Bu hafta Zafer Haftası.
Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarını yaşadığımız, şanla, şerefle, onurla kutladığımız zaferlerimizin haftası.
Her ikisi de 26 Ağustos’ta başlayan iki büyük meydan savaşının kazanıldığı kutlu bir haftayı, birlik ve beraberlik içinde kutluyoruz.
Türk Milleti’ne bu onuru ve gururu yaşatan başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Sultan Muhammed Alpaslan olmak üzere, zafer savaşlarımızda ve diğer yapılan tüm savaşlarımızda şehit olan tüm komutanlarımızı ve askerlerimizi de büyük bir saygı, sevgi, rahmet ve minnet duyguları ile anıyorum. Allah hepsine rahmet eylesin, mekânları cennet olsun.
Bu kutlamaları yaparken, bizlerin de bir milli şuur, bir milli tarih bilinci içinde ve ayrıca bu milletin bir ferdi olarak her iki savaşın ne anlama geldiğini de bilmemiz ve içinde bulunduğumuz zamanın siyasi ve askeri olaylarında, ülkemizin karşılaştığı olumsuz durumların, hayati derecede varoluş mücadelesine dönüşen kökenini bilmemiz ve unutmamamız gerektiği ortadadır.
Ve bu gerçekleri, her ne kadar üstü örtülmeye çalışılsa da, gelecek kuşaklara temiz akıl ve temiz vicdan ile aktarmamız gerekir. Çünkü geleceğimiz olan gençlerimizin Anadolu dediğimiz bu vatan üzerinde, bu topraklar üzerinde hür ve bağımsız bir devlet ve bir bayrak altında, tarihinden kopuk, gerçeklerden bihaber olarak yaşamaları imkânsızdır.
Milletimiz, tarih kitaplarında bizlere öğretildiği üzere 26 Ağustos 1071 yılında Selçuklu Sultanı Muhammed Alpaslan komutasında, Bizans Devleti’ne karşı Malazgirt Meydan Savaşı’nı kazanarak Anadolu’ya girdi. Fakat özellikle son yıllarda yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalara göre, Türkler 1071 yılından binlerce yıl önce de Anadolu’da ve özellikle İstanbul henüz şehir olarak kurulmadan önce de bu coğrafyada yerleşik olarak bulundular. Bugün adına İstanbul denilen kentin Beşiktaş semtinde ortaya çıkan, günümüzden 5.500 yıl öncesine (M.Ö. 3.500) tarihlenen ve sadece eski İskit, Türk Proto Turan kavimlerle, eski Altay Türkleri’nde bulunan “Kurgan” tipi mezar yapılarının tıpatıp benzeri olan arkeolojik buluntular, bu konuda önemli bir delil olarak elimizde bulunmaktadır. Avrasya ve Orta Asya coğrafyasının ölü gömme geleneği olan “kurgan” İstanbul’da ilk kez 2016 yılında Silivri’de bulunan “Çanta Kurganı” ile ortaya çıkarıldı.
Burada çok önemli bir tarihi gerçeklik de ortaya çıkmaktadır. Batı Dünyasının ortaya koyduğu tarih yazımında İstanbul’un ilk yerleşik halkları olarak, Megara’dan gelen Yunanlar’ın M.Ö. 685’de Kalkhedon’u (bugünkü Kadıköy), M.Ö. 658’de ise Byzantion’u (bugünkü Sarayburnu-Sultanahmet) kurdukları belirtilmiştir.
Fakat Beşiktaş kurganlarının ortaya çıkması ile burada bulunan halkın ki Proto Turan Türkler’dir, Megaralılar’dan çok daha uzun süre önce burada yerleşik olarak yaşadıkları görülmektedir. Türkiye coğrafyasındaki kurganlar ise, Kars ve Ağrı’dan başlayıp, Muş ve Amasya yörelerinde farklı noktalarda devam edip, Ankara’ya kadar uzanmaktadır. Bu buluntular ile aslında Türkler’in daha önceden bu topraklarda yerleşik olarak bulunduğu ve Malazgirt Zaferi ile Anadolu’ya ilk kez değil, bu topraklara son kez girdiği ortadadır. Bu gerçekliği tüm Dünyaya, özellikle son 400 yıldır biz Türkleri ait olmadığımızı iddia ettikleri Anadolu’dan atmak için her türlü kirli ve sinsi oyunun peşinde koşan Batı Dünyasına anlatmak ve belgeleri ile orta koymak, milli bir görev olarak milli tarih şuuruna sahip akademisyenlerimize, bilim insanlarımıza düşmektedir. Bu konu Malazgirt Meydan Savaşı’nda kazanılan zafer kadar önemli ve ayrı bir “ulusal tarih ve ulusal bilinç meydan muharebesini” gerektirir.
Yukarıdaki paragrafta belirttiğim gibi, Batı denilen emperyalist güçlerin yüzyıllardır süregelen işbirliği ile biz Türkler’i Anadolu’dan söküp atmak ve Türk varlığını Dünya tarihinden tamamen silmek, yok etmek için yaptığı en son girişim Sevr Antlaşması olmuştur. Bu anlaşmanın nihai hedefi bir Türk Devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamen parçalanıp, yok edilmesi ve anlaşmadaki şartlara detaylı bakıldığında Türklerin aslında bağımsız bir devlet altında dahi olmadan, bir manda yönetimi dâhilinde “esir millet” olarak hayatiyetini devam ettirmekti. Kısacası yüzyıllardır süre gelen Hristiyan Avrupa ile Müslüman Türk kavgasında, milletimizin yok edilmesi tek amaçtı.
Aşağıda daha detaylı anlatacağım ve günümüzde bizim Başkumandanlık Meydan Savaşı olarak adlandırdığımız, ve fakat bu savaşta kazanılan zafere bizzat zaferin başkomutanı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Rum Sındığı Zaferi” denilmesinin nedenlerine ve bu savaş sırasında aslında karşımızdaki düşmanın kim olduğuna geçmeden önce, bir açıklama yapmam gerekli.
Tarihi konuları detayları ile herkes bilemeyebilir. Fakat bu detaylara sahip olduğu halde tarihi verileri, milli bir tarih şuuruna sahip olmayanlar, elde edilen sonuçları akıl ve mantık çerçevesinde birleştiremeyenler, aslında sömürgeleştirilmiş ve kendi düşmanına hayran olan, milletinden tamamen kopmuş, ortada bulunan tarihi gerçeklikleri milletinden “bilinçli bir şekilde ve milli duygularından yoksun düşünce yapısı” nedeniyle saklayan tarihçiler, askerler, siyasiler ve bilim insanları milletimiz için en büyük tehlikedir.
Bu tehlikenin yansımalarını ise, sürekli yazılı ve görsel basınımızda görmekteyiz. Bu tehlikenin özneleri ise ya bir akademisyen, ya bir büyükelçi diplomat, ya bir emekli asker, ya bir gazeteci veya bir politikacı olabiliyor. Bu konuda şahit olduğum en son durum ise, bir tarihçi akademisyenimizin, bir TV kanalındaki tartışma programında, ABD’nin bizimle hiçbir zaman savaşmadığını belirtip, bizimle müttefik olduğu halde neden Yunanistan’a bu denli özel müsamaha, askeri ve siyasi destek verdiğini anlayamadığını belirttiği ifadelerdi.
Tabii ki, bu ifadeler sonrasında ben de bu muhterem akademisyenimizin bugüne kadar aldığı eğitimle, bu düşünce yapısı ile nasıl Prof. Dr. unvanları aldığını anlayamadım. Karşımda izlediğim tam bir teslimiyetçi, sömürgeleşmiş düşünce sistematiğine sahip, millet zararlısı bir akademisyen vardı. Ve bu yüzden aşağıdaki detayları paylaşmak şart oldu.
Başkumandanlık Meydan Savaşı Zaferi 30 Ağustos 1922’de kazanıldıktan sonra Gazi Mustafa Kemal Atatürk bu zafere “Rum Sındığı Zaferi” adını vermiştir. Fakat İsmet İnönü ise, bu savaşı bizzat Atatürk’ün yönetmesinden ve kumandanlık etmesinden dolayı “Başkumandanlık Meydan Zaferi” adını vermiş ve bu isimle kutlanmasını istemiştir. Hâlbuki Atatürk’ün vermiş olduğu ismin bir milli tarih şuuru, bir tarih bilinci ve zaferlere istinaden verilen felsefi bir kapsayıcılığı bulunmaktadır.
Ve bu zafer kazanılırken, aslında Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcından bu zafere kadar geçen bütün bir süreçde bizzat Atatürk tarafından müşahede edilen, tahlil edilen, tarihi süreç içinde tüm görünen veya görünmeyen detayları kapsayıcı bir isimdir “Rum Sındığı Zaferi”.
Bazı tarihçilerimiz, bu ismi kullanmak istemezler. Hatta kullanılmasına da karşı çıkarlar. Nedenlerini bilemem. Belki kendilerinin sirtaki oynayacak mekân bulmada güçlük çekeriz korkusu ya da akademik gelecekleri açısından uluslararası bir akademik kuruluşa girememe korkusu olabilir. Ama bunun da bir çaresi var. Geçtiğimiz yıllarda çok ünlü bir sözde sanatçımız, senaristimiz, hatta devletimizin resmi görüşmelerinde simültane/anında çeviri yapabilecek kadar İtalyanca’ ya vakıf ‘film artistimizin’, kendisine bir yemek sırasında sorulan “Siz Türk müsünüz?” sorusuna verdiği cevap gibi “Evet ben bir Türküm, ama bu benim suçum değil” diyerek bence rahatlıkla sirtaki de oynarlar, uluslararası akademik kariyer de yapabilirler. Ama en azından gönül, Rum Sındığı Zaferi adını, kendilerine Atatürkçüyüm diyenlerden duymak ve neden bu ismin bizzat Atatürk tarafından verildiğini duymak istiyor. Geleceğimiz olan gençlerimize bu ismin, bu büyük savaşın adı olarak neden verildiğini anlatmalarını istiyor.
En azından ben, Atatürk’ün bu ismi vermesindeki nedeni ve neyi ifade ettiğini, bu yazımda bahsetmek isterim. Eminim ki, bu detayları görüp araştıranlar da, günümüzdeki ABD’nin Türkiye aleyhine saldırgan ve müttefiklik ruhuna aykırı davranışlarının kök nedenlerini daha net görmüş olurlar. Ülkemizin 10 Kasım 1938’den günümüze kadar yaşadığı bütün siyasi, ekonomik, askeri karışıklıkların, çatışmaların kök nedenlerini daha net anlamış olurlar. Prof. Dr. ünvanlı tarihçilerimiz şaşırmaz, diplomatlarımız ya da askerlerimiz pusulalarını şaşırmaz, gazetecilerimiz ya da siyasilerimiz günümüzün Ali Kemalleri olmaz.
Bu tarihi süreci şimdi detaylandırabiliriz!
1815 yılında ilk kez Viyana Kongresi’nde gündeme getirilen Şark Meselesi ya da Doğu Sorunu, Avrupalı devletlerin, Anadolu’ya yerleşmiş ve burada Müslüman Türk devletleri kurmuş olan Türkler’e karşı ortak bir kutsal dava güdüsüyle Hristiyan Haçlı Birliği altında, Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısını da dikkate alarak, Osmanlı’yı yıkma, parçalama gayesiyle içindeki Hristiyan azınlıkları ve Müslüman Arapları da isyanlarla harekete geçirerek, top yekün bir mücadeleye başlamalarına verilen isimdir. Nihai hedefleri, Türklerin tamamen Anadolu’dan atılıp, Orta Asya’ya sürülmeleridir. Böylece ulaşılmak istenen amaç, kendi tarihi ve dini saplantıları olan eski Hristiyan Anadolu’dan Türkler’in sürülmesi ile Avrupa’nın yüzyıllardır süregelen Türk tehdidinden kurtarılmasıdır.
1815 Viyana Kongresi’nden, 1920 Sevr Anlaşması’na kadar geçen süreçte Osmanlı İmparatorluğu’na karşı 105 yıl süren bir toplu cepheleşme ile başta İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve daha sonra Almanya’nın da katılımı ile Avrupa’nın lider ülkeleri Osmanlı’yı yıkmak, parçalamak için her türlü siyasi, askeri, ekonomik baskılar ve savaşlarla hedeflerine ulaşmak için çaba gösterdiler. Karşılarında tek bir ülke olmasına rağmen, emperyalist ve kolonyal geçmişlerinden dolayı, zaman zaman kendi aralarında da çıkar çatışmalarına giren bu devletler içinde İngiltere, daima lider konumda göründü.
Hâlbuki, bize öğretilen tarihte yer almayan ve özellikle gözümüzden kaçırılmak istenen önemli bir detay var. Anadolu’nun işgali ve sonrasında Kurtuluş Savaşı’mızın sonuna kadar geçen süreçte, karşımızda bizim bildiğimiz işgalci güçler olan İngiltere, Fransa, İtalya ile Ermeni ve Rum isyancılarının yanında bir başka ve önemli bir güç daha vardır. Bu güç Amerika Birleşik Devletleri’dir.
1908 tarihinden itibaren A.B.D. Başkanı Thomas Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı İmparatorluğu’nu yok saymaya başlamıştı. 1912’de Başkan seçilmesi sonrasında, yeni elçilerin atanması konusu ele alındığı sırada, Albay Edward House Morgenthau Türkiye’ye elçi atamasını önerdiği zaman, “Türkiye yok ki, göndermeye ne gerek var” diyerek Türkler’e karşı duruşunu göstermişti.
10 Ekim 1917 tarihinde ise, ABD Başkanı Wilson, Amerikan İşçi Federasyonu toplantısında yapacağı konuşmayı hazırlarken, konuşmanın ana maddelerini yanında bulunan Albay Morgenthau’a şu sözlerle açıklıyordu; “Türkiye bütünüyle ortadan silinmeli ve bu ülkeye uygulanacak işlem, Paris Barış Konferansı’na bırakılmalıdır.” Albay Morgenthau ise buna karşılık; “Türkiye’yi galip devletler arasında paylaştırmak ve ırklara göre özerk yönetimler kurmak” gerektiğini ifade etti. ABD Başkanı Wilson da bu öneriyi kabul ederek, Osmanlı Devleti’nin parçalanması konusunu böylece netleştirerek Paris Barış Konferansı’na hazırlık yaptı.
Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren barış antlaşmalarının hazırlanması için 18 Ocak 1919’da Paris Barış Konferansı toplandı. Bu toplantıda aslında Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan gizli anlaşmaların da uygulanması kararı alındı. Paris’te yapılan toplantıya İngiltere, Fransa liderlerinin yanı sıra bir başka ve Sevr’in 63. ve 64. Maddelerinin ana mimarı, Anadolu topraklarında Ermenistan, Lazistan ve Kürdistan devletlerinin kurulmasının fikir babası, İzmir’in ve Trakya’nın Yunanistan’a verilmesinin ana destekçilerinden biri olan A.B.D. Başkanı Thomas Woodrow Wilson da katıldı.
Paris Barış Konferansı sırasında İstanbul ve İzmir’in Yunanistan’a verilmesi için bazı önemli kişiler de Paris’e gelir. Bunlardan birisi, Fransa Dışişleri Bakanlığı’nın 16 Mayıs 1919 tarihli ve 479/21 numaralı belgesi ile İstanbul Rum Ortodoks Kilisesi’nin ve bütün Ortodoksların resmi lideri olarak akredite edilmiş olan Patrik Dorotius’dur. Ve elinde bir nota ile gelmiştir. Toplantıya katılan bütün liderlere verilen notanın metni 25 Mayıs 1919 tarihli Le Temps, Daily Telegraph ve New York Herald Tribune gazetelerinde yayınlanır.
Yararlanılan Yayınlar:
- İlhan BARDAKÇI - Taşhan’dan Kadifekale’ye – Milliyet Yayınları-1975
- Hulki CEVİZOĞLU – İşgal ve Direniş – Ceviz Kabuğu Yayınları – 2007
- Hulki CEVİZOĞLU – 1919’un Şifresi – Ceviz Kabuğu Yayınları – 2007
- Komintern Belgelerinde Türkiye Kurtuluş Savaşı ve Lozan- Kaynak Yayınları-1993
Ömer Faruk ERTEM
Yelkencinin Gazetesi Tarih Danışmanı