Bir 30 Ağustos’u Daha İdrak Ederken

1919 yılında başlayıp üç yıl süren “Milli Mücadele”nin askeri anlamdaki zirve noktası 30 Ağustos 1922 tarihiydi. “30 Ağustos 1922”nin temelinde büyük bir siyasi ve askeri zekâ yatıyordu. Neydi bu siyasi ve askeri zekâ?

Uzun süren savaşlardan bıkmış herkesin köyüne çekilip olacakları tevekkülle karşılamaya hazırlandığı bir dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün zihninde şekillenen “Kurtuluş Mücadelesi” meşalesi, işgal güçlerinin vatan topraklarına ayak basmasıyla önceleri “Kuvayımilliye” olarak adlandırılan milis kuvvetleriyle yakılmış, dönemin siyasi ve askeri gelişmeleriyle eş zamanlı olarak yükseltilmişti.

Kuvayımilliye ile işgalci Yunan ordusuna acıtıcı ısırıklar atan Türk direniş güçleri bir yandan Yunan ilerlemesini sekteye uğratırken diğer yandan da işgalin Yunan devletine olan mali faturasının yükselmesine de neden olmuştu.

İş bununla da kalmamış savaşın uzayıp gittiğini ve bir sonuca ulaşamayacağını gören, o zamana kadar Osmanlı topraklarından alacağını alan perde gerisindeki devletler Yunanistan’a verdikleri desteği çekmiş, savaşmaktansa Türk tarafıyla anlaşma yapmayı daha uygun görmüşlerdi.

“Savaşa girerse kendisine Anadolu üzerinde haklar verileceği ve böylelikle Büyük Düşünceyi (Megali İdea) gerçekleştirebileceği” havucuna sımsıkı sarılan Yunan hükümeti ise Yunan halkının savaş karşıtı duruşuna rağmen işgale devam etme ve ulusal direnişi yok etme kararı almıştı. Hatta bir ara Kütahya ve Eskişehir muharebelerinde milli orduyu çembere alıp yok etme noktasına bile gelmişti.

Ancak askeri zekâ bu gelişmeleri an be an izlemiş, isabetli bir kararla orduyu geri çekerek Sakarya Nehri’nin doğusunda tekrar mevzilendirmişti. Bu karar Türk ordusunu Anadolu halkının bağrına daha da yaklaştırırken Yunan ordusunu kaynaklarından daha da uzaklaştırmış, insan ve malzeme kaybına da neden olmuştu. Üstelik askeri zekâ üç hafta süren Sakarya Meydan Muharebesi’yle Yunan ordusunun Anadolu üzerindeki tüm beklentilerine de son noktayı koymuştu.      

Rusya Birinci Dünya Savaşı'ndan ülkesinde ortaya çıkan devrim nedeniyle savaştan çekildi. Savaşın sonucunda emperyalizm karşıtı bir rejim benimseyerek ayrılan Rusya ile yine emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren genç Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde iş birliği yapmış, bu iş birliğini hem askeri hem de siyasi alanda geliştirmişti.

Mustafa Kemal “Türkiye Cumhuriyeti’nin de bolşevik bir rejim izleyeceğini ancak bu bolşevizmin Türkiye’nin kendi dinamiklerine göre şekilleneceğini” beyan ederek Rusya ile siyasi ilişkiler geliştirirken, “Millî Mücadele”yi finanse edecek silah ve maddi yardım desteğini de ihmal etmemişti.

Siyasi ve askeri zekâ bununla da sınırlı kalmamıştı. Mustafa Kemal, aralarındaki siyasi çekişmeleri ve çıkar çatışmalarını dikkatle izleyerek bazı işgal güçlerini savaşmadan devre dışı bırakmaya çalışırken, eldeki sınırlı insan gücünü koruyup tek bir cephede toplayarak sıklet merkezi oluşturmayı da hedeflemişti.

Bu mücadele -her ne kadar dış destek sağlanmaya çalışılmışsa da- elbette temelinde kendi imkân ve olanaklarımızla kazanılmalıydı. Bunun için de elde ne var ne yok her şey seferber edilmeliydi. “Tekâlif-i Milliye” yasaları bu amaçla çıkarılmış, ülkenin en ücra köşesine kadar her noktasındaki vatandaşın bu mücadeleyi desteklemesi hedeflenmişti. Millî Mücadele böylelikle daha da bir anlam kazanmıştı.

Askeri zekâ bu savaşın başat temelinin silâh gücü olacağının bilincinde olarak bir yandan son çare olarak kullanılacak orduyu son vuruş için hazırlarken öte yandan yurt içi ve dışında siyasi girişimlerde bulunmaya da devam etmişti.

Öte yandan askeri zekâ Yunanistan’daki siyasi gelişmeleri de dikkatle izliyordu. İktidar değişikliğinin Yunan ordusu üzerindeki olumsuz etkisini gayet iyi analiz etmiş, 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi’nde maddi, manevi büyük kayıp veren ve 1921 yılındaki mevzilerine geri çekilen Yunan Ordusunun artık daha fazla ilerleyemeyeceğini, bu durumun nihai Türk zafer yolunu açtığını görmüştü.   

26 Ağustos 1922 sabahı itibariyle siyasi zekâ Fransız, İtalyan ve Ermeni tehlikesini fazla savaşmadan devre dışı bırakmış, askeri zekasıyla da İngiliz siyasetinin işgal taşeronu Yunan kuvvetlerinin karşısına bölünmeden, eğitimini ve lojistik desteğini tamamlamış tek bir güç olarak çıkmıştı.

Yüzyıllar boyunca savaş alanlarında aldığı yenilgilerle kendine güvenini yitirmiş Türk ordusu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde, Kuvayımilliye ile başlayıp düzenli ordu ile sürdürdüğü ölüm kalım mücadelesinde özgüvenini tekrar kazanmış, 26 Ağustos 1922 sabahı başlattığı “Büyük Taarruz”unu 30 Ağustos günü işgalci Yunan ordusunun tamamına yakınını Dumlupınar’da imha ederek zaferle taçlandırmıştı.

Tarihe “Başkomutanlık Meydan Muharebesi” olarak geçen 30 Ağustos günü Türk Milleti’nin güçlü tarihi geçmişine yeniden döndüğü, tarihi derinliğiyle yeniden yüzleştiği bir gündür. Her şeyin bittiği sanıldığı bir dönemde, güçlü bir liderlik altında neler yapabileceğini hem kendine hem de tüm dünyaya kanıtladığı bir gündür. Türk halkı 30 Ağustos tarihini sadece bir zafer olarak değil, o zaferin üzerine inşa edildiği kolonları da iyi anlamalıdır.

Bir 30 Ağustos’a daha her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu dönemde, nihai zaferi canları, kanları pahasına kazanıp bize bugünleri armağan eden başta Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm şehitlerimizi, hayatta olmayan gazilerimizi saygıyla anarken, onlara en derin şükran duygularımızı da sunmayı bir borç bilmeliyiz.


Yazı: Levent Dinçer

Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.

Yorum Yap