
“Egemenlik” kelime anlamıyla yasama, yürütme ve yargı görevlerinin o ülkede yaşayan halk tarafından, oluşturduğu bir sistem aracılığıyla yerine getirilmesi, bu görevleri başkalarıyla paylaşmama iradesi demektir. Egemenseniz ülkenizin bugünü ve geleceği hakkında özgürce tasarrufta bulunabilir, karar alabilir, bu kararın devamını sağlayabilir yine kendinizin oluşturduğu yargı ile kontrol edebilirsiniz. Egemenseniz temsil ettiğiniz halkın iradesini meclise yansıtıyor, yurdun en ücra köşesinde yaşayan insanların sesini de orada duyabiliyorsunuz demektir.
Yukarıda kısaca ifade edilmeye çalışılan egemenlik kavramının ülkemizde ete kemiğe büründüğü dönem “Milli Mücadele” sırası ve sonrasıyla tanımlanabilir. Öncesinde bir kişinin ağzından çıkan tek bir cümleyle yön verilmeye çalışılan sistem; halktan uzak, halkın ihtiyaçlarına yanıt vermeyen, keyfi, belirli bir zümrenin çıkarlarını korumaya yönelik bir yönetim tarzıydı. Yakından bilindiği üzere bu çarpık yönetim anlayışı zamanla beraberinde çok sayıda halk isyanını da tetiklemişti. Halktan uzak, halkın ihtiyaçlarına yanıt veremeyen, yönetim iradesini başkalarıyla paylaşan, bu konuda tavizler veren anlayış sonunda yıkılıp gitmişti.
Osmanlı döneminin sonlarına yakından tanık olan Mustafa Kemal Atatürk, bir yandan uhdesindeki görevleri yerine getirmeye çalışırken öte yandan bu çarpık sistemin daha fazla dayanamayacağını görmüş, sonrasında bunun yerine tasarlanacak, halkı da bu yönetim içinde diri tutacak çağdaş yönetim şeklini kafasında belirlemişti. Bu konudaki en büyük desteği; tarih bilgisi, bizzat tanık olduğu gelişmeler, okuyup incelediği, sorguladığı, reform ve rönesans ile büyük atılım yapmış çağdaş ülkelerin benimsediği yönetim biçimleriydi.
Krallık, monarşi, totaliterlik gibi adeta tek adamlık rejimlerinin hiçbir ülkeye yarar getirmediği, bu rejimlerin halk iradesini yansıtmadığı ve sonunda büyük devrimlere bile neden olduğu gerçeğinden hareketle en doğru seçimin “demokrasi” olacağını görmüş ve artık ömrünü tamamlayan imparatorluk yerine çağdaş yönetim tarzı olarak demokrasinin benimsenmesi gerektiğine karar vermişti.
Öyle ki devletin sağlıklı devamı için atılması gereken adımları ilgili makamlarla koordine ederken Meclisi Mebusan’ın toplanmasını önerirken bile kurtuluşun ancak milli egemenlikle sağlanacağını ortaya koyuyordu. Tüm çabalarına rağmen sonuç alamaması üzerine Samsun’a doğru yola çıkarken aklında yine aynı şey vardı. Millet iradesini yansıtacak bir meclis oluşturmak, halka dayanmak ve kurtuluş mücadelesini bu zeminde yürütmekti.
Millî Mücadele sürecinde atılan adımlara bakıldığında, koşullar ne olursa olsun, her türlü kararın halk iradesiyle alındığı, Ata’nin kendi deyimiyle “Ulusal bağımsızlığı milletin azmi ve kararı kurtaracağı” kolayca görülecekti. Nitekim ilk adım Amasya Tamimi ile atılmış, bu tamimle ilk meclisin Sivas’ta toplanacağı belirlenmişti. Ata’nın Samsun’a çıkışından sonra yurdun çeşitli yerlerinde otuza yakın bölgesel kongre toplanmış, bu kongrelerde ilgili bölge temsilcileri bir araya gelerek bölünmeye çalışılan yurt parçalarını bir arada tutmak ya da direnişleri örgütlemek üzere kararlar almışlardı.
Söz konusu bölgesel kongreleri aynı çatı altında toplamayı ve milletçe ortak ses olmayı amaçlayan en büyük kongre ise 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. TBMM, işgal altında kalan bölgeler dahil olmak üzere yurdun her köşesinden gelen temsilcileri, meslek ve tahsilleri ne olursa olsun çatısı altında toplamış, vatan toprağının düşmandan temizlenmesine kadar tüm kararlar orada alınmıştır.
O meclis ki Tuncelili Diyap Ağa’nın “Duydum ki Türklük tehlikeye düşmüş” diyerek kalkıp geldiği yerdi, o meclis ki Atatürk’ü “aynı yerde beş yıl oturmadığı için milletvekili seçtirmemeye çalıştığı” bir yerdi. O meclis ki, Türk ordusu Sakarya’nın doğusuna çekildiği, top seslerinin meclisten duyulduğu sırada dahi yerinden milim kıpırdamadan görev yaptığı bir yerdi. Bugün Atamızı zaman zaman diktatörlükte suçlayanlara, tarihin tanıklık ettiği o kongreler, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve o çatı altında olup bitenler “diktatörlük” iddialarına en güzel yanıt olsa gerektir. Nerede görülmüş, bir diktatörün meclis oluşturduğu ve o meclisin o diktatörü meclise sokmamak için karar almaya çalıştığı!
İşte bugün, her 23 Nisan günü kutladığımız “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nın arka planında güçlü bir toplumsal örgütlenme, o toplumsal örgütlenmenin arka planında da egemenlik kavramı yatar. O egemenlik anlayışıyla Türk halkı işgalcilere karşı direnmiş, örgütlenmiş, savaşmış, bu sırada önüne çıkan engelleri yine egemenlik anlayışıyla aşmasını bilmiştir.
Her yıl kutlanan bu bayramın bir amacı “Egemenlik” denen kavramın ne denli güçlü bir silâh olduğunu anımsama/anımsatma düşüncesi ise, diğer amacı da Ata’nın Türkiye Cumhuriyeti’ni gençlere emanet etmiş olması ve onların daha çocukluktan itibaren bilinçli bireyler olarak yetişmelerini arzu etmesinden kaynaklanır.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.
Yazı: Levent Dinçer / Yelkencinin Gazetesi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.