Uçsuz bucaksız bir manzara. Deniz uzakta belli belirsiz görülüyor, üzerinde bir sis tabakasıyla, dağlarsa arkasında kalıyor. Birkaç söğüt ağacı dallarını kibarca uzatmış toprağa... Orada küçücük bir kulübecik. Bazı yerleri dağdan getirilmiş kayalarla berkitilmiş. Issız görünüyor ortalık. Bulutlar gri, şurada buraada kovalıyorlar birbirlerini. Mevsim sonbahara çevirmiş yüzünü. Çok yaşlı iki büklüm, elleri bir mumyanınkiler gibi kurumuş, kemikleri çıkmış olmasına rağmen dinç ve yüzü hayat dolu. Gözlerinde yaşam ırmağı hala çağlayan, ak saçlı bir kadın en büyük söğüt ağacına sırtını yaslayıp oturmuş. Gözleri kapalı şimdi. Uyumuyor, belirli bir şey düşünmüyor. Sadece dinliyor. Yıllardır yaptığı gibi dinliyor. Yaprakların çoğu yerde, kırmızı, yeşil ve sarı renklerle dolu uçları kuruyup içe kıvrılmış. Ağaçta kalanlarsa son yeşil anlarını yaşadıklarının farkındaymış gibi sallanıyorlar rüzgarda.
Ağacın çıplak dalları arasında çoktan boşaltılmış kuş yuvaları ıssız duruyor. Arada bir küçük tüyler de yapraklarla birlikte düşüp takılıyor rüzgara. Ne çok kuşun doğumuna tanıklık etmişti yuva. Kuşlar gidiyor diğer bahar başka kuşlar yerleşiyordu. Dümdüz kıraç topraklarda neredeyse tek ağaç olduğu için kuşların uğrak yeri olmuştu.
Akşam iniyor yavaş yavaş. Güneş kocaman bir kor parçası, daha dikkatli bakınca sanki bir pencere gibi oluyor ya da bir göz.
Birkaç karganın o çirkin sesine gözlerini açıyor kadın.
Ama sadece gözlerini açıyor. Güneşe bakıyor. Çocuğunu uyutan bir anne gibi şefkatle veda ediyor güneşe.
Kargalar onun saati gibi. Yıllardır hep aynı üç karga hep aynı saatte gaaak gaaak diye öterek konuyorlar aynı ağaca. Bazen sayıları o kadar çok artıyordu ki neredeyse ağaç görünmez oluyordu. Kendi dillerinde konuşup duruyorlardı uzun saatler boyunca.
İlk yıllar yaşlı kadının ortalıkta bıraktığı her şeyini çalıyorlardı. Tabi o da kızıyordu onlara, o zaman gençti hem. Aradan geçen yıllarda o olgunlaşmış kargalar da ona dost olmuşlardı. Artık çalmak yerine istiyorlardı. Bazen de nereden bulup getiriyorlarsa tuhaf tuhaf şeyler bırakır olmuşlardı pencerenin önüne. Makas, iplik, kolye ve daha akla gelmez birçok şey.
Kadın kulübenin arkasındaki kümese gidip çoktan içeri girmiş birkaç tavuğunun kapısını kapattı. Bir an sonbaharın sarı renklerine bürünmüş küçük bahçesine hüzünle bakıp kulübesine girdi.
İçeride fazla eşya yoktu. Tahta bir divanın üzerinde bir döşek, üzerinde de bir yorgan. Hemen yanındaysa tahta bir masa. Köşede bir ocak yanında birkaç tabak çanak. Küçük penceresinin önünde duran yarım bir mumu yaktı. Penceresi ağacın olduğu tarafa bakıyordu. Pencerenin altındaki divana boylu boyunca uzanıp batan güneşi, gelen geceyi seyre koyuldu.
Tüm gün toprakla uğraşmak yormuştu onu. Az sonra açık pencereden gelen esinti mumu söndürünce o da uykuya daldı.
Sabah her gün olduğu gibi dinlenmiş bir şekilde şafakla uyandı, güneşi selamlamak üzere. Dışarı çıkıp dağın eteğine doğru yürümeye başladı. Az ötede küçük sebze bahçesi vardı. Etrafını çitle çevirdiği bir gün tesadüfen, ıslak toprağı eşelerken su bulmuştu ki o günkü sevinci suya her baktığında yeniden yeniden yaşıyordu.
Neredeyse ihtiyacı olan her sebze vardı burada. Patlıcan, kabak, domates, salatalık, biber vs. Onları zamanında hem taze taze yemiş hem de kış için kurutmuştu. Çilek hala vardı. Birkaç tane yedi, ellerine bulaşan pembelik onu mutlu çocukluğuna götürdü bir an. Çileğin ağaçta yetiştiğini sandıkları için ağaçlara tırmanıp da düşünce ellerinin pembeleşmesi sonucu yerde buldukları çilek tarlası macerasını anımsayıp gülümsedi.
Her şeyini kendi üretiyordu. Salça, reçel, turşu. Ürettiği, üretebildiği her şey için şükran duyuyordu. Sevgiyle topluyordu tüm ürünlerini.
Daha sonra otlarını temizledi. Suyun yolunu düzeltti. Evine döndüğünde elindekileri kapının önüne koyup kümesinin kapısını açtı. Yumurtaları aldı yine teşekkür ederek.
Oradaki tek güle baktı. Günaydın dedi ona da ve yaprağın üzerindeki çiğ tanesine dokundu. Kulübenin çevresi çeşit çeşit çiçeklerle çevriliydi. Az ötede koşarak gelen can dostum dediği ve artık iyice yaşlanmış Kara isimli köpeğini gördü. Dili dışarıda soluyarak ve kendini zorlayarak koşuyordu.
''Seni gidi seni'' diye çıkıştı hayvana. ''Nerelerdeydin bakalım günlerdir? Ne biçim dostsun sen, bırakıp gittin beni.'' Hayvan anladığını belli etmek istercesine iniltiyle karşılık verdi ona.
''Tamam'' dedi başını okşayarak, ''Bir daha böyle yapma. Bırakıp gittiğini ve dönmeyeceğini sanıyorum.''
Beyninde çınladı bu cümlesi. “Beni bırakıp gittiğini sanıyorum.” O kötü düşünceyi kovdu hemen aklından. Ateşi yaktıktan sonra bir parça siyah ekmek getirip yarısını Kara'ya verdi. Dağ çayı kaynattı kendine. Yıllardır böyleydi bu. Zaten dinçliğini de çalışmaya ve bu otlara borçlu olduğunu düşünürdü.
Ötekileri düşünüyordu arada sırada. Kim bilir belki de çoktan göçüp gitmişlerdir bu hayattan, kalanlarsa çökmüşlerdir.
Bugün bir tuhaflık var üzerimde dedi kendi kendine. Hep geçmişi hatırlıyorum. Hayra alamet değil, iyi değil bu.
Yıllardır geçmişe sünger çekmiş ve onu hiç düşünmemeye karar vermişti. O yüzden, düşünmek istemediği için kendini hep çalışmaya vermiş, iyice yormuş, geceleri de yorgunluktan hemen uyur olmuştu. Böylece artık uykusuz gecelerden, delirmesine yol açacak düşüncelerden de kurtulmuştu.
Kimseyi gördüğü de yoktu yıllardır. Sadece arada sırada uzakta çobanlara rastlardı. Geçen zamanla onlarla dost olmuştu. Onlardan aldığı süt ve ekmek, tuz, şeker, un ve bazı ihtiyaçları karşılığında kendi yetiştirdiği ürünlerden veriyordu.
Kendinden hiç bahsetmezdi onlara, sorularını geçiştirir şakaya vururdu. Zaten aradan yıllar geçtikçe çobanlar da onu o haliyle sevmiş, kabul etmişlerdi.
İlk zamanlar çok zorlanmıştı, tabi korkmuştu da. Ama zamanla düşünmemeyi, o an yaptığına konsantre olmayı başardıkça, korkuları, kaygıları azalmış yüzü dinginleşip daha bir güzelleşmişti.
Yaşadıklarını düşünmemeye, olaylara soğukkanlılıkla bakmaya başlamış ve kendisiyle, hayatla barışmıştı.
Peki onu buraya getiren neydi? Kimse bilmiyor, o da artık hatırlamıyor. Burayı seviyor, burada yaşamaktan toprakla bütünleşmekten hoşnut.
Kulübesine dönüp temizledi ortalığı, kapısını da açık bıraktı. Kışa iyi bir hazırlık yapmalıydı. Bahçeden getirdiklerini özenle ayırdı. Hangisini ne yapacaksa yaptı. Ve kalın bir halat alıp çıktı evden.
Havalar serinlemişti artık. Yavaş yavaş dağa tırmandı. Önce en uzağa gidiyordu. En uzaktakileri önce toplarsa ilerleyen günlerde yakındakileri toplaması daha kolay olacaktı. Dinlene dinlene tırmandı, acelesi yoktu. Zaman diye bir kavramı, yetişmesi gereken bir işi de yoktu.
İş kelimesini düşünmek bile ürküttü onu. Eliyle belli belirsiz bir kovma hareketi yapıp hemen kalktı.
Hayırdır dedi. Sonra hayrolsun hayrolsun deyip yürümeye başladı bayır yukarı.
Ne çok kurumuş, kırılmış dal vardı. Yerler ölü, sararmış, kurumuş çiğden hafif nemlenmiş yapraklarla doluydu. Ölü ağaçlar, dallar yapraklar ve insanlar… Yoo ölü insan düşünmemeli. Eğildi, gözleri hafif yaşlı kalınca bir dal parçasını kaldırdı yerden. Düşünmemeliydi ve hele ağlamamalıydı. Yıllardır becermişti ağlamamayı. Ne oldu bugün, neden her şey birden hücum ediyor beynine…
Ölmüş ağaç kurumuş ve hafiflemişti. İpini yere serip dalları üst üste yığdı. Taşıyabileceği kadar olduğuna kanaat edince ipi bağladı, sırtına kaldırdı ve yamaçtan aşağıya inmeye başladı.
Bugün kendini güçsüz hissediyordu. İçinden bir şeyler çekiliyordu sanki bir el tarafından. Yavaş yavaş yürüyerek güçlükle ulaştı kulübesine. Kapının önünde uzunca bir süre oturduktan sonra kalkmaya çalıştı ama başı döndü gözleri karardı birden. Kalbi de hızla atmaya başlamıştı. Açlıktan olabilir dedi kendi kendine. Bir şeyler yedi kendini zorlayarak.
Sedire uzandı. Kara dışarıda huzursuzdu. Havayı kokluyor, bir tuhaf havlıyordu. Sonra içeri geldi, yatağın ayak ucuna her zaman yaptığı gibi yerleşti.
Köpeğini seyretti uzun bir süre. Onun kendisiyle geçen hayatını ve öncesini. Kendine engel olmadı artık kendi hiç düşünmemeye çalıştığı hayatına çevirdi düşüncelerini.
Sahi ne yaşamıştı...
Uzaktan güneş parlıyordu. Öğleden sonraydı. Dışarıdaki ağaçta kuşlar tünemiş rüzgarla cıvıldayışlarını gönderiyorlardı. İlk kez çok acıklı geldi ona bu sesler. Gözlerini kapadı.
Çocukluğu, annesiz ve mutsuz geçmişti. Babası annesinin ölümünün üzerinden çok geçmeden yeniden evlenmişti. İlk başlarda sakindi evleri, sonra hele bir de yeni bir kardeşi olunca değişivermişti her şey. Üvey annesi onu dövüyor, aç bırakıyor ve tüm işlerini ona yaptırıyordu. Sesini çıkarmadı. Yazları okul tatil olur olmaz köyüne anneannesinin yanına gönderiyorlardı onu. Ve işte o zamanlar hayatının en mutlu, muhteşem günleriydi.
En büyük hayali okumaktı ve sırf bunu yapabilmek için hiçbir şeye sesini çıkarmadı, katlandı. Doktor olmak istiyordu. Ve ısrarla çalıştı. Evlendirip bir an önce kurtulmak istedi ailesi henüz on yedisinde. Tıp fakültesini kazandı. Başka bir kent kucak açtı ona. Hem çalıştı hem okudu. Hayat zordu ve hep acelesi vardı o zamanlar. Özlemleri dağ gibiydi. Ama tüm zorluklarına rağmen okulunu bitirip doktor oldu. Kutsal bir meslekti ve o hep hayat kurtaracaktı. Hastaneye erkenden geliyor ve evine çok geç dönüyor hatta bazen orada sabahlıyordu. Bir süre sonra hastanenin acil servisine geçti. Tam ona göre bir yerdi. İşine çok bağlıydı. O sıralar çok sevdiği ve hayatını birlikte geçirmek istediği biri de vardı hayatında.
Güzeldi hayatının akışı, mutluydu. Kendini yararlı ve sevilen hissediyordu. Bir hafta sonu arkadaşlarıyla bir tekne gezisi ayarladılar. Orada evleneceklerini açıklayacaklardı.
Her şey yolundaydı. Bir ara arkadaşının ortadan kaybolduğunu farketti. Onu aramaya başladı. Motor dairesinde bir kız arkadaşıyla birlikteydiler. Sustu. Şok olmuştu. O böylesine sadakatle bağlıyken bir dost ve bir sevgilinin ihanetini görüyordu. Sustu ve seyretti onları. İhaneti seyretti.
Sonra gözlerinde yaşlarla döndü. Öyle beklenmedik ve yıkıcı bir etki yaratmıştı ki bu olay artık işini bile doğru dürüst yapamaz oldu.
Bir gün acil gelen bir hastaya yanlış teşhis koyup ölümüne neden oldu. Küçük bir çocuktu üstelik. Aile davacı olmadı ama o hiç affetmedi kendini. Ve bir gece hastaneden çıktıktan sonra geri dönmedi. Ne o hastaneye, ne o kente ne de arkadaşlarına.
Her şeyi geride bırakmış ve düşünmeye ve öyle yaşamaya devam ederse mutsuz olacağına karar vermiş, yollara düşmüştü. O sıra bulmuştu bu kulübeyi. O gün, bugün burada düşünmemeyi ve hayatı yeniden keşfetmeyi öğrenmişti.
Savunma mekanizması harekete geçmiş ve ona geçmişi unutturmuştu. Ya da öyle sanıyordu yoksa neden düşünmüştü şimdi bunları. Güneş gitmişti, kargalar yine ağaçta toplanmışlardı.
Kulübenin kapısı açık, kalbinin kapısı açık ve uykunun kapısı açıktı. Sonsuz uyku onu çağırıyordu.