Roma AŞ; Roma İmparatorluğu Çok Uluslu Bir Şirkete Benziyordu!
Bugün Roma AŞ: İlk Çokuluslu Şirketin Yükselişi ve Çöküşü (*), isimli kitaptan esinlendim. Kitap ünlü ekonomi dergisi Fortune’un yazarlarından Gil Schwartz tarafından yazılmış ama nedense Stanley Bing müstear ismiyle yayınlamış. Kitap, Roma tarihini çok uluslu bir şirkete benzeterek, biraz da mizahi bir üslupla anlatıyor.
Kurumlar iyi bir fikirle doğar, belli ürün ve hizmet ihtiyacını karşılayarak gelişir, evrilir, her zaman daha fazla sunarak genişler, başarılı olmak ve yöneticilerini mutlu etmek güdüsüyle hareket ederler. Başından beri Roma’nın tek basit bir emeli vardı: Roma tarafından fethedilen, egemenlik altına alınan yani şirkete dahil edilen herkesi Romalı yapmak. Artık “Onlar” değildiniz, “Biz” olmuştunuz. Roma tüm dünyaya vatandaşlık satıyordu. Büyük kısmı yoksullukla savaşan ve kendi çabalarıyla beslenen, bu tehlike dolu dünyada yaşamaya çalışırken ölen insanlar için bu ne kadar da güzel bir üründü!
Homeros’un da anlattığı gibi, Troya şehri düştükten sonra Aeneas ve ekibinin kurduğu Alba Longa şehrinde başlamıştı her şey. Roma mö753te Remus ile Romulus adlı ikiz kardeşler tarafından kuruldu. Yetim ve mazlum ikizler merkezi bir yönetim düşüncesini ortaya atarlar. Kardeşlerden Romulus sorumluluğu alır ve güvenliği sağlar. Romulus’un hayali büyüktür, Roma’nın geleceğinin selameti için gözünü karartır ve kardeşini öldürür. Aslında bir zalim amca da vardı. Yetimleri de bir kurt emzirmişti. Ne kadar çok benzerlik var değil mi, Dede Korkut Hikayeleri veya Aslan Kral filmiyle…
Sanayi Devriminden günümüze Dijital Devrime, Edison, Ford, Jobs gibi girişimcilerin kurdukları şirketlerin uzun vadeli markaları meydana getirmesi gibi Romulus, Romalıların negiyeceğine, ne yiyeceğine, ne zaman uyuyacağına, ne kadar gururlu, üzgün ya da kızgın olacaklarına, nasıl konuşacağına yani yaşamda neler yapacağına kadar her detaya karar veriyordu. Yazara göre Romulus, kendi içinde var etme ve yok etmenin ikili gücünü dengeliyor, bunu oldukça iyi yapıyordu.
Yazara göre Romulus gerçek bir yönetici kişilik örneği gösteriyordu:
Zeki, stratejik, dinamik, fakat nevrotik, kontrolsüz öfkeli, aşırı istekli, cüretkâr, kararlı, yaratıcı, kuralcı ama ahlaksız ve kendiyle ilgili yok denecek kadar az mizah anlayışına sahip, tahammülsüz biriydi.
İlginizi çektiyse haydi, Roma tarihinin sayfalarını karıştıralım.
Ama dikkat Roma İmparatorluğu ve Şirketi kelimelerini birbirinin yerine kullanacağım!
Şirkette ilk büyük M&A Sabinler (**) ile olur. Sabin kadınlarının kaçırılışı ve tecavüzü sonrasında Romalılarla evlendirilmelerini yazarımız ilk şirket birleşmesi olarak görüyor: Sabinlerden Titus Tatius, Roma’yı Romulus ile birlikte yönetmeye başlar. Ama akabinde Sabin kralı hayatını kaybederken Romulus yeniden tek başına krallığı yönetmeye devam eder. Sanki bugünün şirket birleşmelerine ve birleşmeden sonra güçlü olanın şirketin yönetimini ele geçirişine benziyor. Romulus’tan sonra Roma’da kültürel üstünlük yani rekabetçi üstünlük kurmak ve Şirketin ülküsünü devam ettirmek konusunda başarılı liderler yani CEOlar, gelse de, tüm yetkileri kendinde toplayarak başkanlık makamını dolduran karizmatik bir önder çıkmamıştı. Nihayetinde yeni kuşaklar şirketin bünyesine liderlik edememişlerdi ve Roma’da kitaba göre “Cumhuriyet” doğmuş oldu.
Artık Roma’da senato vardı; sanki bağımsız yönetim kuruluna sahip halka açık kurumsal bir şirket gibi. Senato, 100 Patrici’den oluşuyordu. Senatus, kelimesi Latince kökü itibariyle “moruklar” anlamına geliyordu, kitapta “senato” moruklar meclisi olarak çevrilmiş bizdeki ihtiyar, yani seçilmişler heyeti veya Aksakallar gibi.
Kitapta “patrici” ve “plebler” arasındaki farklar ve pleblerin hak elde etmek amacıyla verdiği mücadele şöyle aktarılıyor: Plebler, toplumda fark yaratmış bir ailede dünyaya gelmemiş insanlardı. Yani Aristokrat doğmadıysanız Pleb idiniz. Zenginliğiniz bir fark yaratmazdı.
Plebler isyan ederek, Roma yakınındaki bir tepeye çekilmişler yani bilinen tarihte ilk kez “grev” yapılmıştı. Gallilerin ile savaş sonrasında Roma, Latin kentleriyle ittifak yapıyor. Yani Roma’yı holding ve Latin kentleri iştirakler gibi düşünün. Artık o günden sonra Roma elinde devasa bir ordu bulundurdu ve ihtiyatlıydı; asla kendini savunmak zorunda kalmayacaktı, hep saldıran taraf olacaktı. Tıpkı akabinde kurulan “Osmanlı Aile Şirketi” gibi!
Yazar daha sonra Roma’nın, cumhuriyet yönetimiyle gücünü artırarak çevresindeki toprakları fethedip orada yaşayan insanlara yani bir nevi zımnilere, Roma vatandaşlığı yani eman vererek, fethettiği yerlerdeki insanların Romalı ya da Roma vatandaşı olmasını sağladığını anlatıyor. Emeviler de, kendi zamanlarının Çin hariç bilinen bütün dünyadaki hakimiyetlerini benzer şeri kurallarla sağlamışlardı.
Pek çok yorucu savaştan sonra Roma Şirketi İtalya, Yunanistan, İspanya, Makedonya, Galya ülkelerini fethederek bir imparatorluk yani çok uluslu bir şirket oluyordu. Şirketin yegane ürünü “Roma vatandaşlığı” idi. Bunu edinen insanlar üstün, müreffeh oluyorlardı. Savaşa ve barışa Roma yani kurumsal yapı karar veriyordu. Ama zaten savaş, şirketin esas faaliyet alanıydı. Buna rağmen günümüz Anadolu coğrafyasında asırlarca, mesela 600 yıl barış içinde yaşamış Afrodisias gibi birçok kent vardı.
Roma şirketi artık büyük satın almalar peşindeydi. Yazar, Roma’nın özellikle Yunanistan, Kartaca, Makedonya gibi köklü ve büyük devletleri nasıl ve hangi azimle fethettiğini aktarıyor. Agresif satın almalarla hızlı büyüme stratejisinin devamı için daha yetenekli yöneticilere ihtiyaç vardı. Onlar askeri hünerleri, ticari sezgileri ve politik zekâları gelişmiş, entelektüel insanlardı. Hatta bazıları şiir bile yazıyordu.
Roma Cumhuriyet Dönemi’nde yani kurumsal şirket, büyüme ve genişleme stratejisinden vazgeçemiyordu; dur durak yoktu. Osmanlı da kaybedeceği aşikar olan hatta sonunu getiren savaşlara aynı azimle girişmişti. Kitap bunu savaştan beslenen “kodamanlarla” izah ediyor ve en sert bir şekilde eleştiriyor. Galiba bu dönem, Roma’nın “çokuluslu bir şirket” olarak değerlendirilebileceği dönemdi.
Şirket için stratejik sorun, sürekli savaş olmadan barışın olmamasıydı. Aslında Roma oynadığı oyunu ve oynama biçimini seviyordu.
Gelecek stratejilerin bu kanlı, daimi savaş halinin üzerine kurulu olması yöneticilerin zihninde değişik etkiler yaratıyordu. Böyle bir halin içinde şirket yönetmek için kafayı yemiş olmak gerekiyordu.
Roma’da, askeri, idari ve ticari faaliyet alanlarından herhangi birinde çalışanlar diğer ikisinde de kariyerlerine devam edebilirlerdi. Yetkin bir yönetici olmak için şunlar gerekliydi:
· Önceden faaliyet halinde olan küçük ülkelerin yani işletmelerin nüfusunun tamamını öldürmek veya köleleştirmek.
· Düşmanlarınızı kitleler halinde çarmıha germek yani yok etmek.
· Daha sonra yok etmeyi kafaya koyduğunuz meslektaşlarınızla anlaşmalar yapmak.
· Politik nedenlerden dolayı kadınlarla evlenip boşanabilmek.
· Muhtemelen kısa bir süre içinde intiharınızla ya da hunharca öldürülmenizle sonuçlanacağına inanmakta haklı olduğunuz bir pozisyonu şiddetle arzulamak.
· Sanki Roma’ymış gibi görünen yerlerde yaşamak.
· Kendinizi Mısır, Suriye gibi yönetme hakkınızın olmadığı ve hakkında çok az şey bildiğiniz, eski ve etkileyici bir uygarlığın valisi olarak hayal etmek.
· Kendi heykelinizin dikilmesi için birilerini görevlendirmek.
Roma Cumhuriyeti düşerken toplum sol ve sağ kanada ayrılmış ve aralarında şiddetli bir muhalefet hatta nefret oluşmuştu.
Sağda, yozlaşmış ve kemikleşmiş, gücüne ve avantalarına düşkün, mevcut durumu korumak için elinden gelen her şeyi yapmaya hazır bir Senato vardı. Bunlar patricilerdi, muhafazakarlardı. Sol olarak bilinenlerse güçlerini ve servetlerini miras yoluyla değil, kendi emekleriyle, oğullarının ve atalarının kanlarıyla edinmişlerdi. Bunlar populares yani halktı. Her iki sınıf da yöneticiydiler.
Cumhuriyet’in sonuna ve imparatorluğun yükselişine doğru tarih ilerlerken Roma devletinin sonunu görmektense ölmeyi tercih edecek kadar idealist olan Cicero ve Cato gibi çılgın muhafazakârlar ve olağanüstü başarılı olan fakat belki bu yüzden bir grup hain tarafından öldürülen Julius Caesar dışında kalleşler ve yalakalarla dolu, zırdeli ve arapsaçına dönmüş bir kurumsal bürokrasi vardı. Her kodaman oportünist sebeplerle bir tarafa yanaşıyordu. Bu zenginle fakirin mücadelesi değil, zenginle daha zengin arasındaki bir savaştı.
Yüz yılı aşkındır devam eden bu sürecin sonunda çıkarılan dersi şöyle özetleyebiliriz: Kodaman eninde sonunda kendisini benmerkezci küstahlığının altında hep bir kurban, empatiye, ilgi ve şefkate layık biri olarak görür. Bunun bir kısmı, herkes benim peşimde gibi bir paranoya veya kendine acımadır. Sonuç itibarıyla bu her büyük yöneticinin içindeki küçük çocuğun çığlığıdır, yeterince beslenmemiş, yeterince saygı görmemiş, normal bir insan olmak için ihtiyaç duyduğu sevgiyi hiç alamamış bir çocuk mu?
Akıl sağlığı yerinde bir toplumda bu tür insanlar tedavi edilmeleri gereken hasta bireyler olarak görülür ve onlarla ilgilenilir. Akli dengesini yitirmiş bir toplumda bu patolojik yöneticiler yüksek yerlere geliyor, ellerine yetki veriliyor, saygı görüyorlar. Er ya da geç hem bireysel hem de grup olarak kendilerini yok ederek yeni bir yönetici türüne dönüşüyorlar. Ancak kendisini devlet, devleti de kendisi olarak tanımlayan girişimci kodaman, kendisine can veren şirket kültüründeki yaşamlar ve hayaller üzerinde inanılmaz büyük bir güce sahip olabiliyor, diyen yazar, şöyle devam ediyor: Kurumsal hikâyemizde, Romalılara özgü karakterde var olan hangi özelliğin nesiller boyu üst düzey yönetimde cinayeti iş yapma aracına dönüştürdüğünü düşünmeden edemiyorsunuz.
Tam burada Osmanlı’da boğulan, zehirlenen padişahlar, sadrazamlar, paşalar akla geliyor. Gerçi kitapta günümüz yönetim anlayışları ile Roma karşılaştırılıyor ama Roma’dan hemen sonra kurulan Emevi ve sonra Abbasi devletlerinde ve hatta 1300yıl sonra kurulan Osmanlı’da da incelenirse benzer yönler bulunabilir.
Yazara göre, Cumhuriyet’ten sonra Lucius Cornelius Sulla Felix, yani yeni diktatör Roma’da askeri gücü kendi çıkarı için kullanır ve kurallarına uymayan herkesi sindirir. Ardından gelen yöneticiler de Sulla’dan farklı veya daha başarılı değildir. Çürüyen bir bürokraside insanların gerçek çıkarlarının nerede olduğundan emin olmaları zordur. İnsanları güdüleyen kişisel çıkar güçtür. Yazara göre, Caesar egemen şirket kültürüyle mevcut çokuluslu Roma’nın yönetilemeyeceğini görmüştü. Caesar’a bakınca monarşinin geri dönüşü, varsayılan temsili hükümetin çöküşü kaçınılmazdı. Caesar’ın uğradığı suikastin temelinde, sadece alt etmeye çalıştığı sınıfın kemikleşmiş çıkarları değil, aynı zamanda bu büyük adamın karakteri de yatıyordu. Çünkü son günlerinde egosu karakterinin geri kalanını ele geçirmiş, guatr gibi, dışarıdan görülen sadece egosu olmuştu. Yine yazarın tespitlerine göre Caesar’ı tam bir işkolik yapan karakter özellikleri, bugünkü vahşi kurumsal hayatta en üst düzey başarıyı getiren özelliklerle aynıydı: “İhtiraslı, duygusallıktan uzak, olağanüstü cesur, stratejik ve düzenbaz, aşırı gururlu” olmak?!?
Üst düzey yöneticiler kontrolü kaybetmeye başladıklarında hep başlarına gelen bir şey: Yaşamının ve geçiminin başkanın etrafında dolanıp onunla aynı fikirde olduğunu söyleyerek sağlayanların olması sayesinde aptal, başarısız, zevk düşkünü hatta çatlak imparator veya CEO’lar çoklukla ortaya çıkar. Alınganlık ve kindar olmak da bu tür bir narsisizmin parçasıdır. Büyük ve güçlü Caesar kibrinin kurbanıydı. Hep öyle miydi, sonradan mı narsist olmuştu, bilinmez.
Sonra gelenlerden Antonius ihtiraslı ve hayat dolu bir adamdı ve yazara göre asla bir CEO değildi, buna uygun değildi. Ancak aksine, önceleri Octavianus olarak bilinen rakibi Augustus’un kumaşında CEO’luk vardı. Genç yaşlarından itibaren Caesar’ın yanında bulunmuştu ve övgüler almıştı. Caesar daha önceden evlat edindiği Augustus’u mirasçısı olarak seçmişti.
Octavianus uzun süre devam eden bir barış ortamı kurmuştu. Augustus yaklaşık sekiz yüz bin asiyi azat etti, sadakatleri karşılığında onlara toprak verdi, zengin Romalılar olabilecekleri yeni şehirler kurmalarına yardımcı oldu. Mısır topraklarının Roma imparatorluğuna katılması ise kitapta “holdinglerin birleşmesi” olarak değerlendiriliyor.
Yazarın düşüncesine göre her kurumsal dönüşüm iyi bir temizlik gerektirir. Etrafınız eski ekipten düşmanlarla, işe yaramaz döküntülerle çevrilidir, çok konuşup hiçbir iş yapmazlar; yeni inşa ettiğiniz şeyin altını oyarken, komplo kurarlarken onlarla birlikte yaşayamazsınız. Yoksa kaybeden olursunuz. Yazara göre Augustus “toplu temizlik aşamasını” sessizce başarmıştı. Ve hatta, iyi bir lider örneği olarak tüm vatandaşlar için uzun vadede değer oluşturmuştu. İşi mükemmel bir hale getirdi. Doğru yönetilirse sonsuza kadar barış ve uyum içinde yaşayabilecek, dünya çapında bir kurumsal imparatorluk kurdu.
Augustus döneminde etkili olan karakterlerden biri olan Antonius’u Kleopatra’yla ilişkilerinin, hem dönemini hem de onu kişisel olarak nasıl zayıflattığını, yöneticiliğinin de içini boşalttığını ayrıntılı olarak anlatıyor.
Agustus’un başaramadığı tek şey şu ise; kendisinden sonra gelecek uygun kişiyi seçmekti. Livia’nın mızmız, sapık, ahlaksız çocuğu Tiberius’taydı sıra. Ondan sonra gelecek olan daha da beterdi. Sonrakiler de… “Öyle ki, bu büyük kurumsal varlığın kendi üst düzey yönetimine rağmen bu kadar uzun süre nasıl hayatta kaldı?” diyor yazar.
Yeteneksiz CEO’lar şirketin giderek daha kötü bir hale gelmesine sebep oluyor. Roma AŞ düzeltilerek kurulduğu zamanki haline geri dönmesi mümkün olmadı. Roma genel merkezini dünyanın öbür ucuna taşımak zorunda kaldı ve altyapısını tamamen değiştirerek seküler bir yapıdan dini bir yapıya geçti. Artık hristiyandı.
Romalıları Roma’ya bağlayan şey hepsindeki yaşlılıkta kazanacakları yani emekli olunca ulaşacakları huzur ve refah seviyesiydi. Böyle mükemmel bir yaşama ulaşma olasılığı vatandaşlar için çok cazipti, sadece zenginler için değil, birçok çalışan insan için de, bir zamanlar köle olanlar için bile.
Hristiyanlık inancı, eski ve halkın alışık olduğu Pagan inançlarından farklıdır. Örneğin imparatora tapılması, imparatora bağlılık yemini edilmesi haline gelmişti. Bu yaklaşım, eski Romalı için devletin ve onun ilahi liderliğinin üstüne başka bir şey tanımaktı. Alışamadılar, şirket ikiye bölündü ve yeni genel merkez uzun süre kalıcı oldu. Constantinus, Hristiyanlığı benimsemiş ve yeni kuralları getirmiştir; pek çok açıdan üstün bir başkandı, tebaasının manevi ve siyasi gelişimiyle ilgileniyordu.
Tarihte Roma AŞ’nin başına bela olan bir şirket daha olmuştu: Hunlar, Attila kendinden önceki Kartacalılar gibi pes etmedi, birkaç savaşı kazandı, bazen yenildi, her seferinde hedefine biraz daha yaklaştı. 451de yarım milyona yakın adam Fransa’dan geçerek dosdoğru yaşlı şirketin zayıf, çürümüş kalbine yöneldi. Avrupa’nın bazı büyük şehirlerini yakıp yıkıp yağmaladılar. Attila gerekirse bir şehri kuşatabilirdi. Barbar bir güruh için normal bir şey değildi bu, çünkü onlar genellikle sürü halinde saldırmayı severlerdi. Her yerde muzafferlerdi. Ancak Attila, 453te Roma’ya yapacağı ve zaferle sonuçlanacak son seferin planlarını yaparken, kırk yedi yaşında ölüverdi.
Kitabın sonunda yazar, Roma imparatorluğunun çökmediğini, şekil değiştirdiğini savunuyor: Roma İmparatorluğu çökmedi. Yüzyıllarca, bin yıllarca hayatta kalmayı arzulayan tüm kurumsal varlıkların yaptığı şeyi yaptı: Kendine yeniden şekil vererek iyi örgütlenmiş, manevi birlik içinde, fazlasıyla siyasallaşmış ve müthiş zengin yeni bir küresel varlık olarak çıktı ortaya, bugünlerde bile büyüyüp gelişmeye devam eden bir varlık. Bu varlığın adı Roma Katolik Kilisesi’dir. Yeniden örgütlenen bu büyük kurumsal yapının ortaya çıkması, Constantinus’un İsa’yı yeni Jüpiter yaptığı, şirketin merkezini batı yakasından doğu yakasına taşıdığı 4. yüzyıla dayanır. Daha önce asker kökenli CEO’ların yönetimini artık rahipler devralmıştır.
Bilmem katılır mısınız, bana zorlama geldi.
Ama tabii bugünkü Batı medeniyetinin köklerini Roma’nın paganlığında aradığını, eski Yunan ve Mısır’a atıf peşinde koştuğunu biliyoruz. Bunun hepsi bence muharref (tahrif edilmiş) hristiyanlık inancını kabullenmekteki zorluk sonucunda oluşan çaresizlikten…
Tabii şunu da unutmamak gerek, insanlık tarihi boyunca, Roma ile sınırlı kalmadan önce ve sonra, tahakkümü ve gaspı, uzun bir süre boyunca, geçerli her yolla insan öldürmek arzusuyla eşzamanlı olarak birleştiren bir üst ve orta düzey yönetici grubu hiç görülmedi. Bugün de büyük üst düzey yöneticilerin çoğu bu iki gücün karışımına mı sahipler? İnsanların sizden korkacakları kadar zalim değilseniz işleri idare edebilirsiniz, ancak bu kalıcı olmayacaktır, denilebilir mi? Hayır, uzun süreli mantıklı davranmak, istikrar güven verir. Ama çok iyi bilindiği gibi “iyiliği yaymak, kötülüğü önlemek” bu dünyada ve ötesinde de takdir görür, sizi hep hayırla yani iyilikle anımsanacak bir hatıra yapar. #mutluetmutluol
Roma nasıl bu kadar uzun ömürlü oldu? Yazara göre: Roma hayatta kaldı, çünkü ona bir sürü çok etkin, yaratıcı ve kötücül yönetici bahşedilmişti.
Acaba Roma diye bahsettiğimiz devletin ve kurumların tarihteki devamlılığı ne oldu? Tüm bunları Roma diye adlandırmak kabilse, niçin Cengiz Han ve sonrasında Kubilay Han ve Çin Hanedanını katmayız, tarihteki 16 Türk devletini bir arada saymayız da Roma pagan – diktatör – cumhuriyet – monarşi – Roma+Mısır – hristiyan – doğu/batı – katolik kilisesi, hepsini nasıl Roma sayarız?!
Devletten ziyade bugün bir şirketin yıkılmasına neredeyse kesin olan tek bir engel, sürekli büyüme talebi ve bunun sıkı takipçilerinin durumu her çeyrek sorgulamasıdır. Bugün borsalar bütün şirketlere baskı yapıyor; ya büyürsünüz ya da yatırımcı için cazibenizi kaybedersiniz diye. Ancak büyüme beraberinde bir risk getiriyor. İyi adımlar, büyümek ve zenginleşmek işletmelere can suyu oluyor. Kötü adımlar ise tam tersine kanınızı emen parazit gibidir. Acaba, “Osmanlı bir elmastı. Batı ise bir taş ve çarpıştığında elmas berhava oldu.” diyen Kemal Tahir’e mi, yoksa “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.” diyen Mehmet Akif Ersoy’a mı kulak versek?!
———–
(*) Stanley B., Roma AŞ; İlk Çokuluslu Şirketin Yükselişi ve Çöküşü, Çeviren: Rana Alpöz, Koç ÜniversitesiYayınları, İstanbul 2016.
(**) https://tr.wikipedia.org/wiki/Sabinler
Murat ÜLKER