Göç

Kaf Dağı’nın ardındaki ülkesinden sürgün edilen, binlerce Kafkasyalıdan biriydi Süleyman Bey...                                

1800'lerin ikinci yarısına gelinmiş, Rus İmparatorluğuna karşı cesurca savaşan Kuzey Kafkas halkı canını dişine katarak bir özgürlük mücadelesi vermişti. Güçlü Rus ordusuna karşı direnişlerinde sonunda yorgun düşmüşlerdi. Ama Çarlık Rusya’sı, gözünü kırpmadan ölüme giden Kafkaslardan tamamen kurtulmak istiyordu. Savaşçı bir ırktan gelen Kafkasları, köleleştiremeyeceğini çok iyi bilen Ruslar, vakit kaybetmeden soykırıma başlamışlardı. Kafkas halkları acımasızca çoluk, çocuk demeden katlediliyor, bütün bunlardan geriye kalabilenler ise köhne gemilerle Karadeniz’in sularına terk ediliyordu.

Süleyman Bey, bir Çerkez beyiydi. Atalarından gelen genetiğiyle uzun boylu, yapılı, hayata meydan okur gibi keskin bakışlı, dimdik, vakur bir Çerkez beyi. Ailesinden ve etrafındakilerden geri kalanları ardına alıp, ölüm yürüyüşüne çıkan Kafkas halkına katılmaya hazırlanıyordu.

Yolculuk; açlık, salgın hastalıklar, vahşi hayvanlar gibi büyük tuzaklarla doluydu. Ama gayet iyi biliyordu ki özgürlük uğruna hiç çekinmeden ölüme gidebilecek, savaşçı, gözü kara Kafkaslardı onlar...

Süleyman Bey ve diğerleri, bu mecburi göçe zorlandıklarında birçok şeyi arkasında bırakmışlardı. Vatanı bildiği toprağını, yuvasını, soykırımda kaybettiği bir mezar taşı bile olmayan akrabalarını.

Ve sonunda Şahan'dan da ayrılacaktı işte.

Şahan, Süleyman Bey’in atıydı… Kaf Dağı’nın ardında anlatılan masallardan gelmiş gibi şahlandığında beyaz yeleleri havalanan, sahibi gibi dik, keskin bakışlı bir Çerkez atıydı.

Süleyman Bey açlık, sefalet içinde kendilerini meçhule götürecek gemiye doğru giderken gözünden sakındığı Şahan'ını ardında bırakacaktı. Oldukça zorlu bir yolculuktu onların ki...

Yemeden, içmeden, konuşmadan, sükunet ve sabırla geçen bu yolda yine çok kayıplar vermişlerdi… Adeta bir insanlık dramı yaşanıyordu o yollarda. Onları Karadeniz'e ulaştıracak gemilere vardıklarında, Şahan'dan ayrılma vakti gelip çatmıştı. Şahan'la son kez göz göze gelmişti Süleyman Bey. Şahan, sahibinin ardından kendini Karadeniz'in karanlık sularına bırakmıştı.

Hiçbir şey yapamamıştı Süleyman Bey.

Ağlayamamıştı bile!

Tüm duyguları donmuştu.

Zaman da donmuştu Şahan'ın denizde yok olup giden bedeninin arkasında…

Nasıl bir sadakatti bu!

Acısını içine gömdü Süleyman Bey.

Sustu…

Ama yüreği hiç susmadı.Bütün yaslarını biriktirdi içinde…

Gemiye binebilenler dilini bile bilmedikleri toprakları kendilerine vatan yapmaya gidiyorlardı. Köksüz değildi onlar! Yüzlerce yıl şanlarıyla yaşadıkları bir vatanları vardı aslında. Kim bilir belki bir gün, belki bir gün geri dönebiliriz diye düşünüyordu her biri kendi sessizliklerinde. Gemi o kadar doluydu ki her taraf insan yığını gibiydi. İtiş kakış doldurulmuşlardı içeriye.

Göç yaşlarıydı onların gözünden akan, demir alan gemiyle birlikte veda ederken tüm geçmişlerine…

Osmanlı, gözü pek askerler istiyordu. Çerkezlerde vatan bilecekleri toprak.

Hem ne de olsa müslüman bir ülkeydi. Kaynaşırız elbet diye düşünüyorlardı. Oysa hiç kolay olmayacaktı bu uyum. Farklı kültürler, farklı diller. Göçün en büyük yarası olan, ötekileştirme bekliyordu onları varacakları yerde.

Nihayet gemi yolculukları son bulmuş, kısım kısım Osmanlının gösterdiği yerlere yerleşmeye başlamışlardı. Bu arada yolda salgın hastalıklara yakalanıp hayatını kaybedenlerde çok olmuştu.

Farklı yerlere dağıtılıyorlardı.

Süleyman Bey ve beraberindekileri de İzmit'e göndermişlerdi.

Onlar artık İzmit'i kendilerine vatan bilmeye gelmişlerdi.

Önce İzmit'in içinde farklı bir yer gösterilmiş olsa da dağlara alışık olan Süleyman Bey ve beraberindekiler, Kartepe'ye yerleşmeye karar vermişlerdi. O zamanlar da ki adı "Keltepe"olan belde, boylu boyunca uzanan dik dağlarıyla, ana vatanlarını hatırlatmıştı onlara.

Süleyman Bey zorlu bir adaptasyon süreci olabileceğinin farkındaydı. Netice de farklı bir kültürden gelmişlerdi onlar. Ama, daha önce de belirttiğim gibi o toprakları kendilerine vatan yapacaklardı. Kendilerine kapılarını açan bu ülkenin halkıyla da, kardeşçe yaşamaları gerekiyordu. Önce dillerini öğrenmeliydiler.

Farklı olan kültür ve töreleri bir arada harmanlanmalıydı. Halkın bir kısmı onlara kucak açarken, bir kısmı her geçen gün sayıları artan bu Kafkas göçmenlerini istemiyordu. Zira savaş vardı, yokluk vardı. İlk zamanlar oldukça güçlük çektiler. Ama yaşamak ve bir şekilde uyum sağlamak zorundaydılar. Günler günleri kovalarken, göçün bütün demografik zorluklarını da yaşıyorlardı. Dil bilmeyen çocuklar, okullara gönderildiğinde diğer çocuklar tarafından ötekileştiriliyor, adetleri, töreleri eleştiriliyordu.

Süleyman Bey, artık bir Osmanlı süvarisiydi. Beraberindeki pek çok erkek de yine Osmanlı ordusunda görev almışlardı. Bir yandan da, boş arazilerde onlara gösterilen toprakları ekip biçerek, tarımla uğraşıyorlardı. Önceleri kendilerine tepki gösteren yerli halkla birlikte, bir beldeye hayat vermek adına var güçleriyle çalışmaya başladılar.

Evet, olacaktı…

Uyum sağlanacaktı…

Ama bu süre zarfında değişeceklerdi.

Çerkez kültürü, adetleri, Osmanlıyla harmanlanacak, yeni doğan nesiller bu yeni kültürün çocukları olacaktı. Göç edilen ülkeye uyum bu demek değil miydi? Hangi göçmen değişmeden kalabilmişti ki kendine yurt edindiği yeni coğrafyada.

Dilleri, kültürleri, mutfakları, damak tatları bile değişmişti.

Nitekim yıllar birbirini kovalamış, Süleyman Bey ailesini kurup soyunu yürütmüştü. Bir bağımsızlık mücadelesi veren yeni topraklarında onlarda bu mücadeleye katılmış, omuz omuza verilen Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu.

Süleyman Bey ve ailesi gibi niceleri, farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda göç olgusuyla tanışmıştır ve tanışacaktır.

Tarihten günümüze gelecek olursak, bugün Suriyelinin, Iraklının, Afganın ve daha nicelerinin göçleri de aynı izleri taşımaktadır. Kişiler değişir, ülkeler değişir, tarihler değişir ama göçün içindeki zorluk ve yaşanan acılar değişmez. Kimi ekonomik sebeplerle işsizlikten köyünü bırakıp pamuk tarlalarına ırgat olarak gider, kimi savaşın izleriyle sürgün olarak gider. Kimi yokluktan, kimi zorunluluktan. Ama gidişler hep kendi hikayelerini ve acılarını barındırır içinde. Öteki olmanın getirdiği sıkıntı, belki de en çok çocukları yakalar. Bir toprakta yabancı olmak elbette acıtır yüreği. Ya da o toprağa bile varamadan telef olmuş bedenler, kıyıya vuran bir bebeğin cansız bedeni, göçün sessiz çığlığını şamar gibi indirir yüzümüze.

Dileğimiz odur ki dünya iyileşsin ve iyileştirsin tüm zorunlulukları. Göç çıkışsız bir mecburiyet olmasın. Kimse zorlanmasın. Horlanmasın. Gözlerden kan gibi göç yaşları akmasın. Süleyman Bey ve nicelerinin yaşadığı acıları yarının çocukları yaşamasın.

Yorum Yap