Son yıllarda ülkemizin dört bir yanında aynı acı manzarayla yüzleşiyoruz: Yanan ormanlar, susuzluktan kuruyan göller, nehirler ve topraklar… Her bir yangınla sadece ağaçlar değil, hayvanların canları ve yuvaları, toprağın bereketi, geleceğimizin nefesi de kül olup gidiyor. Göğe yükselen alevler, sadece ormanı değil, gökyüzünü de karartıyor; duman, çocuklarımızın yarınlarını boğuyor, karartıyor. Her bir ağacın yanışı, aslında bizim ciğerimizi de yakıyor. Sıcaklıkların kavurucu hale geldiği, iklim krizinin kapımıza dayandığı bu günlerde, doğanın çığlığını duymamak için kulaklarımızı tıkamamız gerekiyor. Ama asıl büyük felaket, sadece doğanın değil, insanın da kuraklaşması, kuruması.
Çünkü bir yandan ormanlar yanarken, öte yandan toplumun vicdanı da aynı hızla yanıp kül oluyor. Çocuklarımıza bırakmamız gereken en değerli miras, gölgesinde nefes alınacak ağaçlar değil sadece; aynı zamanda adalet, saygı, dürüstlük, merhamet gibi değerlerdir. Ne yazık ki bugün bu değerler, tıpkı kuruyan topraklar gibi çatlıyor, parçalanıyor, yavaş yavaş çölleşiyor. Vicdanı olmayan bir millet, sadece adaletini değil, kendine dair bilincini de kaybeder; bilinçsiz bir kalabalık ise millet değil, savrulan bir kalıntıdır sadece. Tarihin bize öğrettiği en büyük hakikat şudur: Doğa yandığında yeniden yeşerebilir; ama vicdan kuruduğunda, nesiller boyu susuzluk çeker.
Her gün haberlerde, sokaklarda, sosyal medyada gördüğümüz manzaralar artık sıradanlaştı: Cinayet, saldırı, soygun, rüşvet, irtikap, haksız kazanç, kamu malına el uzatma, adam kayırma, görevi kötüye kullanma vs… İnsanların göz göre göre hakkı gasp ediliyor, usulsüzlükler olağan kabul ediliyor. Yolsuzluk, sadece ekonomik değil, ahlaki bir yıkım da yaratıyor. Daha acısı, bütün bunlar toplumun geniş kesimlerinde kayıtsızlıkla karşılanıyor. Kötülüğün normalleşmesi, kötülükten daha büyük bir tehlikedir. Çünkü bir haksızlık, kötülük alenen yapılır, ardından bu haksızlığa, kötülüğe kayıtsız kalınıp normal karşılanırsa, bu davranış yeni kötülüklerin, haksızlıkların davetiyesidir. İşte tam da bu noktada, toplumun en büyük düşmanı kötüler değil, kötülüğe karşı, hiçbir şey yapmadan kayıtsız kalanlardır.
Üstelik mesele sadece “büyük suçlar” değil. Gündelik hayatta, en basit kurallara bile riayet etmeyen bir umursamazlık hâkim. Kamu hakkını hiçe saymak, ortak yaşam alanlarını kirletmek, saygısızlıkla övünmek… Gençlerimizin dilinde hoyratlık, davranışlarında ölçüsüzlük; eğitimin yetersizliği ile birleşince, toplumsal ve ahlaki değer yitimini de hızlandırıyor, yokediyor. Kendi hakkını savunan, ama başkasının hakkını hiçe sayan bir kuşak yetişiyor. Bu durum, kuraklaşan toprağın çatlaklarından farksız bir toplumsal gedik, toplumsal çukur oluşturuyor. Toplum, kendi köklerini yiyen bir ağaç gibi içten içe çürümeye başlıyor. Bir ağacın kökünü kemiren kurtlar gibi, değerlerimizi kemiren hoyratlık, bizi ayakta tutan bütün kökleri zayıflatıyor.
Bir yanda doğayı küle çeviren alevler, diğer yanda vicdanı kurutan hoyratlık… Bu iki felaket birbirinden bağımsız değil. Çünkü ormanı yakan zihniyet ile başkasının hakkına, emeğine el uzatan, kamu malına el uzatan zihniyet aynı kaynaktan besleniyor: Ahlaksızlık, açgözlülük, umursamazlık ve sorumsuzluk. Doğaya karşı gösterilen hoyratlık, insana karşı gösterilen vicdansızlıkla el ele ilerliyor. Toprağın suyunu çalan, aslında insanın ruhunu da kurutuyor. Çölleşen toprak, çölleşen kalplerin bir yansımasıdır.
Oysa toplumun ayakta kalabilmesi için sadece doğanın değil, vicdanın da korunması gerekir. Ormanları yeniden yeşertmek için nasıl fidan dikiyorsak, değerlerimizi de yeniden filizlendirmeliyiz. Adaletin, dürüstlüğün, merhametin filizleri… Bu topraklara su gibi, bulut gibi, yağmur gibi, Güneş gibi, nefes gibi lazım. Bir ağacın göğe yükselişi, köklerinin toprağa sağlam tutunmasıyla mümkündür; toplumun da yücelmesi, ancak değerlerine kök salmasıyla gerçekleşir. Toplumun değerleri kök salmadığında, en ufak bir rüzgâr bile onu devirebilir.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo bize şunu gösteriyor: Eğer doğayı yakarsak, toplum da yanar; eğer vicdanı kurutursak, toprak da kurur. Ağaçların külü rüzgârla dağılır, ama vicdanın külü toplumu karanlığa boğar. Vicdanını kaybeden bir toplum, karanlık bir odada aynasını yitirmiş insana benzer; ne kendini görebilir, ne de yolunu bulabilir. Karanlıkta aynasız kalan bir insan, yüzünü kaybettiğini sanır; ama aslında kaybettiği kendi insanca varoluşudur.
Artık kendimize sormak zorundayız: Yarın çocuklarımıza nasıl bir ülke bırakacağız? Yeşermeyen ormanlar, kuruyan göller ve değerlerinden kopmuş, değer yoksunu bir toplum mu? Yoksa doğasıyla, ahlakıyla yeniden canlanan bir ülke mi? Bu tercih, hepimizin omuzlarında bulunan ağır bir sorumluluktur. Çünkü bu topraklarda ya yeniden filizlenecek bir bahar yeşerecek ya da kurak bir çölleşmenin karanlığı bizi, tüm toplumu yutacak.
Bugün ormanlarımızı korumak, göllerimizi yaşatmak, topraklarımızı sulamak ne kadar elzemse; vicdanı korumak, adaleti yaşatmak, merhameti sulamak da o kadar elzemdir. Bunlar birbirinden ayrı değil, aynı bütünün parçalarıdır. Eğer doğa ve vicdan birlikte yeşermezse, gelecek yalnızca taş ve tozdan ibaret olur.
Bu yakıcı ve yıkıcı ateşi biran evvel söndürmek, tüm topluma daha fazla yayılmasını önlemek adına;
Doğa İçin:
Orman yangınlarına karşı daha güçlü önleme ve erken müdahale sistemleri kurulmalı.
Yerel halk, yangın ve çevre koruma konusunda bilinçlendirilerek “doğanın gönüllü bekçileri” haline getirilmeli.
Su kaynaklarının korunması için israf önlenmeli, tarımda bilinçsiz sulama yerine modern ve tasarruflu yöntemler kullanılmalı. Tarım ve üretim politikaları ciddi şekilde gözden geçirilip, toplum sağlığı ve yararı öne çıkarılmış kanunlarla desteklenmelidir.
Yeniden ağaçlandırma çalışmaları, sadece fidan dikmekle sınırlı kalmamalı; ekosistemi tüm canlılarıyla birlikte ayağa kaldırmayı hedeflemeli.
Vicdan İçin:
Eğitim sistemi, sadece bilgi değil; aynı zamanda ahlaki değerler, toplumsal sorumluluk ve vicdan eğitimi üzerine inşa edilmeli.
Kamu yönetiminde şeffaflık, hesap verebilirlik ve denetim mekanizmaları güçlendirilmeli; yolsuzluğa karşı, partizancılık terkedilip, sıfır tolerans politikası hayata geçirilmeli.
Aile ve toplum, gençlere sadece başarı değil, insan olmanın erdemlerini de aktarmalı.
Medya ve sanat, yozlaşmayı teşvik eden değil; toplumsal değerleri yücelten bir yol gösterici olmalı. Bu konuda yozlaşmaya dönük her türlü girişim, kanunlarla önlenmeli ve caydırıcı olmalı. Bireysel özgürlük, kamunun, toplumun değer yargılarından daha öncelikli değildir ve olmamalıdır. Bireyin özgürlüğü, toplumsal yıkımın aracı yapılmamalıdır.
Toplum İçin:
Bireyler, küçük davranışların büyük sonuçlar doğurduğunu unutmamalı; sokakta yere atılan bir çöp bile toplumsal ahlakın yansımasıdır.
Kamu hakkını korumak, sadece devletin değil, her vatandaşın görevi olmalı.
Sessiz çoğunluk, suskunluğunu bozmalı; kötülükler ve haksızlıklar karşısında ses çıkarmak bir erdem değil, bir zorunluluktur.
Toplumun ve doğanın geleceği birbirine bağlıdır. Eğer ormanlarımıza su taşırsak, vicdanımız da yeşerir; eğer vicdanımıza sahip çıkarsak, topraklarımız da bereketlenir. Geleceğin Türkiye’si, hem doğasında hem insanında yeniden dirilecek bir bahara muhtaçtır.
Ömer Faruk Ertem / Yelkencinin Gazetesi
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.