Şeyh Edebali, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” derken toplumun temelini bireye dayandırmış, önce toplumun sonra da devletin yükselmesinin ancak donanımlı bireylerle mümkün olabileceğini söylemişti.
Şeyh Edebali’den yaklaşık 1000 yıl sonra, bu kez Mustafa Kemal Atatürk aynı çizgideydi. 600 sene önce kendi elleriyle kurduğu devlet içinde tebaa durumuna düşürülmüş, aşağılanmış, kimliksizleştirilmiş, eğitimden yoksun bırakılmış, adeta kaderine terk edilmiş bir toplumu layık olduğu seviyeye taşıma adına bir yola çıkmıştı.
19 Mayıs 1919 tarihiyle başlayan yolculuğun ilk durağı Amasya idi. Burada kaleme alınan Amasya Genelgesi yaşatılmak istenen topluma ve onun çekirdeği olan insana verilen ilk mesajdı. Burada Türk halkına “bağımsızlığının tehlikede olduğu” bildiriliyor, “bu durumdan kurtulmanın kararını yine kendisinin vermek zorunda olduğu” hatırlatılıyordu. Mesaj Anadolu’nun çeşitli illerindeki askeri birliklere gönderiliyor, komuta kademesinden halkın bu yönde bilinçlendirilerek diri tutulması isteniyordu.
Yaklaşık 2 ay sonra ikinci durak bu kez Erzurum idi. Burada mesaj biraz daha netleşmiş, izlenecek yolun ana hatları belirlenmişti. Buna göre yaşatılacak insanın yaşayacağı sınırlar belirlenmiş, bu sınırlar içinde yaşayacak devletin tohumları atılmıştı.
Amasya Genelgesi ve Erzurum Kongresi kararları Türk toplumu ve ülkenin batısında işgale karşı direnen güçler üzerinde çok olumlu bir etki bırakmış, bağımsızlık yolunda ümitler yeşermeye başlamıştı.
Yine 2 ay sonraki durak Sivas idi. Toplanan delegeler Amasya ve Erzurum Kongresi kararlarını daha bir içselleştirmiş, yaşayacak devletin esaslarını netleştirmeye başlamıştı. Yaşatılacak Devletin yaşayacağı toprağı düşman işgalinden kurtarmak için düzenli ordu kurulacak, daha da ileri gidilerek gerektiğinde halk adına bağımsız karar almak üzere bir de heyet oluşturulacaktı.
Tabi her şey yazılıp çizildiği gibi yolunda gitmiyordu. Yüzyıllardır süregelen statükonun devamı için direnen odaklara karşı da mücadele edilmesi gerekiyordu. Ancak Türk yaşamaya ve devleti yaşatmaya kararlıydı.
Anavatan olarak belirlemiş ve devleti orada yaşatmak üzere ant içmiş bir avuç idealist kadronun en son durağı Ankara oldu. Temelleri Amasya-Erzurum ve Sivas’ta atılan bu yepyeni devletin kolonlarının daha da güçlendirilmesi için merkezi bir otoriteye ihtiyaç vardı. İşte 300 yıldır geri çekile çekile Anadolu’nun kucağına sinen bir avuç Türk’ün ortak sesi, ortak mücadele ruhunun yükseldiği nokta Ankara, yükseliş tarihi ise 23 Nisan 1920 oldu.
Verilen mücadeleye harç koymak, devleti yaşatmak için yurdun dört bir yanından akın akın Ankara’ya gelen temsilciler Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde vatanın düşman işgalinden temizlendiği 9 Eylül 1922 tarihine kadar devleti yaşatmak adına omuz omuza verdiler. Polatlı’ya kadar gelmiş işgal güçlerinin top sesleri altında bile bir an olsun geri çekilmeyi düşünmediler. Bursa’nın işgalini temsil için meclis kürsüsü üzerine serilmiş kara örtüyü kaldırmaya ant içtiler. Bu kararlılığı en iyi ifade eden ise o dönemin Dersim mebusu Diyap Ağa’nın söylediği şu cümleler oldu:
“Gavur Anadolu’yu sardı, hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet, ırz ve namus, Türklük tehlikeye düştü. İşittik ki Erzurum taraflarında can kurtaran bir Paşa varmış. Meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa’nın adı Mustafa Kemal imiş. Onun büyük yüzünü görmeye can attım. Fakat o zaman olmadı sonra Sivas’a, oradan Ankara’ya gelmiş. Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım. Bana “gitme, ölürsün” dediler. “Zaten herkes mahvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek” dedim.
İşte 23 Nisan 1920 / Ankara’nın özeti buydu. Sonrası hepimizce malûm.
Vatan kurtarılmış, yaşayacak devlet de kurulmuştu. Bundan sonrası, bu emanetin nesiller boyunca elden ele ulaştırılması, ilk günkü diriliğiyle korunmasıydı. Atatürk devleti yaşatacak kadroları, bir başka deyişle cumhuriyetin kolonlarını güçlendirecek, bu eseri geleceğe umutla taşıyacak nesilleri sağlığında yetiştirmek için çok uğraştı. Ancak tüm çabalarına rağmen, bu işin o dönem hâkim olan zihniyet ve insan birikimiyle daha fazla başarılamayacağına kanaat getirmiş olacak ki, kaleme aldığı “Gençliğe Hitabe”de, bu eserin sahibini ve yükseltme görevini sonraki genç kuşaklara verdi.
23 Nisan 1920 tarihinin “Millî Mücadele” için ifade ettiği anlam yanında, “Çocuk Bayramı” olarak kutlanması da ayrı bir önem taşır. Birinci Dünya Savaşı’nın ülkeye getirdiği yıkım sırasında ortaya çıkan şehit ve kayıp ailelerin geride kalan çocuklarına sahip çıkmak adına kurulan bugünün “Çocuk Esirgeme Kurumu” Millî Mücadele sırasında da çalışmalarına devam etmiş, öksüz ve yetim kalan çocuklara kol kanat germişti. Atatürk’ün bu çalışmaları yakından izlemesi ve desteklemesi sonrasında, o zamana kadar “Milli Hakimiyet Bayramı” olarak kutlanan 23 Nisan günü, 1926 yılından itibaren de bugünün deyişiyle “Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanmaya başladı.
Bayram günlerine hep “tatil” ya da “işten kaytarılacak gün” gözüyle bakan bir toplum olarak bugünü gerçek anlamıyla idrak etmemiz, yaşayacak devletin bu bilinçle yaşaması gereken bireyleri olarak hareket etmemiz dileğiyle…
Yazı: Levent Dinçer / Yelkencinin Gazetesi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.