Kaybolan Bir İmparatorluğun Varisi ''Peru''

Bilim adamları ilk insanın Afrika’da ortaya çıkıp oradan tüm dünyaya yayıldığını yazıyorlar. Gerçi son zamanlarda batık “Mu Kıtası” yeryüzünde ilk insanın yaratıldığı yer olarak öne sürülüyorsa da bu teori kanıtlanana kadar eskisi geçerliliğini koruyacak gibi görünüyor. 

Mayalar, Aztekler ve İnkalar, Mısırlılar, Sümerler bugün bile izah edilemeyen gelişmişlik düzeyleriyle tüm dünyayı şaşırtmaya devam ediyorlar. Bu uygarlıkların hüküm sürdükleri dönemde hangi bilgi birikimi ve teknolojiyle bugün bile gerçekleştirilmesi imkânsız eserler ortaya çıkardıkları hala gizemini koruyor. İşte bugünkü durağımız bu sıra dışı uygarlıklardan İnkaların ülkesi Peru.

Kısa bir araştırma ile bu halk topluluğunun Amerika yerlileri Kızılderililerle akraba olduklarını öğreniyoruz. Sadece onlarla akraba olmakla kalmıyor, Orta Asya şaman inançlarını benimsemiş Türk topluluklarına da gelenek ve adetleriyle yakın olduklarını anlıyoruz. Örneğin her ne kadar bugün katolik inanca sahip olsalar da “gidenin arkasından su dökme” adeti devam ediyor Peru’da.

İnsanoğlunun “doğaya saygı” sınavını bir türlü hakkıyla veremediği günümüzde, Pasifik Okyanusu’nun Peru’ya yakın sularında yer alan Ballestas Adaları, kendini insanoğlunun acımasızlığından korumayı başarmış olan deniz canlılarının bir nevi sığınağı olmuş. Paracas kenti limanından hareket eden sürat tekneleri yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrası bu bölgeye ulaşıyorlar.

Ballestas Adalarında huzur bulmuş penguenler

Adalara ayak basılmıyor. Sadece denizden yaklaşan teknelerden çevre izlenebiliyor. Bunu kanıksamış hayvanlar da yaklaşan teknelere karşı son derece kayıtsızlar. Hepsi hallerinden memnun, ada sahillerinde keyiflerince güneşleniyor, özgürlüğün keyfini çıkarıyorlar. Adaların birine tek koşulla müdahale edilebiliyor. Tarım açısından son derece yararlı ve zengin olan kuş gübresi Ballestas Adalarında çok yoğun. Bu amaçla ada kıyısına yapılmış ve doğanın dokusuna uygun bir sistemle kuş gübreleri toplanıp ana karaya taşınıyor.

Kuş gübresi tahliye istasyonu

And Dağları, Güney Amerika ana karasının batı kıyılarını kuzey-güney istikametinde çevreleyen yüksek sıradağlar.. Bir anlamda Atlantik ve Pasifik Okyanuslarını birbirinden ayıran bir coğrafya da diyebiliriz. Zirvelere yaklaştıkça beyazlaşan, aşağıya inildikçe yeşeren görünümüyle izlenmeye değer bir zenginlik. Eteklerinde de ayrı kültürel zenginlikler barındıran bu devasa sıradağlar bölgeye farklı iklimsel özellikler de kazandırmakta. Örneğin And Dağları’nın Pasifik’e bakan bölümü yoğun rutubet içerdiğinden bu bölgede yoğunlaşan hava sıradağlara kar ve yağmur olarak düşüyor ve buzul haline dönüşüyor. Atlantik’e bakan bölümüyse kuru ve ılıman olduğundan zirvelerde buzul haline dönüşen karlar bu bölgede eriyerek göl ve akarsulara karışıyor. Doğanın bu döngüsü devamlı yineleniyor.  

Uçaktan And Dağları

Machu Picchu işte bu zengin kültürel kalıntılarından en önemlisi. İnka İmparatorluğu içindeki elit sınıf için inşa edildiği söylenen kent kalıntısı, İspanyol Pizarro’nun hışmından kendisini koruyabilmiş. İnkalarda yazı olmadığı için o dönemlerden bugüne kalan yazılı bir kayıt da yok. O nedenle tüm bilgiler varsayımlara dayanıyor.

İspanyol kıyımından sonra boşaltılan ve yaklaşık 450 sene yeri bilinmeyen kent 20 yy. başlarında tekrar bulunarak bugün turistik ziyaretlere açılmış. Cusco’dan kutsal Urubamba Vadisi boyunca yol alan bir trenle ulaşılabilen kentte konutlar, o dönemlerde bölgede çok sayıda yaşanan yer sarsıntılarına karşı önlem alınarak hafif yamuk şeklinde inşa edilmiş. Kusursuz taş kesiciliğinin hangi teknolojiyle ve arasından bir kâğıdın bile geçemeyecek kadar düzgün yapılabildiği de ayrı bir merak konusu.

Muhteşem bir İnka taş işçiliği örneği 

Yüksekte yer alması ve yiyeceğe ulaşım zorluğuna karşı da yamaçlarda oluşturulan teras alanlarda ürün yetiştiriciliği yapılmış. Hemen yanındaki Huayna Picchu Kayası için kentin bir anlamda güvenlik kulesi de denebilir. Buraya tırmanırken rastlanan irili ufaklı evlerin, kente yaklaşacak tehlikeleri daha uzaklardayken fark edip haber verme amaçlı olarak kullanıldığı anlaşılıyor.

Machu Picchu / Karşıda Huayna Picchu Kayası   

 

Huayna Pichu Kayası zirvesinden Machu Picchu

Urubamba Vadisi’nden ayrılmadan Maras Tuzlası’nı da görmek gerekiyor. Yer yüzünde sadece üç yerde üretilen pembe renkli tuzun kaynaklarından biri de burası. Yer altından çıkan mineralli suların havuzlarda dinlendirilmesi sonunda elde ediliyor pembe tuz. Birbirine ince kanallarla bağlanmış binlerce tuz havuzu bölgede yaşayan aileler tarafından işletilmekte. 

Maras Tuzlası

Altın, İnka’da hiç değerli bir maden olarak görülmemiş. Pagan inanç gereği gök tengri güneş ile aynı renge sahip olması ve insanların kendilerini ona yakın hissetmeleri arzusuyla vücutlara sarılan bir aksesuar olarak kullanılmış. Bölgeye gelen İspanyol istilacıların altına iştahla bakışları İnkaları çok şaşırtmış. “İsterseniz bir oda dolusu verebiliriz” diyecek kadar da elleri açıkmış. Ancak kapitalizmi çoktan keşfeden emperyalist batı için bugünkü sanayi devrimi alt yapısını oluşturan zenginlikler o andan itibaren gemilerle Avrupa’ya taşınmaya başlamış.

Eduardo Galleano’nun “Latin Amerika’nın kesik damarları” adlı kitabında da belirttiği gibi “zengin altın maden yatakları bugün Peru ve bölgedeki diğer ülkelerde boş kalmış ıssız toprak parçaları olarak kaderine terk edilmiş durumda”. Peru halkı ise çalınmış yer altın zenginliklerinden yoksun olarak yaşam savaşı vermekte.

Gök Tengri deyince; İnkalar pagan inançları gereği yaşamı, gökteki dünya ve tanrılar, yeryüzünde şimdiki yaşam ve yer altındaki ölüm sonrası yaşam olarak görmüşlerdi. Buna göre gökteki yaşamı And Dağları bölgesinde Kondor adıyla bilinen ünlü bir cins akbaba ile, yerdeki yaşamı Puma ile, yer altındaki yaşamı da yılan ile özdeşleştirmişlerdi. Bugün Peru’nun birçok kentinde, bölgesinde bu eski İnka döneminden kalma yaşam felsefesini yansıtan çok sayıda heykelle karşılaşıyoruz. Bu da gösteriyor ki her ne kadar Peru halkına 500 yıl önce Katolik inancı dayatılmış olsa da, arka planda o eski özgün inanç sisteminin tortuları hala canlılığını korumakta.   

Aguas Calientes bölgesinde yer alan bu heykel eski İnka inanç sistemindeki dünyaya bakışı yansıtan bir örnek

Peru’nun kültürel zenginliği, Orta Asya şaman ve Türk kültürü ile olağanüstü benzerliğiyle dikkati çeken el işleri ve dokumadan ibarettir. Alpaka’dan elde edilen yün boyanarak ipliğe dönüştürülür ve Perulu bayanların elinde rengarenk giysi, süs eşyası, duvar panosu haline gelir.

Yünü için beslenen Alpakalar    

 

       

Kırkılmış ve boyanmış yünün bir el sanatına dönüşme süreci

Mısır tarihten bu yana bölgenin en baskın tahıl ürünüdür. Bölgede mısırın rengarenk türü ve binlerce çeşidi üretilir. İnkalar bir ürünün en iyi hangi rakımda üretilebileceğini belirlemek için “Tarım Laboratuvarları” oluşturmuşlar. Bu amaçla And Dağları’nın alçak, orta ve zirveye yakın kısımlarında ekim alanları yapmışlar. Aynı ürünü bu üç alana da ekmişler. Hangi alanda üründen en fazla verim alınıyorsa o ürün artık o rakımda ekilip yetiştiriliyormuş. 

And Dağları'nda bir Tarım Laboratuvarı         

 

Renk renk, çeşit çeşit mısırlar

Titicaca Gölü, Dünya’nın en yüksek rakımlı gölü olarak bilinir. Aynı zamanda Perulular nezdinde kutsaldır da. İnkaların doğduğu yer olarak bilinir. Puno kentinden hareket eden tekneler, konukları göl ortasında üst üste yığılan sazlardan oluşturulmuş adacıklara götürür. Bu adalarda yine sazlardan inşa edilen küçük kulübelerde konaklanır ve yine sazlardan sık örülmüş teknelerle kutsal Titicaca Gölü’nde ağır ağır yol alınarak güneşin batışı izlenir.

Titicaca Gölü / Ön planda yığılmış sazlarla oluşturulmuş adacıklar

Peru coğrafyası yüksek rakımda yer aldığından havadaki oksijen miktarı alçakta yer alan ülkelere göre daha az. Bu da insanların daha çabuk yorulmalarına neden oluyor. O nedenle bölgeye yeni gelen ziyaretçilerin görece yavaş hareket etmeleri, yorulduklarında da dinlenmeleri öneriliyor. Titicaca Gölü’nde yer alan adacıklardan birine tekneden çıkarken bile insanın nefes nefese kalması fazla sürpriz değil. Ama Perulular buna alışkınlar. Sorulduğunda “bizim yüreğimiz geniş” diyorlar. Öyle ki “yüreğimiz geniş olduğundan iki kadını bile yüreğimizde taşıyabiliriz” diye şaka yapmaktan da geri kalmıyorlar.

Göl tabanına yığılmış sazlar üzerinde bir konaklama yeri

Peru’nun halen gizemini koruyan bir başka yönü ise Nazca Çölü’nde yer alan Nazca Çizgileri. Bunun için yakınlardaki bir havaalanından kiralanacak küçük bir uçakla bölge üzerinde bir tur atmak yetiyor. Kimler tarafından, nasıl ve ne amaçla çizildiği yönündeki tüm yaklaşımlar sadece bir tahminden ibaret. O dönemlerde çizgilerin ve şekillerin nasıl bu kadar kusursuz, dümdüz ve belirgin çizilebildiği hala bilinemezliğini korumakta. Ama küçük bir uçağa atlayıp o şekilleri havadan görüntüleyip nasıl ve niçinini bir süre düşünmek, o dönemleri empatilemeye çalışmak her şeye değer.

Nazca Çizgileri

 

4 ayaklı bir hayvan, sağda bir örümcek

ICA Çölü, Peru coğrafyasının kendine özgü bölgelerinden biri. Huacachina, bu çölün ortasında yer alan küçük bir göl etrafında kurulmuş bir köy. Bir vaha da diyebiliriz. İnce kumları üzerinde özel ve güvenli araçlarla yapılan sürüşler, kum tepeleri üzerindeki yürüyüşler, güneşin nefis batış manzarası ve köyün gece üzerine çöktüğünde ortaya çıkan mistik görüntüsü Huachacina’yı şahsına münhasır bir ziyaret yeri yapmaya yetiyor.  

İCA Çölü'nde güneş güzel batarmış

 

Gece Huachacina üzerine çöktüğünde

Gezimizde en sona bıraktığımız başkent Lima, Peru’nun geri kalanından çok farklı bir portre çiziyor. Kırsal, ne kadar Peru’nun özgün kültürünü yansıtıyorsa başkent Lima da o kadar uzak bir Peru profili koyuyor ortaya. Kırsal ne kadar yoksun ise başkent Lima o kadar zengin ve özgün kimliğinden uzak. 

Kentin meydanında yer alan büyük katedrali ziyaret ederken sağ taraftaki odanın diğerlerine göre farklı tasarlandığını fark etmiştim. Duvarlarda dini ikonlar yerine karaya çıkan askerlerin resmi vardı. Girişte sağ taraftaki duvardaysa yüksek bir platforma yerleştirilmiş bir tabut dikkatimi çekmiş, kime ait olduğunu sorduğumda “Pizzaro” yanıtını almış, ağzımdan refleks halinde “Bu kadar da olmaz” cümlesi çıkıvermişti.

Pizzaro’nun tabutu

Peru gezime başlamadan önce bu ülke ile ilgili küçük bir araştırma yapmış, karşılaşacaklarım hakkında biraz bilgi edinmiştim. Buna göre Peru’nun Orta Asya kökenli bir halkın binlerce yıl önce Alaska üzerinden bu kıtaya geçen bir grubunun torunları olduğunu, taşıdıkları kültür birikiminin en azından bizden çok farklı olamayacağını, onların kültüründe de bizimle ortak çizgiler bulunduğunu bekliyordum. 

Sonra birilerinin ortaya çıkıp “bundan sonra ona değil buna inanacaksın” diyerek farklı bir inanç sistemini dayattığını da biliyordum. Binlerce yılık bir süreçte toplumun geliştirdiği kökleşmiş bir inanç sisteminin dışarıdan ne kadar dayatılsa da eskiyi tamamen yok edemeyeceğini, mutlaka tortuların kalmış olabileceğini tahmin ediyordum. Ama dışarıdan gelip tüm değerlerini alt üst eden, yer altı zenginliklerine el koyan, inanç sistemini, dilini değiştiren, halkını katleden birinin kemiklerinin başkentte bir katedralde sergilenerek kutsanacağını hiç beklemiyordum. En azından Peru halkının bunu kendine reva görmemesini beklerdim.

Sonra bir an için kendime döndüm. Binlerce yıl önce şaman Türk topluluklarının Müslüman ordularıyla Aral Gölü yakınlarında karşılaştıklarında, kendilerine de kılıç zoruyla farklı bir inanç sisteminin dayatılmış olduğunu anımsadım. Belki benim atalarımın da Perulularla benzer akibeti yaşamış olabileceği aklıma geldi. Kim bilir, o olay olmasaydı belki bugün şaman bir ailenin çocuğu olarak yaşamıma devam etmiş olacaktım.

Ancak böyle düşünmüş olmam, Peru halkının kendine zulmeden birinin kemiklerini başkentinde sergilemesini haklı çıkarmaya yetmiyor. Yapabildiğim; yaşam standardını, çizgisini ve bilinç seviyesini üst seviyelere çıkardığında Peru halkının bu durumu daha sağlıklı değerlendireceğini umut ederek dönüş uçağıma yönelmekten ibaret oldu.

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap