Marmara'nın yeşil gözleri, kahverengi saçları ve mermer beyazlığında bir teni var. Yabani Marmara, bizi kandıramadı... Marmara Denizi’ndeki gezimizin daha uzun olmasını mı bekliyorduk yoksa? Deniz koyu yeşil, sadece burada gördüğümüz bir renk, ama tek tük görülen sular saydamlığını kaybetti. Artık onun sularında yüzme isteği duymuyoruz. Meltem güçlendikçe, hava da soğuduğu için denizden çıktıktan sonra ıslak ıslak güvertede güneşlenmek de cazip gelmiyor bize.
Yaz rüzgarı melteminin en güzel yanı rüzgarın nereden estiğini biliyor olmak. Hazirandan Eylül’e kadar kuzeydoğudan bıkmadan usanmadan esiyor. Çok kuvvetli esmediği bir zamandan bir, iki etap daha güneye inebilmek için yararlanıyoruz. Ardından güvenli bir limanda demirleyip gelecek öfkesinin dinmesini bekliyoruz.
Eylül ortalarından önce, yazın aşırı sıcaklarından biraz olsun kaçmak ve güneye, Türkiye'nin turistik bölgesi olan Çeşme'ye inmek için daha zamanımız var.
Heybeliada, Prens adalarından biri… Bu küçük grup adalar, güneyde yerleşmiş, İstanbul'a feribotla neredeyse bir saat uzakta ve İstanbulluların haftasonlarında çok rağbet ettikleri bir yer. Çam Limanı, iyi korunmuş büyük bir liman, bizi çam ağaçlarının sükuneti içinde dinlenmeye davet ediyor.
Tüm kasabayı yürüyerek yarım saatte dolaşıp bitiriyoruz. Çamların gölgesinde, reçine kokuları ve kızgın güneşin altında kuruyan yapraklarla dolu yolda küçük bir gezinti yapıyoruz. Burada motorlu araçların gölgesi de gürültüsü de yok, çünkü otomobil kullanımı yasak. Küçük atlarla çekilen arabalarla ulaşım sağlanıyor. Karbondioksit kokusu yerini bu eski zamanlardan kalma tanıdık dışkı kokusuna bırakıyor. Gürültülü mekanik araçlar tarafından ezilme korkusu olmadan sokakların ortasında yürüyebilmek ne büyük bir mutluluk!
Büyük şehirlerin gürültü ve karışıklıklarından arınmamız iki günümüzü alıyor. Güzel havalar nedeniyle de yavaş yavaş Marmara Denizi’nden inişimize başlıyoruz. İlk molamız için seçtiğim liman; vinçler, silolar ve bacalarından zehir saçan binalar, siyah bulutlarla kaplı, kargoların anormal silüetleriyle dolu. Limana kadar ilerleyemedim. Yeke tam sancak tayfa!... Başka yerler göreceğiz.
Küçük Tuzla kenti çok sempatik, plajın önünde demirliyoruz; bu akşam, Matelot'un yıldönümünü ve de bizim 5000 milimizi (9260km) kutlamak için kendimize güzel bir yemek ziyafeti çekiyoruz. Ertesi günden itibaren demir alıyor ve bir sonraki çok iyi korunan liman olan Esenköy limanına doğru yola koyuluyoruz. Burada meltemin kızgınlıklarından birini geçirmek esastı bizim için. Bu nedenle liman görevlisinin bize gösterdiği yere bağlanmak istemedik. Orada rüzgarı yandan alacaktık ki bu teknedeki en kötü konumlardan biri; kıç demir üstünde kötü bir pozisyon. Tamamı boş olan rıhtımda neden istediğimiz yere bağlanamadığımızı anlamıyoruz ve meltemden korunan limanın önünde bir yere demirlemeyi tercih ediyoruz.
Durmaksızın esen bu rüzgar insanı sersemletiyor. Neyse ki güvenli bir yerdeyiz ve tekne için endişelenmiyoruz. Birkaç saat, birkaç gün boyunca çarmıh tellerinde esen boranın vınlamaları bizi bıktırıyor.
Teknede kalıyoruz. Ne mutlu ki rüzgarla birlikte ısı da aniden düşüyor. Küçük şişme botumuzla karaya gitmeye hiç yeltenmiyoruz. Çünkü bunu yaptığımızda dalgalar yüzünden karaya ulaştığımızda sırılsıklam ve tuzlu oluyoruz. Bir sakinleşme, dinme beklentisiyle hava durumu kartlarımızı yeniden inceliyoruz.
Dokuz gün boyunca havada en ufak bir değişiklik olmadı ama rüzgar birazcık diner dinmez demir alıp, bizi Marmara'dan ayıran 60 millik yolu katettik. Tüm yelkenlerimizi açtığımız sırada hafif ve tatlı bir rüzgar bize eşlik ediyordu: Önde büyük cenoa, tam arkasında trinket, ana yelken, mizana yelkeni ve ikisi arasında mavi beyaz büyük bantlı hafif bir kumaştan yapılma ıstralya yelkeni. 120 m²’lik yelken alanıyla saatte rahat 4 knot (7,5kmh) yapıyoruz.
Hylas şişmiş yelkenleriyle gururluydu ama kıskanç rüzgar bizi öylece bırakıp gitti. Yalnızca mizana ve ana yelkeni bırakıp diğerlerini topladık.
Yelkenleri toplamakta epey zorlanıyoruz. Sylvie ufuğu incelemek için dürbünü alıyor. İyiki de alıyor! Büyük koyu mavi bir dalga, ucunda bembeyaz köpüklerle hızla bize doğru ilerliyor. Hemen mizana yelkenini indiriyor ve ana yelkene bir camadan vuruyorum. 7 kuvvetinde esen rüzgar bizi tedirgin ediyor, ana yelkene bir camadan daha vuruyorum. Asmalıköy limanına doğru iyi bir hızla ilerliyoruz. Benim küçük cesur tayfamın uyanıklığı olmasaydı, rüzgarın çok güçlü bir şekilde geri gelmesiyle direklerimizi suda bulma ihtimalİ çok yüksek olacaktı. Marmara, sen ne kadar kaprislisin!
Turist Tarifesine Dikkat
Asmalıköy, bizde geçen yüz yılın sonundaki köylerden biri gibi… Var olan tek yol asfalt değil, evler eski ve sıvası dökülmüş. Köyün erkeklerinin çoğu, kahve dedikleri merkezdeki büyük bir kafede (ki burada bir tek kadın bile yok), önlerinde bir bardak çay, zamanlarının çoğunu müslüman dünyasını yeniden yapılandırma düşüncesiyle geçiriyorlar. Yapacak bir iş yok. Köyde yine de elektrik ve her evde de modernizmin en büyük yanlış icadı olan televizyon var.
Şansımıza su tekneye yakın, elimizde bidonlarla teknenin tanklarını dolduruyor ve tüm kirli çamaşırlarımızı yıkıyoruz. Türkler, bizde bıraktıkları izlenimler ne olursa olsun her zaman dürüst değiller, birçok defa bazı tüccarlar bize turist tarifesi uygulamaya çalıştılar (ve bazen de başardılar!)
Asmalıköy limanında, orman korucularına benzeyen, kasketli bir liman görevlisi geldi ve bizden liman ücretini ödememizi istedi. Ve 350.000 lira gibi Türkiye için çok yüksek bir para istedi. Ücreti 200.000 liraya (36F) indirmeyi başardık ve bir bağış makbuzu aldık.
Sonradan bir Türk'ten, bizim adımıza isteğe bağlı bir bağışın sözkonusu olduğunu öğrendik. En eğlenceli olan şeyse, bu fiyata bir gün de kalabilirmişiz bir ay da...
Çok sıcak olmayan günleri, Marmara ve çevredeki küçük adalarda demirleyerek, oraları tanıyarak geçirdik. Marmara'nın küçük sahil kenti Paşalimanı, çok eski zamanlardan beri Marmara'nın meşhur mermerinin çıkarıldığı bir yer. Heykeltraşın çalışması sırasında mermer bloğunda kesinlikle kusur oluşturan bir defoyu gördüğü için yarım bıraktığı sütun başlıkları, kolonlar, heykel taslaklarıyla iddiasız, küçük, açık hava müzesiyle Saraylar.
Daha önce de bir mola verdiğimiz Kemer'de korunaklı küçük demirleme yerinde yeniden durduk.
İyi fransızca konuşan, teknemizi ziyaret sözü veren genç bir Türk, bize bir kova dolusu midye topladı. Ziyaretin ardından Gelibolu'ya, çıkış noktamıza geri döndük.
Burada kısa bir mola verip alışveriş yaptıktan sonra havanın güzelliğinin de etkisiyle bu kez bambaşka duygularla Çanakkale Boğazı’nı geçiyoruz.
Ne farklılık! Rüzgarı arkadan alıyoruz, güzel esiyor.Uygun koşullarda Boğaz’ı, adanın da aynı isimde olduğu Bozcaada limanına kadar ortalama altı notla geçtik.
Ada askeri bölge olduğu için patikalarda bacaklarımızın uyuşukluğunu gideremedik, ama küçük liman çok güzel ve akşam güçlü bir aydınlatmayla çok iyi durumdaki harika bir şatoya bakıyor.
Cömert Türkler
Gelecek etapta Akdeniz'in kaprislerini göreceğiz. İlk iki saati motorla, rüzgarsız, ardından küçük adımlarla hızlı ilerliyoruz. Önce rüzgar arkadan geliyor, sonra yandan, sonra yakınlaşıyor ve en sonunda burundan! Oldukça serinkanlıydık, bizim yelkenlerimizin boşaldığı sırada bir başka yelkenli balonunu açmış hızla çıkıyordu ki aniden, o da rüzgarsız kaldı ve tüm yelkenleri boşaldı.
Yelkenleri topluyoruz, sağanaklardan dolayı yolda cenovayı da topluyoruz. Rüzgar biraz güçleniyor, her yanımızdan esmeye başlıyor. Rüzgar artıyor, dönüyor ve Porselen’in sakin demirleme yerine ulaştığımız sırada da arkadan esiyor.
Porselen, Marmara Denizi’nin kirli suyuyla yer değiştiren tertemiz suyuyla, bir balıkçı ve bir çoban kulübesiyle büyük, güvenli bir koy. Olduğumuz köşedeyse sadece tek bir Fransız teknesi var.
Balıkçı, İtalya ve İspanya'ya kadar ihraç edilen istridye ve midye yetiştiriyor. Bir halata tutunarak kahvaltı için birkaç midye satın almaya gidiyoruz. Ve orada yarı Türkçe, yarı İtalyanca ve yarı Fransızca (böyle karışık olması hiç de üzücü değil!) balıkçı ve çobanla konuşmaya başlıyoruz. Beş kilo midye ve büyük bir torba istridyeyle dönüyoruz tekneye, hem de hiç para almıyorlar (biz de onlara iyi bir şişe bordo şarabı hediye ediyoruz.)
İçlerinde hırsızlar olsa da genellikle candan ve hoşlar. Midyeler, bifteğin yerini tutuyor, buzdolabı olmadığından et çabucak bozuluyor ama midyeler öyle değil, midyeleri günlerce bozulmadan saklamak için, yapmanız gereken tek şey, bir torbayla, teknenin arkasından suya sarkıtmak.
Harika bir güneş kürü yapıyoruz, su pırıl pırıl ve sakin (ve midyeler de var), yelkeni döşemeye seriyor ve Marmara günlerinden sonra kesinlikle ciddi bir temizlemeye ihtiyacı olduğu için buna zaman ayırıyorum.
İthal Ürünler Bulunmuyor
Türkiye kıyıları çok girintili çıkıntılı, küçük koylar büyük limanlar tarafından korunuyor ve güvenli demirleme olanakları sunuyor.
Ayvalık Körfezi, birçok küçük adacıkları ve geniş durgun su kütlesiyle tıpkı "göl" gibi. Orada üç yerde demir atıyoruz. Alibey, Çamlık köyü ve Pergamon antik kentine otobüsle gittiğimiz için tekneyi bıraktığımız Ayvalık Limanı’nda. Bu antik kentin meşhurluğuna rağmen biraz hayal kırıklığına uğruyoruz. Büyük bir tepenin zirvesinde, muhteşem eski bir yerleşim yeri, etrafını bitkilerin sardığı taşlarıyla ne yazık ki hiç de bakımlı değildi.
Yunanistan'a ait Batı Sporades ve Dodecanese adaları Türkiye kıyılarına çok yakın adalar, neredeyse birkaç kilometre mesafede. Böyle olunca da bir ülkeden ötekine geçmek hiç de zor olmuyor. Lesbos Adası’nın yukarısındaki Midilli, çok korunaklı bir liman ve oradan mektuplarımızı gönderiyor ve ihtiyacımız olan bazı materyalleri alıyoruz. Gümrükte ya da ortak pazar ülkelerine giriş vergilerinde hiçbir problem olmuyor ve bize bu acayip bir şekilde pratik geliyor. Mektuplarımızı beklerken alışverişlerimizi de yapıyoruz.
Türkiye'de güzel meyve, sebzeleri ucuza buluyoruz ama ithal ürünleri bulmak zor.
Yunanistan'da çok fazla seçeneğimiz var, orada Müslüman bölgelerde olmayan her şey var: içki ve şaraplar, şarküteri. Hal böyle olunca da stoklarımızı yeniden dolduruyoruz. Liman çok hareketli, çok turist var ve gece hayatı günün ilk saatlerine kadar sürüyor.
Karaya yakın bir yere demirlemiştik, bu nedenle iyi uyuyamadık. Liman pis, atıklar, direkt olarak teknenin hemen yanındaki suya atılıyor, son mektubumuzu da alır almaz hemen yeniden Türk topraklarına, Bademli Limanı’na doğru yola çıkıyoruz.
İki adanın arkasında saklanmış, sakin küçük bir kumsal tam da ihtiyaç duyduğumuz şey. Su tertemiz, bilinen bir yer olmalı, zira her ülkeden yarım düzine kadar tekneyi görüyoruz. Bunlardan biri daha önce de Gelibolu'da karşılaştığımız Fransız teknesi. Bu durumdan kitap değiş tokuşu yapmak için yararlanıyoruz, yoksa okuyacak hiçbir şeyimiz olmayacaktı.
Temiz su bizi duşa çağırıyor. Karaya yaklaşırken, iki su dalgası var, soğuk ya da sıcak...Bazı yerlerde kum o kadar sıcak ki ayağımızı bile basamıyoruz. Şuradan buradan akıp gelen minik sıcak su kaynakları, daha büyük bir kaynağın üzerinde doğal bir hamam oluşturuyor. Volkanik olayları görmek için dünyanın öbür ucuna gitmeye gerek yok.
Benzer Yazılar
Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.