Günlerdir bir ölüm sessizliği hüküm sürüyor ruhumda. Yaşadığıma dair tek işaret; sürekli bana bir şeyler anlatmaya çalışan, benden sevgi isteyen ergen delikanlım. Onu da hi hi diye geçistirdiğimin farkındayım. Ama hayatın dışına kaydım. Zaten pek de içinde değildim ama şu günlerde tam da son halkasında gibiyim.
Naklen bir deprem felaketi ve insanın insana yapabileceği en büyük acımasızlığı izledim. İçimde tüm ırmaklar kurudu, suya dair tüm hayallerim planlarım yok oldu. Geleceği düşünmek, yarını hayal etmek utandırıyor ama yine de ya yarın olduğunda ölmezsem diye de gizli gizli düşünüyorken buluyorum kendimi. Bu yalnızlığı, kendim seçtim, bile isteye. İnsanın günlük yaşantısına dair konuşmalar bana pek ilginç gelmediğinden. Çocukluğumdan bu yana düğünlerin, eğlencelerin bana iğreti gelmesinden belki hep yalnız kalacağım yolları seçtim. Dağ başlarında bir çadırda eski zaman insanı gibi ya da bir denizin ortasında tek başına rüzgarı dalgaları dinleyerek geçirdiğim zamanlar... Bir başkasına ihtiyaç duyduğum zamanlar oldu elbette. Ama insan ne yaşıyorsa bunu sadece kendi yaşıyor. Aynı gemide bile olsanız, en sevdiğinizle yanyana aynı manzaraya bakıyor bile olsanız yaşanılan, düşünülen yine de farklı. Son günlerde işte en çok bunu deneyimledim. Acı, öfke, hüzün, yarım bırakılan hayaller, günahsız hayatlar, bir anda on binlerce insanın hayatını bitiren sarsıntı. Aslında okulda öğrendik, sarsıntı gayet olması gereken bir doğa olayı tıpkı yağmur tıpkı aşırı sıcaklıklar gibi… Neden bizler yani insan hep birbirimizin kuyusunu kazarız? Geçen yıl da sel felaketi yaşamış onlarca insanın sele kapılışını izlemiştik. Ağladık üç - beş gün sonra kalan derdiyle kaldı, sahi ne oldu selzedeler ben de merak ettim şimdi! Ama daha çok merak ettiğim sel bölgelerinde yine evler yaşam alanları kuruldu mu?
1999’da korkunç bir deprem yaşamış bir ülke şimdi daha büyük bir acıyla, daha büyük bir yıkımla karşı karşıya. Peki İstanbul depreminden sonra ne oldu, hangi önlemleri aldık? Mesela İstanbul'da hiç acil durum toplanma alanı var mı ya da o onlarca katlı muhteşem rezidansların bir deprem çözümü?
Yıllar önce Tayland’a bir gezi yapma şansı bulmuştum. Tüm ülkeyi baştan sona dolaşıp görmek nasip oldu. Dikkatimi çeken şey tapınaklar olmuştu. Hepsi altın renkli heykeller, o muhteşem işçilikler… Altından bir kent havası vardı. Oysa orada yaşayanların günlük geliri bir dolar gibi bir rakamdı o zaman. Ara sokakların birinde tanıştığımız bir bilge ‘’Bizler ne kadar yoksulsak o kadar gösterişli olmak isteriz.’’ demişti. Çocukluğumdan hatırlıyorum, cebimizde ne kadar az para varsa aksine o kadar paralı görünmeye çabalardık. Pahalı kıyafetler sanki daha kaliteliymiş, sanki bizi de daha kaliteli yaparmış gibi hissederdik sanırım. İşte, yıllar geçti buralara geldik. Şimdi acılarımıza bile beynimizde bir yer vermek yerine sosyal medyada depoluyor hale geldik. Aklımızda hiçbir şey kaydolmuyor. Sanki her yeni güne sıfır hatıra, sıfır geçmişle yeniden başlıyor gibiyiz. Bu da haliyle bizi her halden oluştan sıfır tecrübe ile çıkarıyor. Ateşe değdiğinde elimiz yanıyor, paylaşıyoruz ve unutup yeniden ateşe dokunmaya çalışıyor ve yine yanıyoruz ve bu hiç bitmiyor. Aklımıza nedense elimizi ateşe uzatmadan önce gereken tedbirleri almak gelmiyor. Çünkü dün ya da evvelki gün yandığımızı hatırlamıyoruz. Oysa geçmiş öyle büyük tecrübe ve acı ve güzelliklerle dolu ki… Düşüncelerimin hiç sonu yok, uçsuz bucaksız bir okyanusta yelkenleri yırtılmış tekne gibi… Artık rüzgarın hükmü yok. Dalgalar nereye götürürse oraya...