
Hayatın her döneminin bir ritmi var. Bunu fark etmek insanın iç dünyası için önemlidir. Hayatta sakin kalabilmek bununla ilgili; hayatın tümü bir gün gibidir, sabah başlangıç, öğle gayet yoğun, akşam ise hasat vakti olmalıdır.
İlk çeyrek, gençlik: Her şeyi mümkün sanırsınız. İnsan deniyor, yanılıyor, öğreniyor. Zaman bol, seçenek çok, yapabilirim duygusu güçlü, ama hedefler henüz net değil! Ben gençliğimde değil ülkemi, dünyayı kurtaracak gibi hissederdim.
İkinci çeyrek, otuzlar ve kırklar: Hala enerji dolusunuz; ama artık sorumluluklar ve alınması gereken kararlar var. Yapabilirim yerini artık yapmalıyıma bırakıyor. İnsan bir şeyleri kurmak ve korumak, devam ettirmek istiyor. Geçmişte kurulan bazı hayallerin artık geride kaldığının idraki de bu dönemde oluyor. Zamanın getirdikleri kadar, götürdüklerini de fark etmeye başlıyorsunuz. Schmid, bu dönemde hissedilen baskının, insanın yaşamında çok fazla şey yapmaya çalışmasından kaynaklandığını söylüyor. Sanki bir şeyleri bitirmeye çalışıyoruz, bir acelemiz var. Ben 35 yaşımda ilk çocuğum doğduğunda artık aklıma gelen her şeyi yapamayacağımı hissetmiştim.
Üçüncü çeyrek, yaşlanmak: 50 yaşla birlikte zamanla ilgili düşünceler değişiyor. Schmid’in ifadesiyle, artık kalan yıllar yaşananlardan daha az. Yaşlanmak artık beklenen bir şey değil, hakikat haline geliyor. Bu evrede gelecekten çok geçmiş düşünülüyor. Neler olacak, sorusunun yerini neler oldu, alıyor. Ben bu dönemde hayatımın geri kalanını planlamam gerektiğini hissettim ve kurumsallaşmaya, gelecek nesli planlamaya başladım.
Son çeyrek, yaşlılık, 70 yaş ve sonrası: Aktiviteler daha yavaşlıyor, insan zamanının akışını daha yakından hissetmeye başlıyor. İnsanın kendi hayatına dışarıdan bakabildiği, geçmişi daha net görebildiği bir dönem bu. Bazı şeyleri eskisi gibi yapamamak, bazı şeyleri geride bırakmak zamanla olağanlaşıyor. Olan biteni olduğu gibi kabul etmek, hayatı oluruna bırakmak, o çok sözü edilen sakinlik haline belki en çok bu yaşlarda yaklaşılıyor. Ben daha bu yaşları yaşamadım, bilemiyorum. Ama bildiğim şu, hayatın kendi planları var ve ben tüm gücümle çabalıyorum ama aslında yaptığım kaderimin peşinden koşmak. Acaba kaderin planlarını gerçekleştirmesini sessizce izlesem daha mı iyi?
Fark ettiğiniz gibi yazar ile benim hayat hakkındaki görüşlerim az farklı, insanların zihni her dönemde farklı bir şeyle meşgul. Her dönemin kendi karmaşası var. Hayatta alıp veremediklerinizi bir kenara bırakıp, kavgaları bitirip, artık içinde bulunduğunuz evreyi sahiplenmeniz gerekmiyor mu?
Bizim peygamberimizin tavsiyesi o gün ölecekmiş gibi ölüme hazır olmak ama hiç ölmeyecekmiş gibi de hayata azimle devam etmektir. Hatta Dünya'nın yıkılacağını bilseniz, siz onlarca yılda yetişecek elinizdeki fidanı dikiniz (Hadis: Yarın kıyametin kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikiniz.).
Hayatın Evrelerinin ve İhtiyarlamanın Püf Noktaları
Schmid’e göre yaşlanmanın kendine has yanlarını fark etmek ve bunlarla barışık yaşamak, sakinliğe giden yolun ikinci adımı. Üçüncü çeyrek, yani ellili ve altmışlı yaşlar, insana ayrı bir tür mutluluk ve tatmin sunabiliyor. Çünkü hayatın artık sonsuz olmadığını, önümüzdeki yolun gittikçe kısaldığını net olarak görüyoruz. İlk bakışta kulağa hoş gelmeyebilir, ama işte tam da bu hoş olmayan sebepten dolayı elimizde kalan zamanı daha anlamlı yaşayabiliyoruz.
Bu yaşlarda bazılarımız panikleyip yeniden sıfırdan başlamak isteyebilir. Eski ilişkileri bitirip yenilerini arayabiliriz, yarım kalan işlerimizi bırakıp başka hayallerin peşinden koşabiliriz. Ama bu telaş ne işe yarar? Çünkü yaş almak, aslında hayatı tanımak, neyin nasıl işlediğini bilmek demektir. Yeni şeyleri denemekten çok, elimizdeki deneyimlere odaklanarak hayatı daha sakin ve kontrollü yaşıyoruz bu dönemde.
Rahmetli annemin altıncı hissi kuvvetliydi; bilirdi olacakları önceden, insan sarrafıydı, daha uzaktan bilirdi adamın defosunu… Rahmetli babamsa, keşke olsa da anlatıverse bize başımıza gelecekleri…
Schmid burada dört temel kavramdan bahsediyor: Telafi etmek, yoğunlaşmak, seçmek ve optimize etmek. Bu kavramlar aslında bizim zaten tecrübelerle öğrendiğimiz ve içgüdüsel olarak da uyguladığımız şeyler. Gençken her şeye atlıyorduk, şimdi ise neyin önemli olduğunu daha iyi biliyoruz. Daha sakin, daha seçici davranıyoruz. Yaş almakla ulaşılan bu bilinç seviyesi, bir nevi bilgeliktir aslında.
Yaşlanmanın gözle görünen tarafları da var tabi. Aynaya baktığımızda saçlarımızın azaldığını, beyazladığını, yüzümüzdeki, ellerimizdeki çizgilerin derinleştiğini fark ediyoruz; fiziksel sıkıntılarımız artıyor, enerjimiz azalıyor. Koşarak çıktığımız merdivenlerde nefeslenmek için ara vermek gerekiyor. İşte bu noktada Schmid’in söylediği önemli bir şey var: Yaş almanın belirtilerini inatla reddetmek yerine, onları kabullenmek gerekiyor. Çünkü ne kadar direnirsek direnelim, hayat bildiğini okumaya devam edecek. Bunu iyi idrak etmemiz gerekiyor.
Altmışlarımıza geldiğimizde ise gerçek daha net bir şekilde yüzümüze çarpıyor. Artık pek çok şeyi ertelemenin zamanı geçti. Yıllarca “nasıl olsa bir gün yaparım” dediğimiz şeyleri şimdi yapmak veya feda etmek zorundayız, çünkü elimizdeki fırsatlar, imkanlar ve sahip olduğumuz zaman giderek azalıyor. Bu dönemde zihnimiz artık farklı sorulara odaklanıyor: Hangi imkanlar hala var, neyi yapabilirim, gerçekten ne istiyorum veya istemiyorum gibi.
Schmid, bu dönemin anahtar kelimesinin “hala” olduğu tespitinde bulunuyor. Yaş aldıkça çevrenizdeki insanlar size “Yaşına göre hala çok iyisin!”, “Hala çok dinçsin!” demeye başlıyor. Bu ifadeleri duymak sinir bozucu olabilir, ancak “hala” kelimesiyle kavga etmek yerine, onu sakinlikle karşılamak sizin için en hayırlısı, çünkü hala mümkün: Sevdiğimiz birini arayıp sohbet etmek, özür dilemek, helalleşmek, teşekkür etmek, paylaşmak hatta gezmek, görmek. Bunların kıymetini bilmelisiniz. Anacım derdi ki bakkaldan dönerken günlük alışverişten: “Bak oğlum, zenginlik bu işte, alışveriş ederken fiyatlar bizi rahatsız etmedi.” Ama turfanda veya ithal bir meyve, sebze de almazdı, bollanmasını beklerdi. Ve: “Şükründen aciziz.” der, sonra eklerdi: “İşte şimdi şükrettik.” Yani onun için farkındalık yeterli idi. Bense bunu hayatımın tüm evrelerine ve işlerime uyguluyorum, yeni bir işe, imkana, yere kavuşunca, muvaffak olunca: Maşallah, La kuvvete illa billah, diyorum; manası: Allah ne güzel yaratmış. Yüce Allah’tan başka güç ve kuvvet yoktur.
Zaman biraz daha ilerledikçe, geçmişi sıkça düşünmeye başlıyoruz. Eskiden kaçırdığımız fırsatlar, kırgınlıklarımız, mutlu anlarımız canlanıyor zihnimizde. Gücümüzün ve enerjimizin azalması kötü hissettirse bile Schmid’in önerisi, bedenimizi ve zihnimizi artık yapamadığımız şeyleri zorlamayarak kalan gücümüzü doğru kullanarak telaşsız, sakince hareket etmektir.
Buna hem katılıyorum hem katılmıyorum. Bence, yaştan bağımsız olarak, insanın kendini daima zora koşması gerekir. Özellikle de fiziksel olarak yorgun ama içi “hala” kıpır kıpırken. Bedenin sınır koyduğu yerde, can “hala” bir şeyler yapmak, bir şeyler başarmak istiyor. Hiçbir şeyi bırakmak gerek değil; “elimde ne kaldıysa onunla yetineyim” demek, kulağa olgunca, hatta bilgece geliyor; ama lüzumsuz bir vehimdir. Zira akşam yorgun yatıp sabah dinlenmiş kalkıyorsanız “hala” sizde iş var demektir. Ama gün içinde çok zorlamayın derim. Benim bir Cherokee Jeep’im vardı, pek hızlı gitmezdi ama son süratte kilometresi 20 gösterirdi, çünkü ibre tekrar başa dönerdi turu tamamlayıp… Şimdi ise bence hız ibresi önünüzü gösterse yeterli yani yarım yol gibi.
Alışkanlıklar
Alışkanlıklar hayatımızı düzene koyan, bize aşinalık hissi veren ve belki de en önemlisi, bizi sürekli karar verme yükünden kurtaran davranış ve düşünce şekillerinin genelini tanımlar. Özellikle yaş ilerledikçe, yeni bir şeylere alışmak zorlaşır ve yeni şeylere ayak uydurmak yerine, alıştığı hayatın konforunu tercih eder. Schmid yaşlandıkça hayatımızı kolaylaştıran şeylerden birinin bu alışkanlıklarımız olduğunu söylüyor. Aslında alışkanlıklar yaşamımızın her evresinde bize kolaylık sağlıyor.
Alışkanlıklarımızdan tamamen uzaklaşarak bir gün geçirebilir miyiz? Emin olun bu çok zor olurdu. Çünkü günün akışının çoğunu düşünmeden alışkanlıklarımız sayesinde geçiriyoruz. Onların sayesinde enerjimizi gerçekten önemli şeylere saklayabiliyoruz. Birlikte bir deney yapalım. Bir şey giyerken ilk olarak sağdan başlarsınız değil mi? Haydi bir de tersten başlayın. İşte şimdi alışkanlıklarınızın kıymetini anlayacaksınız.
Alışkanlıkların hayatı kolaylaştırmaktan başka bir güzelliği daha var. Bize anlam duygusu sağlıyorlar diyor yazar. Evinizi düşünün. Dört duvar mı onu ev yapan, yoksa içinde edindiğiniz alışkanlıklar mı? Yeni bir eve taşındığınızda veya bir tatil yerine gittiğinizde hemen orayı “ev” gibi hissedemiyorsunuz değil mi? Çünkü orayı ev yapan alışkanlıklarınız henüz oluşmadı. İşte bu yüzden yaşlılık döneminde alıştığımız yerlerden ve rutinlerden ayrılmak çok zor geliyor bize. Yazar hakikaten ihtiyar😀, ben her hafta goyalarda sabah kalktığımda önce nerede hangi şehirde olduğumu düşünürüm. Hele otel odasında ışığın yerini bulmak bile zordur. Ama bence hayatı değerli kılan da bunlardır. Benim kol saatim bile bakınca değil düşününce zamanı anlayabileceğiniz markadır.
Tüm alışkanlıklarımız iyi midir, hayır, değildir. Bazıları kötüdür, hatta çevremizi rahatsız eder. Bunu biliyor olmamıza rağmen vazgeçmek istemeyebiliriz. Bizi biz yapan şeylerdir bunlar, ama kötüleri bizi kötü yapar. Bana sorarsanız burada esas dikkat edilmesi gereken, hangi alışkanlıklarımızı korumak, hangilerinden kurtulmak gerektiğini fark edebilmek, bilgece davranmaktır.
Bedensel Zevkler ve Mutluluk
Sakinliğe giden bir sonraki adım, yaşadığınız duyusal zevkleri fark etmek ve bilinçli bir şekilde yaşamaktır, zira artık duyularınız körelmeye başlayacaktır. Eskiden fark etmeden geçtiğimiz detaylar, yaşlandıkça daha kıymetlenir. Baharın gelişiyle tüm kış boyunca duymadığınız bir kuşun sesini, çiçeklerin kokusunu, sonbaharda renk cümbüşünü, kışın karı… fark ederiz. Bu anların belki son kez yaşanabileceğini bilmek, onları daha değerli kılar.
Yazar ayrıca hatıralarla kurduğumuz ilişkiye değiniyor. Gençken hep ileriye bakıyoruz, yaş aldıkça ise geriye; geçmişi anımsamak bazen buruk hissettirse de çoğu zaman bir huzur veriyor insana. Özellikle de hangi hikayelerin geride kaldığını, hangilerinin tamamlandığını, hangilerinin yarım bırakıldığını bilmek bir bilgelik kazandıracak size. Schmid, bu noktada nostaljinin tatlı bir şey olduğunu, hatta insanı ayakta tuttuğunu söylüyor. Eksi fotoğraf albümlerini açtığımızda o ana geri gidebiliyoruz. Bununla birlikte geçmişi tatlı bir gülümsemeyle anabilmemiz mümkün hale geliyor.
Bir başka keyif ise edilen sohbetler. Özellikle de yaş ilerledikçe, insanın paylaşma isteği artıyor. Bu dönemde anlatacak çok şeyimiz vardır, ama ne yazık ki herkes dinlemeye hazır değildir. Yaşlılıkta en çok eksikliği hissedilen şey bir dinleyicidir. Schmid, bu yüzden evde, işte diyalog, karşılıklı konuşma adetinden vazgeçilmemesi gerektiğini söylüyor; kimi zaman sesli düşünmek, hayal kurmak iyi gelir insana. Benim çözümüm okuduklarımdan hareketle düşüncelerimi, inançlarımı, tecrübelerimi paylaşmak… Size uysa da uymasa da.
Peki ya cinsellik? Schmid, bu konuda da açık konuşuyor. Yaşla birlikte cinselliğin biçim değiştirdiğini, önceliklerin değiştiğini kabul ediyor. Daha az sıklık, ama belki daha çok derinlik. Artık ani heyecanların yerini, sakin bir paylaşım alabiliyor. İlişkiler cinsellik üzerinden değil, sohbet, ortaklık, duygusal bağ gibi başka katmanlar üzerinden de zenginleşebiliyor. Zaten insan yaş aldıkça bazı şeyleri sadece oluruna bırakmanın rahatlığını da öğreniyor. Yorum yok!
Acı, Hüzün ve Diğerleri
Yaş aldıkça sağlığın ne kadar kıymetli olduğunu daha net fark ediyoruz. Gençken hiç düşünmeden yaptığımız pek çok şey, artık ufak bir çaba ya da dikkat gerektiriyor. Bir çırpıda hallettiğimiz işler, şimdi üzerinde planlama gerektiriyor. İyi beslenmeye, düzenli hareket etmeye, bize iyi gelen insanları hayatımızda tutmaya çalışıyoruz. Tabii bizim bu gayretimiz her zaman yeterli olmuyor. Ne yaparsak yapalım, beden zamanla yavaşlıyor, insanlar hayatımızdan çıkıyor. Sağlık da aynı şekilde; çoğumuz için hep mükemmel kalmıyor.
Acı ve hastalığa maruz kalmak ihtimali yaş aldıkça artıyor. Bu yüzden Schmid, “sakinlik” yolculuğunun bu adımında acıyla ve kayıplarla kurduğumuz ilişkiye dikkat çekiyor. Basit bir omuz ağrısından büyük trajedilere kadar; olan biteni kabullenmek kapasitemiz, yaş aldıkça sınanıyor. Yazarın önerisi şu: Ne panikleyin ne de hiçbir şey olmuyormuş gibi davranın. Hazırlıklı olun, diyor. İnsanın en büyük korkularından biri, bir şeyle karşılaştığında ona hazırlıksız yakalanmaktır.
Peki ya hayatımızdaki acı, eksiklik kalıcı ise? İlaç, terapi, meditasyon hatta gerekirse cerrahi müdahaleler, gerekir. Ama Schmid’in asıl üstünde durduğu şey, bu acıyı, eksikliği hayatımıza nasıl entegre edebileceğimiz. Sürekli savaşmak yerine, bu savaşın kazandıracağı hiçbir şey kalmadıysa, acıyla, eksik haliniz ile dost olmaya çalışmak. Kolay değil, ama mümkün ve gereklidir. Çünkü acı veya eksikliğiniz bağımsızlığımızı ve kontrol arzumuzu bir noktada elimizden alarak bizi hassas noktadan vuruyor. Halbuki gerçek “sakinliğe” ulaşmak için, bu saplantılı kontrol isteğinden vazgeçmeyi de öğrenmemiz gerekiyor. Artık amaç, hayatı mümkün olduğunca derinlemesine hissedebilmektir. Başımıza gelen kötü şeylere sinirlenip onlarla savaşmak yerine; bazen onları kabullenmek, hatta bir adım ötesine geçerek sahiplenip içselleştirmek. Bu artık böyle, ben de böyleyim diyebilmek. Kendinizi olduğunuz gibi kabul ederek, kimsenin sizden alamayacağı bir dayanağa sahip olmuş oluyorsunuz aslında. “Neden ben?”, “Neden şimdi?”, “Bu ne kadar sürecek?” gibi sorular da anlamını ve önemini yitiriyor. Düşünsenize eksik doğan ve yaşayanlar var. Başka yaratıklar, mesela böcekler için başka hayat seviyeleri var. Sahip olduklarımıza şükretmek içinde bulunduğumuz anı fark edip lezzetiyle yaşamak; acı ve eksikliklerimizin bize kazandırdıklarını idrak etmek gibi… Mesela, bazı hareketleri yapamıyorsanız, bazı yasaklara uymak zorunda iseniz, bu mahrumiyetlerin sonraki hayatınızda mutlak adil Rabbimiz tarafından tazmin edileceğini bilmek ve şimdiden şükredip, sevinmek…
Benim için namaz ve dua etmek bu konuda en büyük dayanağımdır.
Temas ve Yakınlık
Sakinliğe giden adımlardan biri de temas. Schmid, bu ihtiyacın doğumdan itibaren hayatımızın her evresinde var olduğunu hatırlatıyor. Yeni doğan bir bebeğin annesinin tenine yaslanarak sakinleşmesi gibi… Zaman ilerledikçe bu ihtiyaç farklı şekillerde tezahür etse de hiçbir zaman tamamen kaybolmuyor.
Dokunmak ve dokunulmak… İnsanın bazen sadece bir elin omzuna değmesini istediği oluyor. Hele ki yaş aldıkça bu tür temaslar daha kıymetli hale geliyor; ancak aynı zamanda daha seyrekleşiyor. Çünkü yaşla birlikte sosyal alışkanlıklarımızla birlikte tenimiz de değişiyor. Bazı insanlar aman rahatsız etmeyeyim endişesiyle uzak duruyor, kimi zaman da kişi kendisi geriye çekiliyor. Schmid, yaşlı insanların özellikle bu konudan muzdarip olduğunu söylüyor.
İşin fiziksel tarafının yanında, bir de düşünsel boyutu var. Sohbet etmek, paylaşımda bulunmak da temas etmenin bir başka şeklidir. Ortak bir düşünceye yaklaşmak; söylenilenden aynı şeyi anlamasak bile, en azından aynı konuların üzerinde düşünmüş olmak veya aynı manzaraya bakmak… Bunların hepsi bir yakınlık yaratıyor. Özellikle yaş aldıkça, böylesi temaslar daha anlamlı hale geliyor. Schmid, bu anların da “sakinlik” halinin bir parçası olduğunu söylüyor.
Bizim peygamberimiz: Hepiniz kardeşsiniz ve hiçbirinizin diğerine üstünlüğü yoktur. Birbirinizi hiçbir karşılık gözetmeden sadece Allah için sevin. Kişi sevdiğini kardeşine söylesin, (Bir kimse din kardeşini sevdiğini ona söylesin. (Tirmizî, Zühd, 54)) diyor.
Ait Olmak, Sevmek ve Bağ Kurmak
Schmid, yaşlandıkça bizi hayata bağlayan şeylerin başında ilişkilerin geldiğini söylüyor. Özellikle de sevgiye, dostluğa ve ait hissetmeye dayanan ilişkiler. İnsanın kendi içine çekildiği, bedenen ve zihnen yavaşladığı bir dönemde, başka bir insanla kurulan bağ; hem sakinleşmenin hem de hayatın bizim için ifade ettiği anlamı taze tutmanın en güçlü kaynağı olabilir.
Çocuklar mesela… Schmid’in oğlu, bir sohbet sırasında “yaşlandığında ne iyi gelir” sorusuna hiç düşünmeden “iyi huylu çocuklar” cevabını veriyor. Yaş aldıkça, çocuklarımızla olan ilişkimiz değişiyor ve bu ilişkinin hayatımızdaki anlamı daha da görünür hale geliyor. Hayatı onlara devretmenin, onlarla aynı dili konuşabilmenin, birlikte düşünebilmenin ve paylaşabilmenin, bir bakıma da güncel kalabilmenin bir yolu bu. Gün geliyor ve biz onlara değil, onlar bize bazı şeyleri öğretmeye başlıyor. Hele ki teknoloji gibi hızla değişen alanlarda, kimi yaşlılar için çocukları olmasa güncel kalabilmek imkansız. Bu yüzden Schmid, “çocuklarımız sayesinde dünyayla bağımızı sürdürebiliriz” diyor. Tabi bu bağ, ancak çocuklarımıza bir yük olmamayı başarabilirsek sağlıklı bir biçimde varlığını sürdürebiliyor.
Yük olmak demişken, yanlış anlaşılmasın… Bir çocuğun babasının sağlığıyla ilgilenmesi, canı sıkkınken onu dinlemesi, onun için zaman ayırması yük değildir. Bu, zaten karşılıklı sevgi ve saygıyla kurulan sağlıklı ilişkinin doğal bir uzantısıdır. Burada kastedilen yük, daha farklı bir şeydir. Yani çocuklarımızın hayatını kendi hayatımızın eksikleriyle doldurmaya çalışmak… Kendi kararlarımızın sonuçlarını onların omzuna yüklemek ya da artık yapamadıklarımızı onlardan beklemek… Bunlar, zamanla ilişkinin dengesini bozabiliyor. Bazı insanlar yaşlandıkça kendi ihtiyaçları hayatlarının merkezine o kadar yerleşiyor ki, çocuklarının bireysel sınırlarını göremiyor. Oysa birlikte yaş almanın yolu, bu sınırları tanımaktan ve saygı göstermekten geçiyor. Karşıdan gelen yardımı kabul etmekle ona bağımlı hale gelmek arasındaki fark, gerçekten çok ince. Destek istemek başka şey, hayatın sorumluluğunu devretmek başka… Bunu unutmayalım.
Peki ya torunlar? Onlarla kurulan ilişki de çok kıymetli. Canımın canı derler ya, işte o misal. Hele ki artık geçmiş ile gelecek arasında bir köprü gibi hissediyor, daha doğrusu hissedebiliyorsak kendimizi ve bunu olgunlukla karşılayıp gülümseyebiliyorsak… Birlikte geçirilen zamandan alınan keyif gerçekten tarif edilemez. Schmid, torunların büyükannelerinden ve büyükbabalarından dinledikleri öğütlerin ve hikayelerin yanında, zamanla ilgili bir hissiyat da devraldıklarını söylüyor. Geçmişte kalanla bugünün arasında kurulan bu bağ hem yaşlılar hem de çocuklar için büyük anlam ifade ediyor. Tabii buradaki sınırın da farkında olmamız gerekiyor. Eğer sürekli yeni dünyayı yargılar, düzeni agresif bir şekilde sorgular ve değişimi yadırgarsak; işte o köprü hızla ortadan kalkabiliyor.
Çocuk ya da torun herkese nasip olmayabiliyor. Schmid’e göre bu bir engel değil. Çocukların olduğu ortamlarda bulunmak, bir okulda gönüllü olmak, çocuklara kitap okumak, hatta sadece onları dinlemek bile insanın dünyaya hala katkı sağlayabildiğini hatırlatıyor.
Yahudiler menfaatperest tüccar olarak meşhur olmuşlardır. Torun sevgisini de zahmetsiz bir zevk olarak gördükleri için faize kıyaslarlar. Ben bunu hoş görmem, kendi torunumu severken, Rabbim bahtını açık etsin, bence bu torun sevgisinin tarifi daha önce bu dünyada tatmadığım bir lezzettir. Ben torun sevgisini, cennet meyvesi olarak tasvir ediyorum.
Kardeşlik ilişkisi de yaşlılıkta önem kazanıyor. Çocukluk döneminden gelen ve hayatın tamamına yayılan bir yakınlıktan bahsediyoruz. Her şeyi konuşabileceğiniz biri varsa, hayat daha kolaylaşıyor. Ama her kardeşliğin sağlıklı bir şekilde sürdürülemediğini de biliyoruz. Burada zamanla büyüyen küskünlüklerin ya da miras meselelerinin ilişkileri bozabildiğini söylüyor Schmid. Böyle durumlarda sakin kalmak epey zorlaşıyor elbette. Yine de yaşamın bu dönemine gelindiğinde, kırgınlıkları sürdürmenin anlamlı olup olmadığını zaman zaman kendimize sormakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Ablam benim yegane kardeşim ve ortağım, birimiz 60’lı diğerimiz 70’li yaşlarda sanırsam öğrendik artık hayatta neyin önemli olduğunu, takılıp kalmamak gerektiğini detaylara…
Kuzenlerim, yeğenlerim ve onların eş ve çocukları ile yıl içinde belli zamanlarda buluşur görüşürüz. İnsanın akrabaları olduğunu hissetmesi ve görüşmesi ne güzeldir. Bizim inancımıza göre ömrü uzatır.
Hayatınızı paylaştığınız, birlikte yaşlandığınız; yeni bir aile kurduğunuz kişiyle, yani eşinizle kurduğunuz bağa ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Schmid, “gençken verilen o birlikte yaşlanma sözünü, artık yaşanarak hakkıyla yerine getirme zamanı geldi” diyor. Yaşlılıkta ilişkinin biçimi değişiyor. Birliktelik artık daha çok anlayış ve daha çok sabır istiyor. Hafıza zayıfladığında, hareketler yavaşladığında, çok kolay gelen şeyler artık zor gelmeye başladığında ve eski cazibe kaybolduğunda… Saygıyı kaybetmemek ve sevgiyi sürdürebilmek için, sakinlik gerekiyor.
Ve tabi dostluklar. Emeklilikle birlikte iş arkadaşlıkları azalıyor, sosyal çevre daralıyor. Ama arkadaşlık başka; dostluk başka bir şey. Dostluklar sadece birlikle bir şey yapmak değil, birlikte “olmak” üzerine de kuruludur. Birlikte konuşmadan oturulabilen ve aylar sonra görüşüldüğünde aynı yakınlıkta devam edilebilen ilişkiler… Yaş aldıkça, bu tür dostlukların kıymeti daha da artıyor. Schmid, dostlukların çoğu zaman yan yana yaşanmadığını ve bu yüzden birçok sorundan da kurtulduğunu söylüyor. Hafif bir mizah var burada, ama altı dolu. Aynı evi paylaşmadığınız, aynı hayatı sürdürmediğiniz için kırılmalar da daha az oluyor. Bazı mesafeler dostluğu daha sağlam kılıyor. Çünkü beklenti azalıyor, hesaplaşma ihtiyacı düşüyor. İyi bir dostluk, içinde beklentilerin olmadığı bir yakınlık sunuyor insana.
Ben emekliliğe inanmıyorum. Bu benim kaçıncı emekliliğim bilmiyorum. Rabbim elden ayaktan düşmekten korusun. Kutsal kitabımız bilakis yoruldun mu başka bir iş yaparak dinlen, diyor. (Demek ki zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Evet, doğrusu her güçlüğün yanında bir kolaylık var. O halde önemli bir işi bitirince hemen diğerine koyul. Ve yalnız rabbine yönel, İnşirah 5-8.) İlk emekliliğim 40 yaşında SGK’dan oldu, hissetmedim. Daha sonra Ülker’den emekli oldum, Godiva’yı alınca. Şimdi ise global atıştırmalık şirketimiz pladis’de çalışıyorum. İleride hayalim bambaşka bir kategoride global pazarlanacak dijital bir iş kurmak…
Bazen de yıllar içinde kopan ilişkilere dönüp bakma ihtiyacı doğuyor. “Kimler hayatımda artık yok?”, “Sebebi neydi?”, “Bugün olsa hala aynı şeyi yapar mıydım?” gibi sorularla baş başa kalıyoruz. Ve bazen bu soruların cevapları geç kalmış oluyor. Eğer geç kalınmamışsa şayet, belki bir telefon açılır, kısa bir mesaj atılır, bir şekilde yol yeniden bulunur.
Ama eğer geç kalınmışsa… O zaman geriye sadece o ilişkiyi zihninizde nasıl taşıdığınız kalıyor. İçten bir özür dileyememek, bir şeyi açıklayamamış olmak ya da sadece veda edememek… Bunların her biri zihnin bir köşesinde kalabiliyor. Böyle durumlarda yapılması gereken, geçmişle barışı zihinsel bir düzlemde kurmaya çalışmak; en azından onun sizde bıraktığı izle barışmak. Belki bu da geç kalınmış bir şeyin içinden “hala” bir sakinlik çıkarabilir.
Ben arıyorum eski tanıdıklarımı, cumaya çağırırım, namaz kılıyorsa veya namazdan sonra diğer çalışanlarla öğlen yemeği yeriz kafeteryada hep beraber. Kafeterya çıkışında kitap dağıtıyoruz bedava, malum çok kitap gönderirler bana, her cins, her lisan kitap var!
Son olarak Schmid, düşmanlıkların da bir çeşit ilişki biçimi olduğunu hatırlatıyor. Ve insan yaş aldıkça, bu düşmanlıklardan vazgeçmeyi veya barışık yaşamayı öğreniyor. Her şeyi affetmek gerekmiyor belki, ama düşmanlıkla yaşamanın da bir raconu vardır. Hatta bazı düşmanlıkların, insana düşündüğünden daha fazla şey kattığını fark ediyorsunuz. Şöyle diyor Schmid: “Düşman yıllar süren sadakatiyle, bu rolü için de dürüstçe saygı görmeyi hak etmemiş midir? Sevinç ve sevginin olumlu tecrübesinin değerini daha iyi bilmemizi sağlayan, kızgınlık ve öfkenin olumsuz tecrübesi değil miydi zaten?”. İlginç değil mi?
Affetmek Kabil mi? Bence değil, zira hiç kimse dünyayı durdurup bir tur geriye sarabiliyor mu? HAYIR. Ama yanlış sizin şahsınıza mı, yoksa sisteme, inanca mı vb? O halde bırakın onlara kararı. Size ne, demiyorum; sadece size ne kazandıracak ne rahatlık sağlayacak? Yoksa peşinde koştuğunuz egonuzun tatmini mi? Yoksa, küçük mü düşüyorum, düşüncesi mi?
Neşe Ve Eğlence: Ruhu ferahlatacak bir neşe mi eksik? Acaba ben mi farkında değilim veya eğlenmeyi bilmiyorum meşru daire içinde? Üzerinde kafa yormanızı öneriyorum. Eğlence hayatımız ve anlayışımız hakkında bir yazı yazmıştım. Buraya meraklılar için linkini bırakıyorum (https://yelkenciningazetesi.com/eglence-hayatimiz-anlayisimiz).
Farkındalık ve Sakinlik
Schmid’e göre sakinliğe giden yollardan biri de farkındalık. Geçmişe baktığımızda karmaşık görünen şeyler, yaş aldıkça basitleşiyor, önemi azalıyor. Hayatın son dönemine yaklaşırken insan kendisine bazı soruları daha fazla sormaya başlıyor. Nereden geldim, nasıl yaşadım, bugün olsa aynı kararları verir miydim gibi… Bu nevi soruları sormak, cevaplarının peşine düşmek, yaşadıklarımızı anlamlandırabilmek, hayatın anlamı ve değeri açısından çok önemlidir.
EMRİ BİL MARUF NEHYİ ANIL MÜNKER ne demektir? İyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek… İşte bu benim hayat ödevim, iyiliği yaymak, kötülüğü önlemek! Böylece bir insan olarak diğer canlı, cansızlardan farkım oluyor; tatmin vesilesi oluyor.
Hayatımın Gayesi, Mutlu Et Mutlu Ol
Biz şimdilik her ay 80 bin kişiye maaş ödüyoruz. Tabii kurduğumuz global ekonomik sistemin dokunduğu ailelerin sayısı kim bilir kaç kişi? İmalat ve satış teşkilatımızın bulunduğu ülkelerin nüfusu 4 milyar kişi, yani ürünlerimizin hedef kitlesi! Şükrolsun ama kolay değil böyle bir networku, ekosistemi motive etmek, iyiye ve güzele yönlendirmek. Benim bulduğum sistem, her bölge, dil ve dinde geçerli olacak bir felsefe oldu: MUTLU ET MUTLU OL. Hatta bunu her yıl Kasım ayının üçüncü perşembesi işimizin doğum günü belleyip kutluyoruz, Uzak Doğudan başlayıp uzak batıya kadar tüm dünyada. Farkındalık, benimseme ve katılım çok yüksek oluyor. Böylece işimizi üzerine kurduğumuz felsefe tüm çalışanlarımız ve paydaşlarımız tarafından tüm dünyada benimseniyor, yaşanıyor. Amacımız iyilik ve güzelliği yaymak!
Ölüme Yaklaşımımız!
Yaş aldıkça ölüm daha bir gerçek, kaçınılmaz oluyor. Yakınlarımızı kaybediyoruz, dostlarımızın cenazelerinde kalanlarla birlikte saf tutuyoruz; kabirlerinin başında dua ediyoruz. Sıranın bize yaklaştığını açıkça görüyoruz, kalan mesafe süreyi sorguluyoruz. Amma velakin ölüm, hayatın içinde olmaya devam edecek.
Ölümü son durak olarak görmek de herkes tarafından paylaşılan bir düşünce değildir. Pek çok insan için ölüm, bitişten ziyade bir geçiştir. Bu dünya üzerindeki hayat sona erse bile; başka bir yerde, başka bir biçimde devam edeceğine dair bir inanç vardır. Bu yaşarken yapılanların yalnızca dünyadaki sonuçlarıyla değil, diğer taraftaki karşılığıyla anlam kazandığına işaret eder. Bu anlayışta vakit sınırlı ve değerlidir ama meselenin bütünü yalnızca bu dünyaya sığmaz. Ben inanan bir insanım ve benim için hayatın anlamı sadece şimdi ile sınırlı değil. Yaşarken nasıl davrandığım, nelere önem verdiğim, kime ne kattığım kadar niyetim ve iç huzurum da bir o kadar önemli. Peygamberimiz: Tüm işler niyetlere göre değerlendirilir, demiştir.
Kimi zaman ise kişi, kendi ölümüyle ilgili birtakım kararlar almak durumunda kalabiliyor. Schmid, kendi adına, ölümün doğal akışına bırakılmasını tercih ettiğini söylüyor. Ama işler zorlaşırsa yakınlarının müdahalesini istemekten de çekinmeyeceğini belirtiyor. Ölümle ilgili tercihler, aktif ya da pasif yollarla şekillenebiliyor. Aktif ötanazi, pasif şekilde hayatı sonlandırmak, ya da intihar gibi seçenekler…
Bunların hepsi benim dinimde haram yani yasaktır. Allah’ın verdiği canı sadece Allah alabilir. Ama bu yolları seçenler, merak edenler var. Bu tür kararların insanın kendisi kadar çevresindekileri de etkileyen sonuçları var. Özellikle intihar gibi durumlarda geride kalanlar: “Benim yüzümden mi oldu?”, “Bir şey yapabilir miydim?” gibi soruları kolay aşamıyor. Schmid, bu konuların ciddiyetini kabul ederek Hollanda’daki gibi düzenlemelerin yerinde olduğunu söylüyor. Kişinin bu isteğini tekrar tekrar dile getirmesi, hastalığının ölümcül olduğunun birden fazla hekim tarafından onaylanması ve uygulamanın yalnızca doktorlarca yapılması gibi kuralların hem etik hem hukuki olarak bu süreci daha sağlıklı kıldığını belirtiyor.
Ben buna kesinlikle katılmıyorum; anlatayım: Afrika’da goyadaydım. Fildişi Sahili’nde bir fabrika ziyaretimde telefonum çaldı. İstanbul’dan eşim telefonda ağlıyordu. “Babamın fişini çekecekler.” dedi. Kayınpederim bir kaza geçirmiş, yoğun bakımdaydı. HAYIR, bekleyin dedim. Ben geleceğim, konuşacağız. Sonra kayınpederim hastaneden çıktı, birkaç yıl çok mutlu olarak yaşadı bizimle; hatta Tayyip Bey geçmiş olsuna gelmişti, konuşmuşlardı.
Yazarın üzerinde konuşması zor konulardaki açık sözlülüğünü takdir ediyorum. Ama ben kendi görüşlerimi iletmekten geri durmadım. Çünkü birçok konuda farklı düşünüyorum. Adını koyamadığı bir varlığa karşı şükran duyabilmek bile, kişinin sahip olduğu sakinliğin ve o varlığın kudretinin büyük bir göstergesi değil midir?
Murat Ülker