Birçok insan yerli yabancı o kadar çok Labranda, Labranda deyip durdu ki, sonunda ben de gittim. Bodrum'a gelen ziyaretçiler buraya uğramadan gitmiyor. Gün olarak da salı gününü seçiyorlar. Bir taşla iki kuş vurmak için elbette.
Önce meşhur Milas pazarına uğruyorlar, her şeyin bol bol taze taze ve genellikle bizzat üreticiler tarafından ucuza satıldığı bu pazarda dolaşıyor, hakiki Türkiye insanını gözlemliyor, bir pide ya da döner ekmek yiyor. En çok dumanı tüten sade ekmeği seviyorlar. Hele çocuklar ellerinde kocaman ekmeklerle o kalabalığa karışıp her şeye merakla bakıyorlar...
Ardından Milas'a sadece 14 kilometre uzaklıktaki Kocayayla adı verilen yaylada kurulu Labranda antik kentine doğru yola çıkıyorlar. Yüzen evlerinden 700 metre yüksekteki asırlık çam ve çınar ağaçları arasında kurulu eşsiz bir manzaraya sahip bu yerde birkaç saat geçirmekten büyük keyif aldıkları kesin.
Çünkü mesafe kısa ama yol o kadar kıvrımlı ve değişik ki insan yol boyunca başka başka ülkelere gidip geliyor sanki. Bu yolun son sekiz kilometrelik kısmı mozaiklerle süslenmiş. O zamanlar bu kutsal yolun yaya katedildiğini düşünürsek, önüne baka baka gitmenin hiç de mutsuz edici bir davranış olmayacağı ortada..
Adını Zeus'un sembolü, Amazonların ise savaş aracı olan çift yönlü balta Labrys'den alan bu antik kent, içenlerin bir daha içmek isteyeceği kaynak suyuyla ve kaplanların yaşadığı bir yer olarak biliniyor.
Labranda'da tapınaklar, rahip evleri, surlar ve mezarlar gezilip görülmesi gereken yerler...
Sonunda ben de hakkında bunca şey duyduğum bu muhteşem antik kenti görebildim. Gerçekten de enteresan bir yer. Yağmurlu bir pazar gününü orada geçirdik. Tertemiz hava ve kıvrıla kıvrıla giden yol boyunca kah uçurumlar kah dağlarla değişen manzara insana başka bir ülkeye gelinmiş hissi veriyor. Sonunda tepede kurulu kente ulaşıyoruz. Yağmur sonrasının o harika kokusu tüm kalıntılara sinmiş, buram buram dağılıyor hafif esen rüzgarla...
Hayatı, ölümü, geçmişi geleceği, henüz toprağın altında saklı geçmişimizi, tarihi iliklerimize kadar hissediyoruz. Uzun yıllardır burada bekçilik yapan İbrahim Bey bize yol boyunca eşlik ediyor. Elinden geldiğince de yardımcı olmaya çalışıyor. Ancak burada söze, hele çok söze hiç gerek yok.
Yapılardan kalanlar öylesine canlı ve açık bir şekilde korunmuşki her şey ortada duruyor...
Kentin içinde basamaklar her yöne ulaşıyor. Ancak onları gördükçe hep yukarıdan manzara nasıldır, buradan bakan insanlar ne görüyorlardı acaba diye düşüne düşüne en tepeye kadar çıkıyor insan. Burada tüm heybetiyle "gözetleme taşı" karşılıyor sizi. Sonunda eğer vazgeçmeden tırmanmayı sürdürürseniz zirveden görünen manzara enfes... Buranın hemen yanı başında kral, iki eşi ve iki çocuğuna ait olan mezar odası Karya döneminden kalma. Helenistik dönemin bir örneği olan mezar odasının kapağı altı tonluk granit blok taştan yapılmış.
Taşlar ise birbirine kurşunla bağlı... Güney ve güneydoğuda bulunan iki giriş kapısı halen ayakta. Zeus Tapınağı, stoa, tapınağın güneyindeki büyük teras duvarı, kült yemeklerinin yendiği andron, saray olduğu sanılan büyük yapılar, teras evleri kalıntıları açıkça görülüyor. Kazılarda ortaya çıkarılan Andron pencereli bir yapı Helen döneminde pencere kullanıldığını ortaya koyuyor.
Kentte Roma Çağı kalıntıları da görülüyor. Kutsal alanın 200 metre batısında arkası istinat duvarıyla sağlamlaştırılmış stadyum var. Kutsal alanda her yıl yapılan ve beş gün süren şölenler sırasında stadyumun yarışlara sahne olduğu sanılıyor. Yarışların başlama ve bitiş taşları bugün de yerli yerinde.
O zirvede epeyce durup etrafa bakındıktan sonra inmeye başladığımız sırada kalıntılar arasında dolaşan tavuklar dikkatimizi çekiyor. Sonra genç bir köylüyle selamlaşıyoruz. Buranın kazıları korumakla görevli bekçisiymiş...
Samimi güzel insanlardı... Bize çay ikram ettiler. O tepede hiç ummadığmız bir anda içtiğimiz o çay enfesti. Eşi ve küçük çocuğuyla yaşıyor baraka gibi bir evde.. Yüzleri pembe pembe hepsinin. Tertemiz dağ havası onların içini mutlulukla dolduruyor olmalı. Gerçekten de öyleler, aşağıdaki insanların yakınmaları, şikayetleri yok. Bu hayatı seviyoruz diyorlar. Ama yarın öbür gün çocuğumuz büyüyünce burada kalamayacağız. Bakalım ne olacak...
Tek sorunları az insan görmek. Yazın sorun olmuyor bir sürü yabancı yerli turist geliyor ama kışın öyle değil ne yazık ki. Burada o zaman biraz yalnızlık çekiyoruz, yollarımız biraz daha iyi olsa daha rahat edeceğiz. Gerçi şimdi eskisinden çok daha iyi ama motorla gitmek zor oluyor diyorlar...
Ağzımızda çayın o kekremsi tadı, kafamız geçmişin resimleriyle dolu ayrılıyoruz oradan. Yavaş yavaş deniz seviyesine doğru iniyoruz...
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.