Gelinciğin tarihsel izlerini aramak için binlerce yıl geriye gitmek gerekiyor. En eski çizimleri, en az 3000 yıl önceye tarihlenen eski Mısır lahitlerinde bulunmuştur. Ayrıca günümüzden yaklasik 1000 yıl öncesine ait Codex Vindobonensis'te Bizans prensesi Anicia Juliana gelinciklerle birlikte resmedilmiştir. Gelincik Homer'in İlyada'sında da kendine yer bulur: Homer ölen savasçıları gelinciklere benzetir.
Eski Yunan / Roma mitolojisinde de gelincik birçok tanrı ile ilişkilendirilir. Örnegin Morpheus (uyku tanrısı Hypnos'un üç bin çocuğundan biridir ve insanlara uykuda çesitli biçimlerde görünen düşleri simgeler.) gelincikten yaptıgı taçları uyutmak istediklerine verir. Adına yapılan tapınaklar da genellikle gelinciklerle süslenirdi. Romalılar kara sevdaya düşenlere gelincikten yaptıkları içecekleri verir ve bunların aşk acılarını dindireceğine inanırlardı. (Uyku her şeyin ilacıdır!)
İngilizcede gelinciğe verilen adlardan biri de "Corn Poppy"dir. Gelincik uyku tanrısı Hypnos (= Roma'da Somnus) tarafından insanları / tanrıları uyutsun diye yaratıldı. Bereket tanrıçasi Demeter (= Roma'da Ceres ) bir zamanlar uykusuzluktan çok çekermis. (insomnia! Romalı uyku tanrısının adına dikkat!) Uykusuz ve yorgun olduğundan bitkilerin büyümesi ve verimli olması için çabalamaya gücü yetmezmiş. Kıtlık başlamış. Bunu gören Somnus, Ceres için gelinciklerden bir karışım yapıp içmesini sağlamış. Ceres bunu içer içmez derin bir uykuya dalmış. Uyandığında kendisini uykusunu almış ve çok da zinde olduğunu görmüş. Ve tabi tüm enerjisini tarlada büyümeye çalışan mahsüle yoğunlaştırmış. Kıtlık bitmiş, rekolte rekor kırmış. O zaman bu zaman çiftçiler mısır / hububat tarlalarında ne zaman gelincik görseler bunu o senenin yeni rekorlara gebe olduğuna yorarlar ve gelincikleri asla koparmazlarmış. Bu çiçeğe de "Corn Poppy veya Corn Rose" adını koymuşlar.
Gelincikle ilgili olarak birçok kültürde birçok efsane anlatılır. Bunlardan biri de Cengiz Han ile ilgili. Cengiz Han bir savaşta düşmanı perişan edip muharebe meydanını kan gölüne çevirdikten kısa bir süre sonra burayı gelinciklerin doldurdukları gözlemlenmiş. Aynı hikaye yüzyıllar sonra Napolyon ile ilişkilendirilerek de anlatılır. Araştırıldığında, çok muhtemeldir ki askerlik tarihi benzer savaş öyküleri ile doludur. Zira bahar ayları savas aylarıdır.
Mart adı nereden gelir?
Gelincikler de bahar çiçekleridir. Benzer bir hikaye de Çanakkale savasları sırasında yaşanmıştır.
Gelincik ile ilgili son ve hala devam eden efsane ise 1. Dünya Savaşı sırasında John Mc Crae’nin yazdığı şiirle başlar.
Gelincikler gibi tıpkı...
Gitmek, gitmek ve hep gitmek. Evet, hep gitmek üzere kurgulanmış bir yaşam benimkisi. Dağları, ırmakları, denizleri aşmak onların arkasında olanı görmek için gitmek.
Yıllarca sırtında çanta o ülke senin, bu ülke benim dolaşan bir göçebe için asla göz ardı edilemeyecek bir yaşam.
Çünkü benim içimde hep gitmek var. Nereye olursa olsun gitmek. Gitmenin keyfini yaşamak, bir yere ulaşmaktan ziyade. Yeni yerler, yeni yüzler, yeni yaşamlar görmek üzere gitmek arzusu...
İşte yeniden bir kez daha yoldayız.
Gecenin en derin saatleri. Tepemizde tek tük yıldızlar. Havalar henüz soğuk. Mart sonu, nisan başları. Dışarda ağaçların silüetleri gecenin içinden hızla akıyor. Güneşin gelişiyle merhaba diyeceğiz, sabaha, güzelliklere.
Bir bir geçiyoruz şehirleri... Kuşadası derken Söke ve ardından Didim - Akbük yol ayrımına giriveriyoruz. Yolun bundan sonrası bozuk. Olabildiğince yavaş ilerliyoruz artık. Olsun daha iyi bu. Ufukta yavaş yavaş laciverdimsi bir kızıllık beliriyor.
Akbük'e kadar olan yolda, günün başlamasını izliyoruz. Yanımızdan akıp geçen, ormanlardan arta kalmış barakaları, oraya uymayan manzaraları görmüyoruz. Akbük'te bir mola verip küçücük balıkçı barınağının olduğu limana dönüyoruz yüzümüzü. Deniz kokusunu içimize çeke çeke ilerliyoruz. Ayaklarımız götürüyor bizi. Nereye gidersek gidelim elimizde olmadan ona dönük buluyoruz yüzümüzü. Rüzgarın denizden getirdiklerini alıyoruz şükranla.
Bu saatte bir balıkçılar, bir de biz uyanığız. Çoktan kalkmış, pancar motorlu küçücük tekneleriyle akşamdan attıkları ağlarını kaldırmış ve temizlemekle meşguller. Güneş bizim tarafımızdan gösterdi kızıl-sarı yüzünü artık. Ve biz de tıpkı Şemsiler gibi selamlıyoruz güneşi, günü. Bize iyilik getir, bize neşe getir diyoruz içimizden. Bir teknede asılı transistörlü eski radyodan bir türkü yayılıyor sabaha ince ince. Tamamlıyor manzarayı. Bir baba oğul ağlarını temizliyorlar. Bakışları durgun... Deniz insanına has bir durgunluk bu, deniz dünyası ayrı bir dünya, dedirten bir durgunluk, rahatlık. Onlar her şeyin denizin istediği gibi olduğunu biliyorlar.
Çocuk henüz uyanmamış uykusundan. El yordamıyla yapıyor işini. Ağların yanındaki sepette, o günün bereketi. Az ötedeki balıkçı Ali Kaptan'a satıyorlar balıklarını ve diğer uğraşlarına doğru yol alıyorlar: Zeytinciliğe. Bu iş buraların vazgeçilmezi. Tüm sağlıklarının zeytinden geldiğine inanıyorlar ki bunun doğru olduğunu gözlerimizle görüyoruz. Sadece zeytinin yağından değil, o zeytinleri toplamak için harcadıkları enerji, katettikleri yollardan anlıyoruz. Dinç görünüyorlar. Zeytini kendi elleriyle topluyor, bir kısmını sele, salamura, kalamata gibi sofralık zeytin yaparken bir kısmını da çuvallara dolduruyor, yöredeki zeytinyağı fabrikasına götürüp yağını alıyor, koyuyorlar evlerinin baş köşelerine.
Ali Kaptan ve oğlu Durmuş ile tanışıyoruz. Delikanlı Durmuş tüm içtenliğiyle gülümsüyor bize. Onun için de farklı bir gün olacak, bizim için de. Biz de gülümsüyoruz. ‘’Tüm gün boşum, size rehberlik ederimğ.’’ diyor. Babasından bizimle Kazıklı'ya kadar gidip gelme iznini koparmış olmaktan mutlu. Onu da yanımıza alıp yola çıkıyoruz. Durmuş, yolda, balıkçılığın püf noktalarını yaşından beklenmeyen bir bilgi birikimiyle anlatıyor. Onu dinlerken rahatlıyor ve yeni yeni bilgiler ediniyorum.
Manzara öyle muhteşemki arabanın ilerlemesini istemiyorum. Yollarda tek tük zeytin toplayan köylüler görüyor ve selamlıyoruz onları. Onlar da selamlarımıza aynı içtenlikle yanıt veriyorlar. Sanki hepsi tanıdık, sanki biz uzun yıllardır burada yaşıyoruz.
İki yanı zeytin, meşe, çam ve daha birçok ağaçla kaplı yol, bizi Kazıklı İskelesi'ne götürüyor. Kazıklı da yolun bir yanı deniz ki masmavi, öbür yanı dağlar ki yemyeşil. Yazlık siteleri ve inşaatlarla dolu yerleri yine görmüyor gözlerimiz.
Arabayı durdurup iniyoruz. Etrafıma bakıyorum. Denizde birkaç martı yiyecek arıyor, bir leylek sığ suda tek ayağı üzerinde durmuş etrafını seyrediyor. Yine az ötede kullanılmıyor izlenimi veren tek tük balıkçı sandalları denizden karaya vurup duruyor...
Az sonra O’nu görüyorum, bize doğru gelirken. Gözleri, "mutluluğumun kaynağı şu ana kadar yaşadığım acılar" dercesine bakıyor. Gözlerimizle merhaba diyoruz önce. Tam yanıma geldiğinde nedenini bilmiyorum, onu durdurup sarılmak geliyor içimden. Ama yapamıyorum. Biraz konuştuktan sonra hoş geldiniz diyor. İnşallah gönlünüze göre bir yer bulursunuz da komşu oluruz. Bunca sevecenlikten cesaret alıp fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum ama çekmek istediğim o karenin negatifi beynimde çoktan hazır. Yolun kenarında durup fotoğrafının çekileceğini bilen her insan gibi o meşhur 'fotoğraf pozu'nu alıyor. Az sonra doğal haline döneceğini bilerek bekliyorum. Ve kafamdaki o kareyi yakalıyorum. Teşekkür edip ayrılırken, benim yapamadığımı o yapıyor ve kollarını bana uzatıyor. O sarılmada yıllar önce kaybettiğim babaanne şefkatini duyumsuyorum. Arkasından seyrediyorum onu, yüzü gözlerimde. Bir genç kız gibi yürüyor. Kırmızı hırkasının üzerinde beyaz tülbenti ve de güneşten kararmış, doğanın gerçeğini anlatan yüzü. Bir gelincik yürüyor gözümde...
Dönüş yolunda, genç rehberimiz bize dönüp, etrafı taş duvarlarla çevrili, içi papatyalar ve gelinciklerle dolu bir zeytin bahçesini göstererek "burası aneannemin, satmayı düşünür mü bilmiyorum. Şimdi burada zeytin topluyorlar" diyor. Peki gidip bir merhaba diyelim diye atılıyorum hemen. Olur diyor.
Arabayı yolun kenarına parkettiğimizde ben alışkanlıkla eşime, 'kapıları kilitledin mi' diye soruyorum. Durmuş üzerine alınmış gibi, 'burda öyle şeyler olmaz abla' diyor. 'Burası İstanbul değil.' Haklısın diyorum anlıyorum.
Taşlarla dolu tarlada yürümeye başlıyoruz. Bir yandan yürüyor bir yandan da zeytin toplayanların sesini duymayı bekliyorum. Dağın eteğine kadar geliyoruz. Git git bitmiyor. Seslerini de duymuyorum. Tek duyduğum ses baharın gelişini şarkılarla haber veren kuşlar.
Kocaman kayalar ve zeytin ağaçları arasında oluşmuş bir patikayı izleyerek başlıyoruz tepeyi tırmanmaya. Rehberimize her bakışımda ‘’az kaldı abla’’ diyor. Bir yandan da çevik bir dağ keçisi gibi hızlı ve koşarcasına geçiveriyor o daracık yollardan. Soluk soluğa tepeye vardığımızda gördüğümüz tek şey zeytin ağaçlarının altına bırakılmış zeytin dolu çuvallar oluyor. İşlerini bitirip gitmişler galiba diyeceğim sırada, Durmuş devam ediyor bu kez yokuş aşağı. ‘’Hala sizin tarlada mıyız Durmuş?’’ diyorum yorulmuş, nefes nefese. ‘’Evet abla, bizimkiler az ötedeler, seslerini duyuyorum.’’ diyor. Ama ben duymuyorum nedense. O önde biz arkada ilerliyoruz. Az sonra ben de duyuyorum seslerini. Ardından da bir ağacın altında oturmuş zeytinleri toplarken görüyorum onlar. Merhaba diyoruz. ‘’Kolay gelsin. Kolaysa başınıza gelsin." diyor içlerinden biri, hiç bir art niyet olmadığını belirten bir ses tonuyla.
Eh bunun için geldik ya zaten. Siz biraz dinlenin biz hemen hallederiz deyip, Durmuş'un anneannesi olduğunu anladığım kadının yanına çömelip başlıyorum, onlar gibi zeytinleri toplamaya. Hepsinde Ege insanının cömertliği, güler yüzlülüğü var. İkram edecek bir şeylerinin olmadığını ama mutlaka evlerine çay içmeye beklediklerini söylüyorlar yürekten. Çok konuşmuyorlar kelimelerle, tüm duyguları yüzlerine yansıyor. Anneanneye yaklaşıp halini hatrını sorduktan sonra ‘’Bir fotoğrafını çekebilir miyim?’’ diye sorduğumda özellikle kadınlardan duymaya alıştığım cevabı yine alıyorum. Biraz hoşnut biraz da nazlanmayla, "Benim gibi yaşlı bir kadının fotoğrafını çekip ne yapacaksın a kızım" diyor. Gülüyor ve beklediği cevabı veriyorum. O hoşnut ben hoşnut basıyorum deklanşöre. Kızı yandan şakayla karışık ama annesinin gururunu da okşayan bir edayla ‘’Ne yani biz fotoğraflık değil miyiz?’’ diyor. Ne diyeyim. Hepsi güzel insanlar.
Biraz zeytin toplayıp anneanneye de tarlasını sorduktan sonra veda edip ayrılıyoruz yanlarından. Yine geldiğimiz keçi yolunu takip ederek arabanın yanına ulaşıyoruz.
Kafamda bu yörenin insanlarını düşünürek yeniden tarlaya baktığım sırada görüyorum onları. Az önce farketmemiştim oysa yanlarından, hatta içlerinden geçip gittiğim halde. Gelincikler tüm görkemleriyle birlikte ama hepsi ayrı karakterde bir toplum gibi görünüyor gözüme. Hepsi bir arada ama kimse birbirine engel değil. Her bir gelincik kendine gereken güneş ışınlarını alıyor, her bir gelincik topraktan, ölesiye bağlı olduğu topraktan gereken besinini alabiliyor. Küsmüyor, kızmıyorlar da birbirlerine. Gülümsüyorlar kuşlara, gülümsüyorlar bahara. Ömürleri kısacık da olsa ve koparılıp ölüverseler de küçücük bir çocuğun ellerinde gülümsüyorlar yine de. Ne kadar da bu yöre insanına benziyorlar. Ve ne kadar da uyuyor Edip Cansever'in gelincikleri buraya.
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.
saat on ikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.
yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir dogramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman...
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukca binlerce kayık
konuştukca binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız
birbirimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveylerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar çiğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.
gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.