurbanı olarak görmeye başlayarak toplumların çoğulcu cehalet baskısıyla davrandığını keşfetmiş. Böylece geçmişi sorgulamayı ve yargılamayı bırakarak pazarlamadaki içgörü kavramına yoğunlaşmış. Kendisine şöyle bir çıkarım yapmış:”Yargılama içgörünün en büyük düşmanıdır, birşeyi gerçekten anlamayı engeller. Çevremizdeki insanların nasıl ve neden buşekilde davrandığını iyi anlayabilirsek o zaman başkalarının ileride bu tarz sistemlerden zarar görmesini önleme şansımız yüksek olur.”
Yapılan çalışmaların son 50 yılın aksine insanların tutumunu değiştirmeden de davranışını değiştirebilmenin mümkün olduğunu ve hatta davranışı değiştirmek başarıldı mı insanın bir zaman sonra tutumlarının yani değerlerinin, inançlarının da değişebildiğini yazan Akan Abdula konuyu daha iyi anlatmak için Eliot Aranson ve J. Merrill Carlsmith’in küçük çocuklar üzerinde yaptıkları deneyi örnek veriyor. Bu araştırmada iki ayrı çocuk grubuna oyuncaklar gösteriliyor, hangisini çok sevdikleri soruluyor. En sevdiği oyuncakla asla oynamamaları gerektiği söyleniyor. Grubun yarısına “oynarsan sinirlenirim” gibi hafif ceza söylenirken diğer yarısına “oynarsan tüm oyuncakları alıp eve giderim asla dönmem” deniyor. Çocuklar daha sonra oyuncaklarla yalnız bırakılıyor. Beklendiği üzere hiçbir çocuk en sevdiği oyuncakla oynamıyor. Daha sonra tekrar çocukların oyuncağa karşı tutumları hemen ve bir hafta sonra tekrar ölçülüyor. Hafif ceza alan çocuklar artık oyuncağı daha az sevdiklerini söylerken ağır ceza ile korkutulanlar çok sevdikleri oyuncağı aynen sevmeye devam ediyorlar. Çünkü ceza ağır ve kendileri dışında bir dış tehdit nedeniyle oynamıyorlar, tutumları aynen devam ediyor. Hafif ceza ile tehdit edilenler ise değişen davranışları için güçlü sebepler üretemedikleri için “en sevdiğim” dedikleri oyuncaktan soğuyorlar. Abdula buradan yola çıkarak geçmişte yapılan ağır propagandalar korkutarak toplumsal cehalet yaratırken algoritmaların bugün artık buna ihtiyaç duymadıklarını, gördüklerinize duyduklarınıza hafifçe müdahale ederek, geçerli sebepler önermeden, tüm değer algılarınızı değiştirebilecekleri kapasiteye ulaşabildiklerini anlatıyor.
İlerleyen yıllarda insanların eylemlerinin ardındakini daha iyi anlamak için kendi şirketini kurarak kariyerine devam eden yazar daha sonra kendi şirketinde yaptıkları projelerden söz ediyor. Türkiye’nin Hayal Haritası projesinin sonucuna göre nüfusu genç olan ülkemiz insanının hayallerinin hayli yaşlı olduğunu bulmuşlar. Hayal denince aklımıza meslek geldiğini üzülerek belirten yazar bunun temel nedeninin ise geleceği güvence altına almaktan kaynaklanan kaygılar diyor. Kadınların erkeklere göre hayal kurmayı daha çok sevmesine karşılık bunun da evlilik sonrasında dramatik bir şekilde azaldığını belirten Abdula, Türkiye’nin hayallerinin bireyselleşme, aile baskısı ve evlilik üçgenine sıkışıp kaldığına dikkat çekiyor. Ülkenin bu noktaya gelmesini pasif yurttaş yetiştirmeye çalışan sistemin varlığına bağlayan yazara göre bu sistemde cevaba giden yolu sorgulamak ve soru sormak mübah değil. Bu sebeple soru sormanın incelikleri öğretilmeyen çocuklar yetiştiriliyor. Bu durumu aynılık ekonomisi olgusu olarak ele alan yazar aynılık ekonomisinde defolu hiçbir şeye yer olmadığını, farklılıkların ezilip aynılık sistemi içerisinde eritildiğini ve kişiden adapte olmasının beklendiğini belirtiyor.
Çocukların birey olabilmesi için önce kendi iç dünyalarının doğması gerektiğini düşünen yazar, ülkemizin gençleri için ise durumun gençken bireyselleşme davranışlarının gelişmemesi nedeniyle oldukça vahim olduğunu belirtiyor. Yaptıkları çalışmada elde ettikleri sonuçlara göre Haz, Hız ve His (3H) gençlerin bireyselleşmeye giderken yavaş bir süreç içinde kaybettikleri, kaybederken de farkında olmadıkları şeylerdi. Diğer ülkelerin (ABD, Polonya) oranlarıyla karşılaştırılan Türkiye’nin hayal haritasına bakıldığında, bireysel özgürleşmesini tamamlayamamış dolayısıyla kendi özgürlüğünün sorumluluğunu alamayan ve hayat yolunda pek çok engel ve kısıtlamalarla karşılaşan büyük çoğunluk için yankı odalarından çıkabilmenin imkânsız olduğu görülmektedir.
Ne acı maişet endişesi haricinde hayallerimiz olmaması, toplum olarak ülkülerimizin, gelecek planlarımızın ve bunlara dair hayallerimizin olmaması. Tarihimiz geleceği işaret eden rüyalarla doludur. Fakat şimdi sadece şanlı geçmişimizle övünüp yine geçmişimizi yaşayacağımız bir gelecek hayal ediyoruz. Bence bu imkansızdır; zira çok zaman geçti üzerinden o günlerin, ne dünya aynı , ne de siz, biz aynıyız. Ne zaman ki hayallerimizde yeni dünyadaki yerimizi rüyalarımızda görür ve benimser, hatta beğenirsek umutlanacağım ben!
Mark Zuckerberg’in bir konuşmasından “insanları kendi başlarına bıraktığınızda orantısız bir şekilde daha sansasyonel ve kışkırtıcı içerikle meşgul olduklarına yönelik bulgular edinirler” cümlesini paylaşan Akan Abdula, eğer algoritmaların savunmasız toplulukların haklarından mahrum bırakılmasına hizmet ettikleri göz önünde bulundurulur ise savunmasız toplulukların sansasyonel içeriklere daha açık olduklarını, dolayısıyla kişisel gelişimini tamamlayamamış gençliğimizin başkasının elinde olan algoritmalarla çok daha kolay manipüle edilebileceğinin bir göstergesi olduğunu ve bu yüzden de ülkemizin algoritma ve yapay zekâ dünyasına karşı son derece savunmasız olduğunu söylüyor.
Abdula daha sonra temsilcisi oldukları The (Gerald) Zaltman Metaphor Elicitation Technique (ZMET)Freud’un bilinçdışı zihne ilişkin yaklaşımlarına dayanan, bir zamanlar çok gözde olan pazarlama araştırması tekniğini anlatıyor:”Beynimizin bilinçli tarafı küçük bir kapasiteye sahip olup seri şekilde tek bir şey yapabilir ve çok sınırlı miktarda bilgi üzerinde çalışır, buzdağının alt kısmında kalan bilinçsiz taraf ise farklı şeyler üzerinde paralel olarak çalışma kapasitesine sahiptir ve büyük miktarda bilgiyi aynı anda işlemek üzere entegre edebilir. Günümüz veri dünyası bu derin yüzeyin altına inebilecek dalgıçlara ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla bilinçsiz tarafı etkilemek için metaforlardan yararlanıldığına değiniyor ve ZMET’in tüketiciye soru sormak yerine gizli bilgiye ulaşmak ve insanların kendilerinin dahi bilmediği düşüncelerine erişmek için benimsediği iki temel prensibi detaylı bir şekilde örneklerle anlatıyor. Temel varsayıma göre zihnimiz kelimelerle değil resimlerle düşünür ve bu imgeleri deşifre ederken tüketicinin kullandığı söylemlere değil metaforlara ve bunların görsel yansımalarına odaklanmak gerekir. Yazara göre algoritmalar da işte bu bilinçdışını çözmenin peşindedirler ve onların metaforları okuyabilmesi oldukça tehlikeli bir düzeydir. Birey bazında bilinmesinden ziyade makro düzeyde hepimizin bilinçdışında ortak olarak neyi bastırdığımız ve bunları etkileyen faktörleri anlamamızın zaruri olduğuna değiniyor.
Makineleşen dünyanın en büyük panzehirinin hâlâ yaratıcılık olduğunu düşünen Zaltman ile yaptığı görüşmelerden bahseden yazar, eleştirel düşünmenin ve hayal dünyasının henüz hiçbir algoritmada olmadığını ve hatta algoritmaların insanlarla bu konuda rekabet edemediklerini de belirtmektedir. Zaltman’ın nasıl düşündüğümüz, ne düşündüğümüz ve büyük fikirlere sahip olma becerimizin insanlığı koruyan en önemli özellikler olduğu yönündeki düşüncelerini de sözlerine ekleyerek bunun yapay zekâ ve diğer teknolojiler dünyasında yegâne rekabet avantajımız olduğunu ve bunu korumamız gerektiğine dikkat çekmeye çalışmıştır.
Zaltman ile yaptıkları söyleşiler esnasında Alvin Toffler’in “21.yy’ın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmeyen, öğrendiği yanlışlardan vazgeçmeyen ve yeniden öğrenmeyenler olacak” söylemine karşılık Zaltman’a unutma mevzusunu sormuş. Özetle; hiç bir şeyin yok olmadığını, aksine bilginin veritabanımıza eklenerek sadece onu büyüttüğünü belirten yazar, bilinenlerin unutulmayacağını, hatta bilgi eklendikçe veya var olan bilgiler korundukça varsayımlar edindiğimizi ve aslında insanların bu varsayımlara nasıl ulaştığını anlamanın da çok önemli olduğuna vurgu yapmıştır. Zaltman’ın varsayımların kabul edilmiş ama varsayım sahibinin bile incelemediği inançlar olduğunu, bilinçsizce oluştuklarını, zihin farkındalığının altında çalıştıklarına ve karmaşık olan seçimleri basitleştirmemize yardımcı olduğuna dikkat çektiğini aktaran yazar, varsayımlar ile bilinçdışı ilişkisinin geleceğin önemli araştırma konularından biri olacağını ve insanların varsayımlar oluşturma şeklini anladığımızda da yeni kavramlar için bilimsel bir zemin oluşacağınıdüşünmektedir.
Yakın gelecekte hayatımızı daha derinden etkileyeceğine inandığı veri devriminin ülkemizde farklı hayat tarzlarına nasıl bir etki yaratacağını merak ettiğinden Konda ile işbirliği yapmışlar ve 9 farklı hayat tarzı ile birlikte metaforları ele almışlar. Türkiye’nin kolektif bilinçdışı ve yaşam tarzı verilerinin kesişmesinin kimliklerin sürdürülmesinde önemli bir rol oynadığını ve ülkemiz insanı için kimliklerini sürdürme sürecinin tükettikleriyle çok paralel olduğunu gösterdiğini belirtmiş, mahallenin öfkeli gençlerinin hayat tarzı ile kolektif bilinçdışı ilişkisini örnek göstererek anlatmış: Kentsel dönüşüm ve TOKİ imar hareketiyle mahallelerini kaybeden ama kaybettiklerinden çok uzaklaşmayan, kendini TikTok’daki algoritmalara teslim ederek nefes almaya çalışan 6milyon, daha çok erkek ağırlıklı genç, mahallelerinin ellerinden alınması nedeniyle yaşam koşullarının onlardan yana olmadığından ve hayat karşısında yenik düştüklerini hissettiklerinden öfkeliler. Her gün yaşam mücadelesinde günü kurtarmak zorunda olduklarının farkındalar. 1milyonu eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmış. Yeni üniversiteler açıldıkça onların öfkesi artıyor, şanslı bir azınlık bu kadar kolay eğitim alırken, onların okulu bırakmak zorunda kalmaları öfkelerinin büyümesine sebep oluyor. Ülke yönetimi üniversite sayıları ile övündükçe bu kitlenin sinirlerini zıplattığının farkında değil. Mahallenin bu kitle için anlamı çok büyük. Çocukluklarını geçirdikleri, kendilerini güvende hissettikleri, yaşam mücadelesinde yalnız olmadıklarını bildikleri, belli raconların, kuralların geçerli olduğu özel yerlerdir mahalleleri.
Tarlabaşı’nı örnek alır isek; tehlikeli dendi, girilemez hale getirildi. Kentsel dönüşüme sokuldu. Dokusuna uygun olmayan yapılarla dönüştürüldü, kimliğini kaybetti. Artık onların olmaktan çıkmıştı. Buradaki gençlik hiçbir yere gitmedi ancak daha küçük bir alana sıkıştı. Hem fiziksel hem de duygusal anlamda bastırıldı. Dolayısıyla sokakta kendini kaybetmiş bir gençlikle karşı karşıyayız. Umutları azalmış, hayalleri yok olmuş bir gençlik. Anlatacak hikayeleri yok denecek kadar az. Zaltman’a göre insanların topluma bağlanabilecekleri yeni hikayeler lazım, ama bu gençlerin bağlanabilecekleri bir hikayeleri yok artık. Bu gençlerin, modern muhafazakâr yaşam tarzına sahip olanlara karşı kızgınlıkları var, çünkü aynı mahallede okudukları, büyüdükleri, modern muhafazakâr arkadaşlarına, mahalleden çıkıp mahalleye bir daha dönüp bakmadıkları için kızgınlar ve onları sahte buluyorlar.
Mahallenin gençlerinin oluşturdukları alt kültürel hareketler ülkemizin kültürel tercihlerini derinden etkileme kapasitesine sahip diyen Akan Abdula ülkemizde modanın hareket yönünün alt gelir grubundan yukarıya doğru hareket ettiğini, mahallenin öfkeli gençlerinin neyi moda yaptılarsa üst gelir gruplarının da uygular hale geldiğini Spotify listelerinde rap in artık çok dinlenenler listesinin başında olmasını örnek göstererek anlatmış. Tıpkı bizim gençliğimizde arabeskin yükselişi gibi… Yazara göre bu arada sıkışmış gençlik kendi derdine çare bulmaya çalışıyor, nefes alabilecekleri, kendileri için özel bir sosyal mecra arıyorlar. Twitter’da bunu algoritmaların içeriklerinin zorlamasından, Instagram’da algoritmaların onlara yakışmayacak kadar sahte olmasından dolayı TikTok’u (her türlü bilgiyi bu gençlerin telefonlarından toplayan ve iddialar doğru ise dünyanın gördüğü en agresif algoritmik yapılardan biri) keşfettiler ve meşhur ettiler. Böylece küçümsenen yada görmezden gelinen dünyalarını herkese gösterdiler, kendi gerçekliklerini ortaya koydular ve milyonlar onları izledi. Buradaki videoların hiç bir entellektüel tarafı olmayabilir ama içerik delicesine izlenmektedir. Bu gençlerin neden algoritmaların elinde oyuncak olduğu daha net görülebiliyor diyen yazara göre; mahallesini, kimliğini ve hayallerini kaybeden, radarın hep altında kalan bu gençler tam da ben buradayım diye haykırmaya çalıştığı o an, korkunç bir algoritmik izlenme sisteminin içine düşüyorlar.
Yaşadığımız durumu elimizdeki seçenekleri ve yaptığımız seçimleri bir makine sandığımızdan çok daha sınırlı bir hale getiriyorsa özgür irademizin de dolayısıyla da insanlığın ölmeye başladığını düşünen Abdula, insanlar tarafından yapay zekâya bırakılan kontrolü dizginlemek için farklı bir yaşam şekline geçilmesi gerektiğini savunan Cal Newport’un dijital hayatta neyin ne kadar yeterli olduğunu bilme sanatı olarak tanımladığı yani farkındalık sahibi olmak, dijital minimalizm kavramına dikkat çekiyor. Aksi takdirde dijital diktatörlüğün devamında gelecek olan şeyin beynin önyargılarını, kusurlarını kullanan, odalara kapattığı insanlığı sürekli manipüle eden bir sistemin otomatikleştirilmesi, bir başka ifadeyle; yeni ve son derece baskıcı bir ideolojiye sahip otomatikleştirilmiş faşizm olacağını belirtiyor. Bunu geciktirmenin ya da mümkün olduğunca engelleyebilmenin – öngörülemeyenlerin bireysel seviyede hergün vermesi gereken mücadele – ise teknolojik okuryazarlığın güçlendirilmesi, insanın kendisiyle ilgili kararlarında her zaman nihai sorumluluğa sahip olmasıyla beraber şeffaf ve açık bir yaklaşımla sağlanabileceğini düşünmektedir. Ona göre, değerlerimizin var olabilmesi için seçim yapabilme yeteneğimizden ve kendimizi gerçekleştirme arayışımızdan asla vazgeçmemeliyiz.
Bilgimizin raf ömrünü ne kadar uzatırsak da değişimden de nasibimizi bir o kadar alamıyoruz, diyor Abdula. Yazara göre bu çetin şartlarda en çok ihtiyaç duyulan yetenek ise huzursuzluktur – sisteme sadece bir eklenti olmayı kabul etmeyen huzursuz ruhlar. Öngörülebilirlik ekosisteminde öngörülemeyenlere ihtiyaç var diyen yazar., öngörülemez olanların huzursuz eden sorulara sahip olan kişiler olduğunu, bunun bir uyanış çağrısı olduğunu, sadece içeriğe değil çokça yetkinliklere odaklandıklarını düşünüyor. Ona göre ikinci endüstriyel devrimden kalan altyapılar tümüyle etkin olmamız için oturtulmuşlardı ve etkin üretim yapan insan modeli önemliydi, eğitim bu insanları sisteme dahil edebilmek için veriliyordu. Ama kapıda olan dördüncü devrim bugün insana bile olan ihtiyacı sorgulamaktadır. Bu nedenle ikinci devrimden kalma eğitimle insanlığın dördüncü devrimin savaşını kazanma şansı yoktur. Duygusal zekâya (2) odaklanmamız gerekir. Nasıl bir eğitimden önce nasıl bir insan yetiştirmeliyiz sorusunun cevabını aramalı ve bu jenerasyonun oluşması için gerekli şartları oluşturmalıyız, sonra da bu jenerasyondaki düşünürlerin aktivizmi için uygun şartların oluşmasını beklemeliyiz, öngörülemeyenlerin başkaldırısından oluşan geleceğin aktivizmini!
Dünya başıboş algoritmaların eline geçiyor. Önce kamu otoritesinin yapay zekâ algoritmalarının karar verme süreçlerindeki rolünü anlayabilmesi gerekiyor. Sisteme giren verilerin insanların yaşadığı sosyal ortamın önyargılarını da içerdiğine değinen Abdula, makinelerin ise bu önyargıları anlamadığını ve kaldırmayı da düşünmediğini, sadece sistemdeki önyargılar için modeli optimize etmeye çalıştıklarını anlatıyor. Oysa bu matematiksel modellerin objektif olması gerekiyor ve çözüm şeffaf açık veri toplumudur. Algoritmaya bakıldığında ne olduğunu anlayan insanlardan oluşan toplumun gerekli olduğunu ifade ediyor. Bunun için de bir farkındalık seferberliği oluşturulmalı diyor. Aslında nasıl artık okullarda dengeli beslenme dersleri varsa arama motoru kullanma, sosyal medya etiği gibi dersler de olmalıdır. Akan Abdula’nın kitabı teknolojik alanda yaşadığımız değişikliklerin bizi nasıl bir “gözetim” toplumuna götürdüğünü, büyük veriye dayalı algoritmaları şeffaflaştırmaz isek bir “komünist” topluma doğru bizi yönledirdiğini ilgili literatüre dayanarak akıcı bir şekilde anlatıyor.
Aslında verdiği örnekler hep nefsine, egosuna yenilmiş, kötü niyetli kapitalist veya komünist ama faşist tabiatlı bireylerin eline toplumu yönetme gücü geçerse neler olabileceğini izah eden tarihten örnekler veya gelecek tasavvurları …
Ama şunu unutmayalım ki toplumlar uzun süreli menfaatleri için mutlaka iyi niyeti, iyi ve güzel davranışı yani ahlaklı olmayı, salih ameli benimseyip teşvik etmeliler. Zaten eğitimin gayesi de bu değil midir? Yalan söyleyemeyen, dürüst bireylerin oluşturduğu bir toplumda tabii ki hipernormallik yani toplu sahtekarlık olmayacaktır. Bireysel takiyye de yapılmamalıdır.
Toplumdaki her zümre kendileri bir azınlıkmışçasına diğerlerine saygılı, etik, insan haklarına, kanunlar ve geleneklere uygun davranmalıdır. Kanunların istisnası olmamalıdır ve kişi veya zümre menfaati için kanun/kural konmamalıdır. Otorite neyin nasıl yapılacağını tariften vazgeçmeli ve sadece yasakları, yapılmayacakları belirtmelidir.
Eğitim müfredatı güncel olmalı, dijital gerçeklik ve dijital dünyada etik, sosyal medya adabı tanımlanmalıdır. Gençlere şanlı tarihimiz öğretilirken hatalardan ders alınarak tarihin tekerrürünü önleyecek bir anlayış verilmelidir. Zira bilinmelidir ki bugün geçmişi tekrarlayarak başarılı olamayız. Gençlerimize gelecek tasavvurları verilmeli, hayallerini paylaşmaları sağlanmalıdır. Tüm toplumca benimsenmiş gelecek ülküsü, hayalleri velhasıl toplumsal hedeflerimiz olmalı ve benimsenmelidir.
Algoritmalar hususunda benim kafamı karıştıran bir şey var, Akan Abdula bu zamana kadar yaptığı araştırmalarla müşterilerine aynı vaadi vermiyor muydu? Yaptığı araştırmalarla tüketicinin kodlarını çözüp, daha etkili pazarlama programları uygulanmasını sağlamıyor muydu? Büyük Veriye sahip Google, Facebook, Amazon, Netflix internet ortamının doğası gereği çok sayıda anlık veriye sahipler ve müşterilerini çok iyi tanıyor ve daha iyi ürün satmak, izletmek, reklam satmak, sadakatlerini sağlamak için bu veriyi algoritmalar aracılığıyla en iyi şekilde kullanarak büyüyorlar. Hatta ellerindeki veri o kadar çok ki bu nedenle çoğu zaman geleneksel pazarlama araştırma şirketlerinin ürünlerini kullanmıyorlar bile. Yani aslında biz müşteri ve tüketicilere daha iyi hizmet ve ürün sunmak için bizi rahatsız etmeden en sevdiğimiz, en hoşlandığımız şeyleri sunması çabası olarak görüyor ve takdir ediyorum. Zaten istemiyorsanız kapatma seçeneğiniz mevcut, ama “hem şoför mahalli hem ucuza” olmuyor maalesef. Bu arada ben What’s App kullanmaya devam ediyorum. Dolayısıyla algoritmaların kullanımı sonucu ulaşılacak dünya doğrudan istenen bir şey değil, istenen bir amacın istenmeyen bir sonucudur. Bu nedenle “manipülasyon ve pazarlama araştırması, segmantasyon, yeniden hedefleme” kavramlarının iyi tanımlanması ve kötü niyetli manipülasyondan ayrılması gerekir. “Gençliğin algoritmaların ağına düşüp, öfke nöbetlerinden kurtulduğu” savı ise çok satın almayacağım bir sav. Akan Abdula olaylara sınıfsal eleştirel bir bakış yapmış ama ben TikTok videolarına baktığımda hiç de öfkeli bir gençlik görmüyorum. Aksine amaçsız, hayatın amacını, üretim odağını kaybetmiş bir gençlik görüyorum. Bunun nedeni de sosyal medya, algoritmalar değil bu zamana kadar eğitim yoluyla ve toplumsal ülkü ve gelecek tasavvuru ile hayatlarına bir anlam katamadığımız insanlar. Yani sorun başka yerde …
Bu arada sorunlarını kısmen çözmüş toplumlarda TikTok’un daha iyi kullanıldığını da twitter hesabında kendini “Washington Post TikTok Guy” olarak tanıtan Dave Jorgenson’dan biliyoruz (3). Bir yıldan uzun bir süredir ABD’nin köklü gazetelerinden Washington Post’a ait TikTok hesabında içerik üretiyor TikTok’un 1997–2012 yılları arasında doğan, hem popüler kültür hem de siyasetin ilgisini çekmeye çalıştığı Z kuşağı arasında özellikle yaygın olduğunu vurgulayan Jorgenson, “Z kuşağı, gelmiş geçmiş en ‘online’ kuşak denilebilir. Akıllı telefonlarla doğuyorlar ve büyük bir ihtimalle eski iletişim araçlarıyla karşı karşıya gelmediler. Bu durum, onların interneti çok daha farklı kullanmasını ve platformlarda gördükleri bir şirket ya da kişinin “samimiyetsiz” olduğunda daha kolay fark etmelerini sağlıyor“diyor.
Jorgenson, çektiği videolarda ‘eğlence’ öğesini atlamıyor. Jorgenson’a göre “eğlenceli olmak” sadece dijital medyadan kaynaklanmıyor: “Gazetelerde nasıl karikatür köşesi, ilginç haberler, bulmacalar varsa, dijital medya da aynı şekilde hayatın tüm yönlerini sunmalı, hem ciddi hem eğlenceli.” Popüler sosyal medya platformlarının gazeteciler için yeni bir kaynak olduğunu söyleyen Jorgenson, sözlerini şöyle noktalıyor: “Gazeteciler her geçen gün okur ve izleyicilere ulaşmak, iletişim kurmak için farklı platformları kullanıyor. Sosyal medya platformlarının gazetecilerin insanlara ulaşabilmesi için eşi benzeri görülmemiş bir kaynak olduğunu ve bundan faydalanabilecekken faydalanmamanın saçma olduğunu düşünüyorum.”
Freud’un “siz de pipo içiyorsunuz, bilinçaltı bir sorununuzdan mı kaynaklanıyor acaba” demeye çalışan kişiye verdiği “Bazen pipo sadece bir pipodur” cevabından yola çıkarsak “Belki de TikTok sadece TikTok, algoritmalar da algoritmadır, biri sadece eğlence aracı, diğeri de sorun çözen yazılım”. Bize düşense o manipüle ediliyor, bu öfkesini kusuyor diye düşünmek yerine ürün ve hizmetlerimizi bu ortamlarda genç kuşaklarla algoritmalardan da yararlanarak nasıl buluştururuz, onu düşünmek ve proje üretmektir.
Kaynakça:
(1) A. Akan (2021). Öngörülemeyenler, Destek, ss.199.
(2) https://muratulker.com/y/yapay-zeka-ne-kadar-suni-daha-neler-gelecek-basimiza/
Murat ÜLKER