Teknolojik İlerleme Refah Getirdi mi?

Acemoğlu ve Johnson Hatalı mı?

Bugün bir kitaptan yola çıkarak teknolojinin yarattığı ve yaratacağı değişimlere yönelik görüşlerimi paylaşacağım. İlginç bulacaksınız. İktidar ve Teknoloji - Bin Yıllık Mücadele (Power and Progress) yazarları Daron Acemoğlu ve Simon Johnson. Çok yeni yayınlanmış, 2023'ün son ayında (*).

Daron Acemoğlu, Boğaziçi Üniversitesi’nde yetişmiş, şu anda MIT’de en yüksek fahri unvan olan Enstitü Profesörlüğü sahibi. Yirmi beş yıldır refahın ve yoksulluğun tarihsel kökenleri, yeni teknolojilerin ekonomik büyüme, istihdam ve eşitsizlik üzerindeki etkileri konularını araştırıyor. Ulusların Düşüşü, Dar Koridor adlı kitapları Türkçe yayınlandı. Simon Jonhson ise yine MIT Sloan School’da Ronald A. Kurtz Girişimcilik Profesörü. IMF’de baş ekonomistlik yapmış olan Johnson, otuz yıldır dünya ekonomik krizleri ve iyileşmeleri üzerine çalışıyor. Jump-Starting America, White House Burning ve 13 Bankers isimli kitapların yazarı.

Tarih boyunca teknoloji ve ilerleme el ele yürüyen iki kavram olarak değerlendirilmiş. Teknoloji çoğu zaman gücü elinde bulunduranlar tarafından yönlendirilmiş, ancak bu her zaman toplum yararına mı olmuştur? Bugün tüm dünyada son teknolojik gelişmeler küçük bir sermaye grubunun kontrolündeyken, iktidar ile teknoloji ilişkisini yeniden mi düşünmek gerek?

Daron Acemoğlu ve Simon Johnson bu ilişkiyi tarihsel süreçte ele alıp teknolojiye gözetim değil, demokratikleşme aracı olarak yeniden yön verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Ekonomi ve tarihten süzdükleri oldukça uzun ama kapsamlı bir öykü ile yeni bir vizyona sahipler.

Teknolojideki ilerlemeler sayesinde sürekli daha güzel bir dünyaya doğru yol alıyoruz. Ama tabi ki hala eşitsizlik, hava kirliliği, radikalizm gibi birçok sorunumuz var ama bunlar daha güzel bir dünyanın doğum sancıları mı? Tekno-iyimserlik bütün dünyaya bulaşmış durumda. İnovasyonlar sürekli devam etmeli, kusurları zaman içinde giderilir şeklinde bir düşünce hakim. Bu düşünce tarzı yeni de değil.

Günümüzde “faydacılık” (utilitarizm) felsefesinin kurucusu olarak bilinen Jeremy Bentham’ın 1791de önerdiği panoptikon hapishane tasarımı daire şeklinde bir binanın merkezindeki kuledeki muhafızların doğru ışıklandırma ile mahkumlarda sürekli gözlendikleri izlenimi düşüncesi sonucunda daha itaatkar davranışları toplumun genel çıkarına idi. Bu sistemde olduğu gibi fabrikalarda da gözetim artınca işçiler daha sıkı çalışacaktı, hem de onları daha sıkı çalışmaya motive etmek için ücretlerini artırmaya gerek olmaksızın. Bentham ve Adam Smith, yeni teknolojilerin insanların yeteneklerini artıracağını, tüm ekonomiye uygulanmasının üretkenliği ve verimliliği de artıracağını söylüyordu. Hatta Smith’e göre daha iyi makinalar, daha büyük ustalık, daha doğru iş bölümü sonucunda herhangi bir işi yerine getirmek için çok daha az miktarda emek yeterli hale gelir, toplumun yaşam koşulları gelişir ve emeğin gerçek fiyatının hatırı sayılır biçimde yükselmesi beklenir. Ama öyle de olmadı. Teknolojik icatların pek azı refahta paylaşımı artırdı. Mesela:

·      Orta Çağ ve erken Modern Çağ tarım teknolojik gelişmeleri (sabanlar, gelişmiş değirmenler) yoksul köylüye fayda sağlamadı.

·      Avrupa gemi tasarımı okyanus ötesi ticareti mümkün kılarken, köleleri taşıdı.

·      İngiliz Sanayi Devrimi’nin erken dönemlerinde tekstil fabrikaları küçük bir azınlık için büyük bir servet yarattıysa da işçi gelirlerinde yüzyıl boyunca artış olmadı, yaşam koşulları kötüleşti, iş saatleri uzadı.

·      Pamuk çırçır makinesi icadı ABD’yi dünyanın en büyük pamuk ihracatçısı yaptı, fakat köleliği şiddetlendirdi.

·      19. yy sonunda geliştirilen yapay gübre tarımda verimi artırdı, fakat aynı yöntemle üretilen kimyasal silahlarla 1. Dünya Savaşı’nda yüzbinler öldü.

·      Bilgisayar teknolojilerinde son yarım asırdır yaşanan gelişmeler küçük bir grup girişimci ve yatırımcıyı zengin etti fakat üniversite eğitimi almamışları geride bıraktı, reel gelirler düştü.

Sonuçta tüm bunlara rağmen atalarımızdan daha iyi koşullarda, sağlıklı, uzun, konforlu yaşamamızın temelinde bilimsel ve teknolojik gelişmeler var. Ancak tabana yayılan refah teknolojik gelişimin kendiliğinden veya kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkmadı. Refah paylaşımı ancak teknolojik gelişmelerin yönünün ve toplumun ortaya çıkan kazanımları paylaşma biçiminin dar bir elit kesime hizmet eden düzenlemelerden uzak tutulabildiğinde ortaya çıktı.

 

Sanayi Devrimi ile başlayan ilerleme bugün yapay zeka devrimi ile doludizgin devam ediyor. Peki sadece teknolojik evrim refah getirdi mi? Zenginleşen toplumlar mutlu mu? Son üç yüzyılda dünyamızı değiştiren keşif ve icatların getirdiği teknolojik yenilikler sadece günlük hayatımızı değiştirmekle kalmayıp toplumu iş, sosyal ve idari yönden derinden etkiledi. Eğer insanlık unutmazsa son iki dünya harbi gerek kayıpları gerekse öğretileri ile muazzam bir tecrübe barındırıyor. Ama “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür.” sözü mucibince büyük bir olasılıkla insanlık bundan edindiği dersi unutmuş görünüyor.

Bakalım ne olacak derken size “Mevlam neylerse hayr eyler.” sözünü hatırlatarak teselli vermek isterim.

Sanayi Devriminden Sonra Ne Oldu?

19. yüzyıl İngiltere’sinde siyasi seçim sisteminin değişmesi, işçi haklarını koruyan yasaların yürürlüğe girmesi ve işçi sendikalarının ortaya çıkmasıyla birlikte, ücretlerin belirlenme ve üretimin organize edilme şekli değişti. ABD’den gelen yeni inovasyon dalgası da teknolojiye yeni bir yön verdi. Teknolojinin odağında artık sırf işçilerin yaptığı işleri makinalara devretmek veya işçileri daha iyi gözetleyebilmek değil, işçilerin verimliliğini artırmak vardı. Sonraki yüzyıl boyunca bu durum önce Batı Avrupa’ya sonra tüm dünyaya yayıldı. Bugün atalarımızdan daha iyi koşullarda yaşama sebebimiz erken sanayi toplumundaki işçilerin örgütlenmesi, elitlerin teknolojiyi ve çalışma koşullarına tek başlarına belirlemelerine karşı çıkmaları ve teknolojik kazanımların daha eşit paylaşılmasında diretmeleridir.

1960 yılında sanayileşmiş ülkelerde verimlilik önceki on yıllara göre patlama yapmıştı. Artık Amerikalı, Alman ve Japon bir çalışan başına yirmi yıl öncesine göre ortalamada çok daha fazla üretim yapılıyordu. Otomobil, buzdolabı, mikrodalga, TV, telefon gibi ürünlerin fiyatı ortalama tüketicinin alım gücü içindeydi. Antibiyotikler tüberküloz, zatürre gibi hastalıklara boyun eğdiriyordu. Ancak teknoloji doğaya zarar veriyordu. Nükleer savaş tehdidi de buna eklendi. Ama umutluyduk.

İlk olarak 1930da Keynes’in adını koyduğu “teknolojik işsizlik” endişesi ortaya çıktı. Keynes’e göre yeni üretim yöntemleri insan emeğine olan ihtiyacı azaltabilir, bu da kitlesel işsizliğe yol açabilirdi. Modern ekonominin kurucuları arasında yer alan David Ricardo da bu fikirdeydi. Fakat etkili olamadıkları gibi 1980lerde kişisel bilgisayar ve dijital araçların hızla yayılmaya başlamasıyla iyimserlik daha da arttı. Steve Jobs 2007de “Dünü dert etmektense gelin yarını icat edelim.” diyerek dönemin ruhunu yansıtıyordu. 

Modern Dünyada

Ancak 1980 sonrasında bunun tersi gerçekleşti. 1960'larda 25-54 yaş aralığındaki Amerikalı erkeklerin %6'sı iş gücü piyasası dışında iken, bugün bu oran %12dir. Bunun temel nedeni üniversite diploması olmayanların iyi maaşlı iş bulamamasıdır. Keza, 2. Dünya Savaşı’nı takiben ekonomik büyüme ile çalışanların enflasyona göre düzeltilmiş reel gelirleri artarken, yeni dijital teknolojilerle girişimci, yönetici ve yatırımcılar servet kazandı ancak çoğu çalışanın reel geliri düştü. İki sınıflı bir toplum yaratıldı. İşçiler ayrı, ekonomik ve sosyal imkanları ellerinde tutanlar ayrı yaşıyor. Artık yeni teknolojilerin doğurduğu refahın genele yayılıp yayılmaması ekonomik, sosyal ve siyasi bir tercih. Yeni teknoloji refahın paylaşımına hizmet edebileceği gibi eşitsizliğin artmasına da hizmet edebiliyor.

Teknolojik gelişmelerin meyvelerinin herkes tarafından paylaşılacağı konusundaki iyimserlik “verimlilik vagonu” (productivity bandwagon) anlayışına göre verimliliği artıran yeni makine ve üretim yöntemlerine sahip olup şirketler daha verimli hale gelince üretimlerini artırarak daha çok kazanmak ister, bunun için daha çok işgücü gerekir ve maaşlar yükselir. Örneğin Ford ve GM daha verimli fabrikalar inşa ettikçe, işlerini büyüttüler ve istihdamları arttı. 1899da birkaç bin işçi yılda 2500 araba imal ederken, 1929da her ikisi de yılda 1,5 milyon araba satıyordu ve bu büyüme maaşları ekonominin her alanında yukarı çekti.

Halbuki verimliliğin artması işgücüne olan talebin de muhakkak artacağı anlamına gelmez. Üretkenliğin tanımı çalışan başına ortalama çıktıdır. Bu arttıkça, işgücü talebinin artacağını umarız. Fakat işverenler yeni işçi alım kararında marjinal verimliliğe bakar. Marjinal verimlilik ise farklı dinamiklere sahiptir. Mesela otomasyon ve küreselleşmede verimlilik artmış, kar çoğalmış ama bu, makineleşmeyle ve emeğin daha ucuz olduğu ülkelerde gerçekleştiği için gelişmiş ülkelerde refah paylaşımına bir katkı sağlamadı.

Marjinal verimlilik inovasyon ile yükselir, örneğin yeni bir yazılım tamircilerin marjinal verimliliğini artırabilir. Otomasyon maliyeti azaltıp verimlilik artınca istihdam artabilir. Bu koşullar tüm ekonomiye yayılabilir.

Günümüzde

Bu devirde fikirlerin paylaşılması, bilginin yayılması çok kolaylaştı ve hızlandı. Bilimsel ilerlemenin hayatımızda etkisi de anında kuvvetle hissediliyor. Örneğin 2020 başında Covid virüsünün tanımlanmasından 42 gün sonra aşı geliştirildi. Tabii yine de bilgi birikimi ve bilimi nasıl kullanacağımızın cevabı sahip olduğumuz vizyonda yatıyor.

Günümüzde karar verici güçlerin farklı vizyon ve amaçları doğrultusunda, benzer bilim ve teknolojinin çok farklı amaçlar için kullanıldığını görüyoruz. Sosyal medya gizli veya açık olarak insanları yönlendirmek, takip, mahremini araştırmak için kullanılabiliyor.

Yapay zeka konusunda Kurzweil gibi bazıları bunların insanlarla birleşip süper insan yaratacağını savunurken, Gates ve Musk gibi bazıları amaçları doğru belirlenmemiş yapay zekadan endişe duyuyorlar. Sosyal iktidarı tekellerinde tutan ve bir vizyon oligarşisi oluşturan teknoloji önderleri, entelektüel kanaat önderlerini, gazetecileri, iş dünyasının önde gelen isimlerini, akademisyenleri ve aydınları etki altında bırakabiliyorlar.

Şimdi tıpkı sanayileşmenin ilk evrelerinde olduğu gibi toplumdaki işçi – işveren gibi çeşitli çıkar gruplarının çatışarak doğruyu bulmalarını ve toplumun çoğunluğunun refahını artıracağını umarak bekleyecek miyiz? Veya biz mi harekete geçeceğiz?

Modern toplumlarda geçerli olan güç ikna gücüdür. Siyasi güç, bireylerin ve grupların siyasi ittifaklar kurarak birlikte hareket edebilme kabiliyetinden ve yasaları yapmak ve uygulamak yetkisi olan siyasi kurumlardan oluşur. Ekonomik güç ekonomik kaynakları kontrol etmek ve kullanmak gücünden gelir. Dayatmak ise şiddeti yaratmak ve komuta/kontrol etmek yetisinden gelir. İkna etmek gücü ise gündem belirlemek ve fikirlerini kabul ettirmekten meydana gelir.

Bir fikrin ne kadar kabul göreceği ise kurumsal faktörler, sosyal statü, fikrin doğup yayıldığı çevre, sözcülerinin bireysel özellikleri gibi faktörlere bağlıdır. Güçlü insanlar daha çok özgüvene ve daha geniş sosyal çevreye sahip olduklarından fikirlerini benimsetmeleri daha kolaydır. Genel olarak, basit, arkasında hoş bir hikaye barındıran ve hakikat tınısı olan fikirlerin yayılma şansı daha yüksektir. Bir de sosyal itibarı yüksek bir şahsiyet tarafından dile getirilmesi önemlidir. Evrimsel biyolog Dawkins’in vurguladığı üzere, akılda kolay yer ettikleri sürece çok kötü fikirler de gayet başarılı olabilir. Komplo teorileri buna örnektir. Ayrıca bir fikri ne kadar sık ve ne kadar farklı kişiden duyarsanız, inandırıcılığı ve akla yatkınlığı o kadar artar.

Gündem belirlemeye gelirsek, soruları soran, öncelikleri belirleyen ve seçenekleri seçip eleyenler, kamusal tartışmaların çerçevesini çizme ve diğerlerini ikna etme konularında büyük güce sahiptir. Bizler, “doğrulama önyargısı” ile malulüz yani inancımızı veya görüşümüzü destekleyen kanıtlar bulmaya, önemsenmeye ve hatırlamaya meyilliyizdir. Diğer yandan taklitçilikte o kadar iyiyiz ki, gündem belirleyiciler tarafından ortaya atılan fikir ve vizyonların bizi etkilememesi çok zor. Yanlış bilgi içeren haberlerin yer aldığı sosyal medya sitelerinde benzer bir olgu vardır. Bilginin güvenilmez olduğu net biçimde belirtildiğinde bile katılımcılar gördüklerinin etkisinde kalır.

Fikrinizin başarılı olması için sizin şahsi çıkarlarınızı değil, kitlelerin çıkarlarını gözeten, en azından öyle görünen bir bakış açısı sunmanız gerekir. Üstelik tutkuyla bağlanılan bakış açıları genelde daha baskın, hatta bulaşıcı hale gelir. Varlıklıysanız veya siyasi nüfuzunuz varsa sosyal statünüz yüksek olur. Lord Acton’un 1887de söylediği gibi: “Güç insanı yozlaştırır.” İnsanlar esas önemli olanın kendileri yani fikirleri ve çıkarları olduğuna kendilerini inandırır, diğer fikirleri göz ardı etmek için mazeretler uydururlar. Sosyal psikolog Dacher Keltner: İnsanlar ne kadar güçlüyse, davranışlarının diğerlerine olan sonuçlarını göz ardı etme ve bencilce davranmaları o kadar muhtemeldir, der. Herhalde zengin ve yüksek statülü insanlar aslında kendi hakları olanı aldıklarını düşünüyorlar, pahalı arabaların trafikte sıra beklememesi gibi. Güç insanı diğerlerinin acılarına karşı duyarsızlaştırır.

Bu nedenle, geleceği şekillendirirken baskın vizyonu dengeleyen farklı seslerin, çıkarların ve bakış açılarının söz hakkına sahip olması önemlidir. Ayrıca bencil ve kendinden aşırı emin vizyonları dizginlemek gerekir. Bunun için demokratik siyasi kurumlar önemlidir. Çok seslilik demokrasinin en büyük gücüdür. Siyasi ve sosyal tercihleri domine eden tek bir bakış açısı olmadığında, bencil vizyonlar dizginlenebilir. Demokratik olmayan rejimlerde genelde siyasi bağlantıları olan kişi ve şirketler kayrılır. Tekeller yaratılarak kaynakların elit kesimlere, yandaşlara akması sağlanır. Ancak şimdi mesela Avrupa Birliğinde elitler arasında tehlikeli bir biçimde “teknokratlara delege etme” fikri yaygınlaşmakta, para, vergi, iklim krizi, yapay zeka regülasyonlarını teknokratlara bırakıp halkı karıştırmamak görüşü yayılmaktadır.

Yazarlara göre, demokrasinin en büyük avantajı dar vizyonların hegemonyasından kaçınılabilmesidir. Demokrasi toplumda daha dengeli bir sosyal güç dağılımı ve daha iyi yasalarla idare sağlar. Ayrıca sıradan insanların siyasi açıdan aktif, farklı bakış açılarının masaya yatırıldığı, gündem belirlemede tekellerin önlendiği bir çerçeve oluşturur.

Özetle ister Orta Çağ aristokrasisi, ister ABD plantasyon sahipleri, ister Rus Komünist Parti Liderleri için olsun, teknoloji sosyal açıdan asla nötr olamadı ve ilerleme adı altında yapılan uygulamalar arkalarında mutsuz insanlar bıraktı. Tarihsel süreçte teknolojik getirilerin geniş kitlelerce paylaşımı, ancak toprak sahiplerinin ve dini elitlerin, vizyonlarını dayatma güçlerinin yeterince baskın olamadığı ve yeni teknolojilerin yarattığı üretim fazlasını kendilerine ayıramadıkları zaman gerçekleşmiştir. Tarımsal dönüşüm dönemlerinin pek çoğunda bu dönüşümün getirileri çok dar bir zümre arasında paylaştırılmıştır.

Sanayileşme döneminde işçilerin fabrikalarda ve kent merkezlerinde bir araya toplanması, tarım toplumunda olmayan bazı dengeleyici güçlerin yeşermesi ile  ilerleme toplumda daha farklı noktalara varabildi. 19. yüzyılda bilgiler hızla yayılmaya başladı. 12 Haziran 1851de Londra’da 13 bin kişinin katılımcı olduğu fuarda her türlü makine sergilenirken yeni bir girişimci sınıfı doğmuştu. Bu sınıf soylu veya zengin bir aileden gelmiyordu, mütevazi imkanlarını teknoloji ve girişimcilik yetenekleri ile birleştirerek, iş dünyasında başarılı ve zengin olmak isteyen kişilerdi. İngiliz Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkışındaki en büyük faktör bu yeni mucit ve girişimci sınıfın yükselişidir. Artık İngiltere’de orta sınıf insanlar teknoloji sayesinde yüksek mevkilere gelebiliyordu. Bunun sebebi önceki yüzyıllarda İngiliz toplumunda meydana gelen derin sosyal ve kurumsal değişimlerdi.

Sanayi Devriminin sebebi öncesindeki Bilim Devrimi ile aydınların doğaya bakış açılarının değişmesi miydi? Bilim Devrimi aslında bütün Avrupa’yı kapsamaktaydı, dahası Çin 1500 yılında bilimde çok öndeydi ancak sanayileşme hareketi orada oluşmadı.

Bilim devriminin Sanayi Devrimi’ne üç önemli katkısı oldu. Birincisi bilim girişimcilerin ve mucitlerin mekanik becerileri için zemin hazırladı. İkincisi bilimsel yöntemler önce fizik, kimyada sonra endüstrideki buluşları sağladı. 18. yüzyılda İngiltere’nin Sanayi Devrimi’nde öncü olmasında coğrafya, kültür, doğal kaynaklar, ekonomik faktörler ve devlet politikalarının rol oynadığını söyleyebiliriz.

Aslında uzun zamandan beri süregelen sosyal değişim bu süreçte esas rolü oynamıştır. 16. yüzyıl sonunda İngiltere Hıristiyanlıkta mezhep seçimini değiştirdi; hatta kendi Anglikan Kilisesini kurdu. Katoliklikten Protestanlığa geçti. Ancak Britanya’dan başka Almanya, İskandinavya ve Çek Cumhuriyeti gibi Protestanlığı benimseyen ülkeler vardı. Hatta Kıta Avrupa’sında kömür yatakları gibi doğal kaynaklar da vardı. Ama bunlar Sanayi Devriminde belirleyici olmadı. Sanayi Devrimi’ne su gücüyle çalışan tekstil fabrikaları öncülük etti. Kömür ve demirin önem kazanması 1830dan sonra Sanayi Devrimi’nin ikinci aşamasında oldu.

Ekonomik faktör olarak görülen yüksek işçi ücretleri ve bu nedenle işçilikten tasarruf sağlayan teknolojilerin cazip hale gelmesi de yaygın bir sorundu, Hollanda ve Fransa’da da ücretler yüksekti. İşçi maliyetleri büyük ihtimalle destekleyici faktör oldu. Yeni teknolojiler yüksek becerili zanaatkarların yerine makineleri ve vasıfsız ucuz emeği koymayı hedefliyordu. Tarımda verimlilik, toprak sahipleri ve tüccarların mülkiyet haklarının hukuken güvenceye alınması, köle ticaretinden ve Karayip’teki plantasyonlardan elde edilen karların sanayileşmedeki etkisi, bunların hiçbiri yeterince büyük ve belirleyici bir faktör değildi. Ama orta sınıf kilit rolü oynadı.

Sanayi Devrimi’nin erken dönemdeki en başarılı isimler arasında sayılabilecek Abraham Darby (kok kömürüyle çalışan maden eritme ocağında pik demir üretimi), Thomas Newcomen (buhar makinası), Richard Arkwright (eğirme makinası), Josiah Wedgwood (seramik), James Watt (gelişmiş buhar makinesi) düzgün okul eğitimleri olmayan alaylı mucitlerdi. İngilizler’in halkın egemenlik ve bireyselliğine dair geçmişi bin yıla uzanan anlayışından doğan geleneksel yapısı, bu değişimler için hammadde görevi görmüştür.  

Çin’de Sanayi Devrimi için gerekli ilim ve keşif kapasitesi vardı ancak insanlarını yaratıcı, yenilikçi ve hatta yerleşik üretim ve benzeri fonksiyonlarda mevcut hale kafa tutmaya cesaretlendiren bir kurumsal yapı eksikti. Britanya’da toplumda yükselmek istiyorsanız, varlık edinmeniz gerekiyordu.18. yüzyılda hızla değişen Britanya ekonomisinde varlık edinmenin tek yolu ise toprak sahibi olmak değildi. Ticaret yaparak ya da fabrika kurarak da para kazanılabiliyordu. Toplumsal statü bunu takip ediyordu. Sonuç olarak sanayideki girişimciler teknoloji, organizasyon, büyüme ve ücret stratejileri konusunda karar alırken, tercihleri kendi çıkarları doğrultusunda oldu; üretkenlik artışından elde edilen fazlayı işçilerle paylaşmadılar. Ama işçiler kendi siyasi ve sosyal güçlerine kavuşunca talepkar oldular.

Britanya’da görülen teknolojik ilerlemenin çalışanların aleyhine sonuçlar doğurması, bir tercihtir; ilerlemenin kaçınılmaz bir yan etkisi değildir. Toplumda önce işyerlerinde, sonra siyasi arenada fabrikatörlere ve zengin elitlere karşı güç dengesi oluşmaya başlamasının ardından işçiler daha iyi koşullar ve daha yüksek ücretler için pazarlık edebildiler. Erken dönemde fabrikalarda verimliliği basit ve tekrara dayalı işlerdeki iş bölümü ve iş disiplini artırıyordu. Adam Smith “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde fabrikada iğne yapma sürecini örnek vererek her işçinin çok spesifik bir görevi yerine getirdiğini vurgulamıştı. Bununla beraber çalışma saatleri uzadı, karar alma süreçleri askeriyeden esinlenerek hiyerarşik bir yapıya bağlandı. İşçilerin ağır çalışma şartlarının ve düşük ücretlerinin bir nedeni yoksul ve yetimlere uygulanan şefkatten yoksun kamu politikalarıdır. Bu arada çevre kirliliği kontrolden çıktı. Bu zor yaşam koşulları ve alkol aile içi şiddeti arttırdı. Ancak 1840lardan sonra başta demiryolları olmak üzere, telgrafın icadı, telefon şebekelerinin kurulması ve artan verim ile yeni işler yaratan ve işçilerin marjinal verimliliğini yükselten inovasyonlar oldu. Tüm bunlar emeğin yeterli pazarlık gücüne sahip olmasında rol oynadı.

İngiltere’yi refah paylaşımına iten çok önemli diğer bir faktör de 19. yüzyılın ikinci yarısında patlama yaşayan ABD endüstrisi idi. Amerika’nın teknolojide izlediği yol verimliliği artırmaya odaklanmıştı ve işçi marjinal üretkenliğine büyük katkıda bulundu. Britanya ve Avrupa’da ekonomilerde işgücü talebi artıyordu. ABD’de toprak ve sermaye bol fakat özellikle nitelikli işgücü kıttı. Amerika’ya göç edenlerin ücretleri ve pazarlık güçleri, geldikleri ülkeye göre daha yüksekti. Nitelikli işgücü maliyetinin yüksek olmasından dolayı Amerika sadece icatlarla otomasyona değil, aynı zamanda düşük vasıflı işçilerle verimliliği artırmaya öncelik verdi. 

1850'de ABD’de 2193 patent alınırken, bu sayı 1910da 67.370'e yükseldi. Sistem yaklaşımı ve toplu üretim, üretimi artırıp maliyeti azalttığı için işçilerin marjinal verimliliğini ve yaşam standardını artırdı. Elektrik motorlarının kullanımı ile fabrikalarda eski kayış/kasnak tahrik sistemine kıyasla daha esnek üretim şekilleri, modüler yapı kabil oldu. Spesifik makinelerin sayısı hızla arttı. Fabrikalarda istihdam edilen artan sayıdaki beyaz yakalılar tasarımları iyileştirdiler, verimliliği artırdılar, yeni fonksiyon ve görevler yaratarak üretim yöntemlerini sil baştan düzenlediler ve mavi yakalılara olan talebi artırdılar.

Diğer taraftan Britanya’da fabrikalar işçilerin örgütlenmesini kolaylaştırdı, iyi çalışma koşulları ve siyasi haklar talep eden farklı hareketler doğdu. Siyaset kamu baskılarına duyarlı hale gelmişti.

1871de çıkan yasa ile sendikalar tamamen yasal hale geldi. Yeni sendikacılık çatısı altında kurulan İşçi Temsil Komitesi, İşçi Partisi’nin temelini oluşturacaktı. Tüm bu örgütlenmenin altında, sanayi faaliyetlerinin ülke çapında yayılmış olması ve artık insanların şehirlerde kalabalık gruplar halinde çalışıyor ve yaşıyor olması yatıyordu.

19. yüzyılda yaşanan teknolojik gelişmeler farklı ülkelerde farklı etkilere sebep olmuştur. Örneğin demiryolları Hindistan’ın ekonomik modernizasyonuna değil, İngilizlerin ekonomik çıkarlarına yaradı. İngiltere’nin ham pamuğa erişimi kolaylaştı, “Avrupa” ürünleri Hindistan’ın ücra bölgelerinde satıldı ve böylece Hindistan sanayisi daha zora girdi. Özetle Hindistan ve Afrika’nın bazı bölgeleri, Avrupa’nın büyüyen sanayi üretim iştahını doyurabilmek için hammadde tedarikçisi konumuna indirgendi.

Birinci Dünya Savaşı ve ardından grip salgınında Avrupa’da milyonlarca kişi ölmüştü. 1930a gelindiğinde Avrupa’nın çoğu ülkesindeki ekonomik daralma Amerika’dan beterdi. Almanya zaten büyük bir siyasi kutuplaşmanın içindeydi. İşsizlik %30un üzerine çıkmıştı. Tüm sorunlar Nasyonel Sosyalist Parti’nin yükselişine zemin hazırladı. Fransa’da da durum benzerdi, aşırı uçlardaki partiler güç kazandılar. İsveç ise çok farklı bir tepki verdi. İsveç İşçi Partisi tarım işçileri ve orta sınıfla koalisyon kurdu, emek ve sermaye arasında daha dengeli bir kar paylaşımı için temeller atıldı, vergilendirme yoluyla yeniden dağıtım ve sosyal sigorta programları uygulandı. Parti, rant paylaşımını kurumsallaştırmak için hükümeti, sendikaları ve özel işletmeleri bir araya getirdi. 1938de İskandinav sosyal demokrat sisteminin temel unsurlarını kabul eden iş dünyası ile bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın en önemli maddeleri, ücretlerin sektör düzeyinde belirlenmesi, karların ve üretim artışlarının işçilerle paylaşılması, şirketlerin çalışma koşullarını sendikalarla müzakere etmesi, toplu işten çıkarmalardan kaçınması ve devlet teşvikleri ile işçi dostu teknolojilere yönelmesiydi. 20. yüzyıl başında ülkenin en zengin %1inin gelirdeki payı %30un üzerindeyken, 1960lara gelindiğinde İsveç dünyanın en eşit ülkelerinden biri haline geldi. Nüfusun en zengin %1inin ulusal gelirdeki payı %10 civarına geriledi. 

ABD Başkanı Roosevelt de Büyük Buhran’ı aşma vaadiyle başa geçti. 1933'de ABD ilk kez asgari ücret uygulaması başlattı. Vizyonunda kamu projeleri, kurumsal vizyonlarla hükümet düzenlemeleri ve işçi hareketinin güçlendirilmesi vardı. 1935 Wagner Yasası ile işverenlerin tehdidi ve işten atılma korkusu olmadan işçilere toplu örgütlenme hakkı tanındı. Fakat İsveç İşçi Partisi aksine, toplumda arzulanan hedefler tam olarak hayata geçirilemeyecekti.

İsveç ve ABD’de bu büyük kurumsal revizyonların demokratik sistem içinde gerçekleşmiş olması son derece önemlidir. 2. Dünya Savaşı’nı Müttefikler’in kazanmasında ABD’nin tüm ekonomisini savaş üretimine yöneltmesinin büyük etkisi oldu. Savaş sırasındaki ve sonrasındaki verimlilik artışları ile kişi başına GSYH 1940 -1973 arasında yılda ortalama %3.1 büyüdü. Otomobil endüstrisinde zaten iyice yerleşmiş olan seri üretim yöntemleri, savaş sonrasında Amerika endüstrisinin her sektörüne yayıldı. 1930larda ABD yılda yaklaşık 3 milyon otomobil üretirken 1960larda bu sayı 8 milyona çıktı. Otomobili yapan Amerika, ancak Amerika’yı Amerika yapan da otomobildir, denilebilir. Ortalama reel ücretler artarken, eşitsizlik hızla azaldı. Bu gelişmelerin sırrı, her seviyeden işçi için yeni ek istihdam yaratacak işler sağlayan bir teknoloji ve işçilerin üretkenlik artışlarını işverenler ve yöneticiler ile paylaşmasını sağlayacak bir kurumsal çerçeveydi.

Şimdiye kadar incelediğimiz süreçte, 20. yüzyılda dünyaya hakim üç imparatorlukta da bu gelişmeler farklı olmuş ve sosyal yaşam farklı şekilde gelişmiştir. Yazarların detay verdiği Birleşik Krallık (İngiltere) ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Sanayi Devrimi gerçekleşirken, diğer iki imparatorluk yok olmuştur. Avusturya Macaristan İmparatorluğunun yerine kurulan Almanya ve diğer bazı ülkeler faşizme sürüklenirken Kıta Avrupası’nı da etkilemiş ve peşinden sürüklemiştir.

Osmanlı İmparatorluğu ise tamamen yok olmuş ve yerine kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti ancak dünya savaşlarında kazanan tarafı tutmakla hayatını sürdürebilmiştir. Savaş sonrası da Kıta Avrupası ülkeleri ve Japonya, Pasifik kıyıları gibi kendini toparlayamamış, irtifa kaybetmiştir. Bugün de yapısal sorunlar ile boğuşmaktadır.

John Keynes tarafından dile getirilen teknolojik işsizlik endişeleri, 2. Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde daha güncel hale geldi. 1946'da Fortune “Otomatik Fabrika” başlıklı sayısında, o dönemde yaşanan otomasyon heyecanını “Emek gerektirmeyen makinelerin tehdidi ve vaadi hiç bu kadar yakın olmamıştı.” sözleriyle paylaştı. Devlet bir yandan otomasyon teknolojilerine doğrudan yatırım yapıyor, dijital teknolojilerin geliştirilmesi için teşvik veriyor diğer yandan artık bu hızlı otomasyon furyasında yeni işler yaratılmasının önemini biliyordu. ABD eğitim sistemi, yeni işlerin gerektirdiği becerileri işçilere kazandıracak şekilde genişledi. Bu arada işçi sendikalarının savaş sırasında oynadıkları kritik rol ve Wagner yasası işçi hareketini güçlendirmişti. 1946da ülke tarihinin en yoğun işçi-yönetim çatışması dönemi ve grev dalgası yaşandı. Sendikalar maliyet azalmalarının ve verimlilik artışlarının işçilerle paylaşılmasını istiyorlardı. Yeni işlerin ortaya çıktığı sektörlerde, daha yüksek üretkenlik artışlarının yanında daha düşük vasıflı işçilere olan talebin de yükseldiği görüldü. Bu arada tüketici aktivizmi sayesinde çok önemli bazı regülasyonlar geldi. Ralph Nader’in 1965te yayınlanan kitabı “Unsafe at any speed” şirketlerin hesap sorulabilir olması konusunda bir manifestoydu. 1966da arabalar için ilk güvenlik standartlarını belirleyen Ulusal Trafik ve Motorlu Taşıtlar Güvenlik Yasası çıktı. İşletmelerin yarattığı çevre kirliliğini önlemek amacı ile 1970te Çevre Koruma Ajansı kuruldu. İşçilerin sağlık ve güvenliği için İşçi Sağlığı ve Güvenliği İdaresi (OSHA) kuruldu. 1972de Tüketici Ürünleri Güvenliği Yasası ve Eşit İstihdam Fırsatları Yasası yürürlüğe girdi. FDA’ye ciddi yetkiler verildi. Bütün bu değişiklikler yeni bir regülasyon yaklaşımının ürünüydü.

Avrupa cephesine bakılırsa savaştan sonraki otuz yılda çılgın bir ekonomik büyüme yaşandı ve kitlelerce paylaşıldı. Aynı ABD gibi ilk aşamada işler otomatikleşirken aynı zamanda yeni işler yaratan işçi dostu teknolojiler yer aldı. Savaş sonrası Marshall Planı çerçevesindeki yeniden yapılanma programı, teknoloji transferi için gerekli yol haritasını sağladı. Bu ekonomik kalkınma modeli işçi eğitim programlarıyla desteklendi. Kuzey ülkelerinde teknolojik yatırımlar korporatist model çerçevesinde yapılırken, Alman sanayisi kendine has bir çıraklık eğitim sistemi geliştirdi. Refah paylaşımının ikinci ayağı olan işçi hareketine gelince, Britanya’da William Beveridge liderliğinde bir hükümet komisyonu 1942de yayınladığı raporla insanları “beşikten mezara” koruyan bir devlet sigortası programı için şablon sundu. Programın ana bileşenleri arasında sosyal güvenlik, işsizlik sigortası, işçi tazminatı, sakatlık sigortası, çocuk yardımları ve kamulaştırılmış sağlık hizmetleri vardı. Savaşın hemen sonrasında raporu harfiyen uygulama vaadinde bulunan İşçi Partisi iktidara geldi.

Batı dünyasında refah paylaşımı adına eşsiz bir dönem yaşanırken, üç grup siyasi güçten ve ekonomik faydalardan yoksun bırakılmıştı: kadınlar, göçmenler ve başta Amerika’daki siyahlar olmak üzere azınlıklar. Dışlanan bir başka grup da Doğu Asya ülkeleri idi. Hala Avrupa’nın sömürgesi olan bölgelerdeki halkların ne söz hakları vardı, ne refahtan pay hakları. Oysa Batı dışında hızlı büyüme kervanına Japonya ve Güney Kore de katılmıştı.

Daha sonra ABD’de dengeler değişti. Refah paylaşımının altında yatan ekonomik model sorgulanmaya başlandı. İş dünyası regülasyonlara ve işçi sendikalarını güçlendiren yasalara karşı 20. yüzyıl başından beri örgütlenmekteydi. Büyük şirketlerin yöneticileri American Enterprise Institute ve American Liberty League gibi organizasyonlar kurarak politikaları eleştirdiler ve alternatifler ürettiler.

O dönemin işveren yanlısı sağcı örgütleri ve düşünce kuruluşları zengin Amerikalılar’dan finansman sağladılar. Genelde olduğu gibi büyük ABD şirketlerinin vergiden muaf hayırseverlik faaliyet ve bağışları stratejik çıkarları ile örtüşen amaçlara aktı. 1980e gelindiğinde iş dünyası için iyi olanın ülke için de iyi olduğu görüşü olağan hale geldi.

İş dünyası için iyi olan değişiklikler toplumun geneli için de iyiydi çünkü işçilere olan talebi artırır ve refah paylaşımına yol açardı. Bunun bir adım ötesi ekonomide damlama teorisi (trickle-down theory) Reagan’ın 1980 ekonomik politikalarıyla özdeşleşmiş ve “Zenginlerin vergilerini düşürürsek daha fazla yatırım yaparlar, verimlilik artar, toplum faydasını görür.” teorisi idi.

Serbest piyasa görüşüne göre şirket güvensiz veya düşük kalite ürün pazarlarsa tüketiciler rahatsız olur ve diğer şirketlerin sunduğu iyi alternatifleri tercih eder. Dolayısıyla ek düzenlemeler ayak bağıdır, karlılığı azaltır ki o zaman şirketler ya fiyat arttırır ya da işgücü talebini azaltır. İdealize edilmiş piyasa sürecine dair bu fikirler Adam Smith’in Ulusların Zenginliği eserinde “görünmez el” kavramını anlattığından beri ekonomik teorilerde kendine yer bulmuştur. Görünmez el metaforu yeterli rekabet olduğunda piyasada herkes için iyi sonucun kendiliğinden yani “görünmez el” tarafından sağlanacağını iddia eder.

Diğer taraftan John Maynard Keynes gibi isimler, piyasa işleyişinin ideal olmadığını vurgular. İdeal regülasyona sahip olmak imkansızdır. Savaş sonrası devlet düzenlemeleri verimsizlikler getiriyordu. Böylece regülasyona tabi olmayan piyasaların hem ülkenin hem de kamu yararına işlediği fikri yeni kamu politikalarının temelini oluşturdu. Chicago üniversitesinden George Stigler ve Milton Friedman (Nobel ekonomi ödülü sahibi) şirketlerin tek yapması gerekenin kar etmek ve hissedarlarına yüksek getiri sağlamak olduğunun altını çizdi. Üst yöneticilere performans ödülleri, hisse senedi opsiyonları verilerek performanslarını hissedarlara kazandırdıkları değere bağlı hale getirmenin önü açıldı. Ama Enron örneğinde olduğu gibi bazı yöneticiler çizgiyi aştılar. Ayrıca bu doktrinle yönetici-işçi dengesi değişti. 

Artık refahın paylaşıldığı dönemin sonuna gelindi. 1960lı yıllarda bilgisayar devriminin ana bileşenleri özgürlük ve merkeziyetsizlikti. Ted Nelson hacker’lığın el kitabı niteliğindeki Computer Lib’de “Bilgisayarın gücü halkındır, cybercrud istemiyoruz.” derken “cybercrud” terimi ile güçlü insanların bilgisayarlar ve enformasyon hakkında söyledikleri yalanları ifade ediyordu. 

Maalesef Batı dünyasında yüksek işsizlik ve enflasyon seviyelerine (stagflasyon) neden olan 1973 ve 1979 petrol krizleri oldu. Büyümedeki yavaşlama her kesime eşit yansımadı. Lisansüstü derecesi olanların ücretleri hızla artmaya devam ederken, lise veya daha düşük eğitimi olanların ücretleri 1980-2018 arası yılda ortalama yüzde 0,45 (binde 4.5) düştü. Sermaye ve emek arasındaki gelir dağılımı da bu dönemden başlayarak ciddi biçimde değişti, 1980lerden itibaren sermayenin payı büyürken işçilerin payı küçüldü. Emeğin ulusal gelirden aldığı pay 2019da %60ın altına düştü. Eşitsizliği artıran iki büyük değişimden biri emek hareketinin dengeleyici gücü olmadan şirketlerin işgücü maliyetlerini düşürmeye öncelik vermesi, üretimi sendikasız fabrikalara ve özellikle Çin ve Meksika gibi işçi maliyetlerinin düşük olduğu ülkelere yani yurtdışına kaydırması, dış kaynaktan teminin (outsourcing) yaygınlık kazanmasıydı.

Ben bu süreçte toplumda düşünce hayatında gerçekleşen savrulmaları ve muhtelif uygulamaları bir istihza ile (sarkastik, alaycı bir şekilde) okuyorum ve insanların ne kadar menfaatperest, acımasız ve bazı umumi kuralları benimseyip uygulamaktan aciz olduklarını görüyorum. Ama tabii bilmek yetmiyor, biz bunları bilip birbirimize tavsiye ederken samimiyetten yoksun ve sözümüzün eri olmadığımız için bir faydasını görmüyoruz. Hatta çelişkilerle dolu sosyal hayatımız bizi karamsarlığa sürüklüyor.

Mesela “kul hakkı” diye bir mefhuma inanırken “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” derken, aynı zamanda “Her koyun kendi bacağından asılır.” “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” diyebiliyoruz. Ben bu saçmalıklara bir anlam veremiyorum. Zaten galiba herkes de boşvermiş! Neyse devam edeyim…

Otomasyon

Özellikle uzak tesislerdeki faaliyetlerin izlenmesini ve koordinesini sağlayan dijital araçlar üretimin kaydırılması ve outsourcing sürecinde yardımcı olmuştur. İşin aslı globalleşme ve otomasyon birbirini besledi. Hemen her sektörde mavi yakalı ve büro çalışanları robot ve yazılım otomasyonlarının ana hedefi oldu. İlaveten Çin’den ithalatın oluşturduğu rekabet tekstil, oyuncak gibi nice imalat sektörünü etkiledi. Ekonomik durgunluğa sürüklenen bölgelerde evlilik sorunları arttı; psikolojik sorunlar, uyuşturucu, alkol, intihar oranları yükseldi. Piyasa mekanizmalarının kusursuz çalıştığı, regülasyonların gereksiz olduğu ve şirketlerin asıl işinin hissedar değerini maksimize etmek olduğu görüşleri kabul edilse de, tekel konumunda şirketlerin yeni rakiplerin girişini engelleyebilmesi veya rakipleri satın alabilecek güçte olmaları sosyal dengeleri bozan önemli faktörlerdir. Büyük şirketlere şüpheci yaklaşmanın bir sebebi piyasanın işleyişini engelleme ihtimalleri, diğer sebebi ise Kenneth Arrow’un ismini taşıyan “Arrow ikame etkisidir”. Bu olgu daha sonra Clayton Christensen tarafından “yenilikçinin ikilemi” olarak adlandırılmıştır. Bu teze göre büyük şirketler inovasyon konusunda çekingen olurlar, çünkü piyasadaki mevcut ürün ve hizmetlerden elde ettikleri karların azalmasından korkarlar. Yeni ürünler mevcut şirkete daha yüksek bir kar vadetmeyebilirler oysa pazara yeni giren bir şirket için bu tatminkar olabilecektir. Büyük şirketler belli bir coğrafyada veya sektörde güç elde ettiğinde onların vizyonuna karşı çıkmak zorlaşır; politik ve sosyal gücü yönlendirebilirler. Ama 1960lara gelindiğinde anti-tekel yasaları da, tıpkı regülasyonlar gibi, devletin piyasalara el atması olarak görülüyordu. Örneğin Google ve Amazon gibi büyük şirketler tekele benziyor ve tekel gibi davranıyor olabilirlerdi ancak fiyatları artırdıkları kanıtlanana kadar devletin bir şey yapmasına gerek yoktur, diye revaçta olan bir görüş vardı.

Bugün Google, Facebook, Apple, Amazon ve Microsoft birlikte ABD GSYH’ sının yaklaşık beşte birini oluşturuyorlar. Müdahale etmeme anlayışının etkisiyle Facebook WhatsApp ve Instagram’ı alabilmiş, Amazon Whole Foods’u alabilmiş, Time Warner ve America Online birleşebilmiştir. 1980lerde Amerikan şirketleri Japonların rekabeti ile başa çıkmak için işçilik maliyetlerini azaltmak gerektiğine karar verdiler. Bu yönde Mc Kinsey gibi yönetim danışmanlığı şirketleri yardımcı oldu; vasıf gerektirmeyen pek çok görev ortadan kaldırıldı. Neticede otomasyon ve robotlar verimi artırmak yerine, istihdam ve ücretleri azalttı. Aslında son birkaç on yılda, her gün yeni bir ürün ve yeni bir dijital uygulama bombardımanı altında olduğumuz halde, paylaşılabilecek verimlilik artışları azaldı. Fransa’da sendikalar ve asgari ücret politikaları ile eşitsizlik bir derece dizginlendi. Sonuçta endüstriyel işçi başına düşen robot sayısı ABD’nin iki katından fazla olan Almanya’da, Japonya’da şirketler mavi yakalı işçileri yeniden eğitmeye özen gösterdiler, bilgisayar destekli tasarım ve kalite kontrolü ek istihdam yarattı.

Şimdi Yapay Zeka

Bazı olumsuz yönleri olacağı konuşulsa da YZ sayesinde özellikle “hayat kurtaran” mesleklerde işlerin daha verimli yapılmasının sağlanacağı, kişiselleştirilmiş tıp gibi yeniliklerin mümkün olacağı görüşü hakimdir. Economist 2021 Nisan raporunda yapay zekalı otomasyondan gereksiz yere korkulduğunu belirtiyordu. Yazarlar dijital teknolojilerin insanlara yararlı olduklarına inanıyorlar.

Artık yapay zekanın hedefi rutin olmayan işleri de otomatize etmek. Robotik süreç otomasyonu, otomatik ses tanıma sistemleri ve uzaktan IT desteği veren robotlar artık kredi kartları ve e-ticarette kullanılıyor. Benimsenmesi gereken düstur, yapay zeka, robot veya makine ile otomasyonun insanlara ne kadar faydalı olduğudur. Örneğin GPS çok akıllı olmasa da faydası çoktur. Oysa modern yapay zeka çalışmaları Turing’in izinden giderek yapay zekayı kendi kendine davranan, insan seviyesine ulaşan ve ardından insanı aşan makineler olarak tanımlayan bir anlayışa odaklandı.

Günümüzde yapay zeka ile büyük veri ayrılmaz ikili haline gelmiştir. Böylece modern yapay zeka, ölçeklendirilebilir ve farklı konularda kullanılabilir olmuştur. En büyük hedef, insanların yapabileceği her şeyi yapabilen, tamamen otonom genel bir yapay zekanın geliştirilmesidir. Bu yaklaşımla yapay zeka çalışmaları otomasyonda daha fazla kullanılabilecektir. İnsanların yaptığı üretken işlerin büyük bölümünde rutin ve karmaşık görevler iç içedir. İnsan zekası sosyaldir; sorun çözme ve uyum sağlama için gerekli bilgileri toplumda açık veya dolaylı iletişim yoluyla kazanırız, akıl yürütmemiz sosyal iletişime bağlıdır, insanların yek diğerleri ile ilişkileri; empati ve hedef birliği onlara ek beceriler ve yetenekler kazandırır. Ne yapay zeka ne de geleneksel dijital teknolojiler sosyal etkileşim, adaptasyon, esneklik ve iletişim gerektiren temel işleri yapamıyorlar. Model tanıma ve öngörü için kullanılan istatistiksel yaklaşımlar çoğu insan becerisinin özünü yakalama konusunda yeterli değildir.

İnsanların varsayıldığı kadar gereksiz olmadığı ve zeki makinelerin varsayıldığı kadar zeki olmadığı durumlarda ortaya “şöyle böyle otomasyon” çıkıyor. Yapay zeka dalgası ile “iki katmanlı toplum” tekrar doğmuş, tekno-elitlerin ellerindeki araçların gücü artmış, işler otomatikleştikçe insanlar kenara itilmiştir. Ne yazık ki yapay zeka demokrasiyi de menfi yönde etkilemektedir. Çin gözetleme modeli, sosyal kredi sistemi bir “dijital diktatörlük” prototipi midir? Çin’i İran ve Rusya takip ediyormuş. Toplumdaki aykırı sesleri bastırmaya kararlı yönetimler yeni yapay zeka teknolojileri talep ediyor, araştırmacılar bu yönde ürünler geliştirdikçe, yapay zeka daha çekici hale geliyor.

Bir başka olay yanıltıcı bilgilerin kolayca yayılmasıdır. 2016 başkanlık seçimlerinde Facebook sağ eğilimli kullanıcılar için yanıltıcı bilgilerin ana vitrini haline geldi. “Yankı odaları” nedeniyle farklı seslerin insanlara ulaşma ihtimali azaldı. Algoritmaların kullandığı filtreler bir “filtre balonu” yaratıyor, insanların sadece kendi politik görüşleriyle uyumlu olan sesleri duyduğu yapay dünyalar oluşuyor. Facebook etkileşim hedeflerine ulaşmak için insanlarda en fazla duygu ve tepki uyandıracak şekilde etkileşimlerle insanların platformda daha fazla zaman geçirmesini sağlıyor.

Ne, Niçin Gerekli

Yazarlar “İlerici Hareket” için üç formül sunmaktadır. Birincisi anlatının ve normların değişmesidir.

İkinci bileşen dengeleyici karşıt güçlerin yaratılması ve yeşertilmesidir. Bu bağlamda işçi örgütleri ve sivil toplum örgütleri gerekir. Almanya’daki çift kanallı sistem güzel bir örnektir. İş konseyleri işyerlerindeki koordinasyonla ilgilenir, sektör sendikaları sektör düzeyinde ücret belirler. Ayrıca daha işçi dostu teknolojiler için sübvansiyonlar, vergi reformu, işçi eğitim programları, veri koruma düzenlemeleri ve dijital reklam vergileri de tamamlayıcı politikalardır. Hatta servet vergileri ile servet uçurumları azaltılabilir.

Üçüncü bileşen de ilericilerin yaptıkları araştırmalar ve kendi uzmanlıkları temelinde önerdiği ve talep ettiği siyasi çözümlerdir. Bunun için akademide ciddi bir reforma ihtiyaç vardır. Özellikle ABD’de akademisyenler özel sektörden aktarılan fonlarla bağımsızlıklarını kaybetmişler midir? Örneğin modern çevre hareketinde önce iklim konusunda anlatı değişti, anlatıdaki değişim yeşil partilerle birlikte siyasi bir harekete dönüştü ki bu hareketler tüm sektörlerdeki kurumlar üzerinde baskı oluşturdu. Bu gelişmeler de teknik ve siyasi çözümleri tetikledi, fosil yakıt emisyonlarını azaltmak için karbon vergisi kondu, yenilenebilir enerji inovasyonları desteklendi.

Sonuç olarak, bu önerilen reformlar kolay olmasa da, uygulanmalıdır. Çünkü teknoloji devleri skandallara rağmen toplumda saygı görüyorlar ve teknolojinin geleceği hakkında toplumun geri kalanına dayattıkları “ilerleme” biçimi sorgulanmıyor.

Bence bizim toplumumuzda aynı sosyal tarihi süreç ve inanışlar manzumesi yaşanmadığı için bizim bu işe daha temelden yaklaşmamız gerekiyor. Yani karar verip nasıl birlikte yaşayacağımıza ve ne gibi düsturları uygulamak şartı ile benimseyeceğimize karar verip bu düsturları önce yetişkinlerimizden başlayıp eğitilmemiz ve eğitmemiz gerekiyor bu toplumu…Bu kabil olur mu? Bilemem. Ama en azından çabucak bir başlamak gerekli!

Tüm Bunlar Doğru mu?

Bu arada Acemoğlu ve Johnson’un kitabının bazı köşe yazarları tarafından eleştirildiğini belirtmeliyim.

WSJ’dan Deirdre N. McCloskey: “Yazarların argümanlarına birer ekonomi tarihçisi olarak tarihi kanıt olarak kullanmaları normal ama bunu yaparken gerçek bilime kulaklarını tıkamamalılar. Bir ekonomi tarihçisi olarak, argümanlarına tarihi de katma çabalarına hayranım. Sayın Acemoğlu’nun bütün kitaplarında yaptığı bir şey bu. Ancak gerçek bilimin diğer tarafa kulaklarını kapatması felakettir. Bilim hem varsayımla hem de çürütmeyle ilerler. Eğer tarihten yararlanılacaksa, bunun test edilmesi gerekir. Sayın Acemoğlu ve Johnson bunu yapmıyorlar. Kitaptaki sorun, ekonomi verilerdir. Rakamlara bakın. Geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca dünya, tam %3000 enflasyona göre radikal bir şekilde daha iyi bir duruma geldi. Son yirmi yılda bile yoksulların yaşamları iyileşti. 1800den sonra yaşanan “büyük zenginleşme” ve bunun sonucunda ortaya çıkan aşırı bolluk bizi sefaletten kurtardı. Kısa vadede fayda sağlayamayan yoksul işçiler bile uzun vadede çok büyük faydalar elde etti. Gezegende günde 2 dolarla yaşayan insan sayısı 1 milyara indi ve ortalama günlük gelir 50 dolardır. Bunu devlet yapmadı. Sorunu anlamanın bir başka yolu da, Ekonomi 101 ve Biyoloji 101’de geliştirilen, kâr kokusuyla giriş yapma konusundaki sağduyuyu hatırlamaktır. Sayın Acemoğlu ve Johnson bu temel dersleri kaçırmış görünüyorlar. Değersizleştirdikleri büyük servetlerin, zengin olmak isteyen diğer girişimcilerin ekonomiye girmesini teşvik etmek gibi bir temel işlevi var. Bu rekabet mal ve hizmetleri ucuzlatıyor ve bu da daha sonra gerçek gelirde muazzam artışlar olarak yoksullara yansıyor. “ (**) 

10 Haber’de yar alan Ümit Alan’ın yazısından da MIT’nin Ekonomi Profesörlerinden David Autor’un farklı düşündüğünü öğrendim. (***)

Noema dergisindeki makalesinde David Autor: “Bilgisayarlarla birlikte doktorlar, avukatlar, yazılım mühendisleri gibi bir elit sınıf oluşmuştu. Yapay zeka teknolojileri uzmanlık gerektiren bu işleri tabana yayabilir; yeni bir orta sınıf inşa edilebilir.” diyor. (****)

Yani D. Autor şansız doğmuş iyi eğitim alamamış olanların bu nedenle yeterince saygı görmeyenlerin de dahil olabileceği bir sistem geliyor, diyor.

Netice

Teknoloji gücü elinden bulunduranlar sayesinde zengini zenginleştirecek mi? Yoksa gelir dağılımını düzelten daha eşitlikçi bir ekonomik sisteme doğru mu evrileceğiz?

Halbuki, zengin daha da zenginleştiğinde; daha fazla kişi yoksullaşacaksa; orta sınıf ortadan kalkacaksa; zengin zenginliğini uzun dönemde hangi kaynağa bağlı olarak, nasıl sürdürecek? 

Ve şimdiden yazarların önerdiği gibi var olan kötü ilerlemeye belli müdahaleler yapılırsa ve denge bu müdahalelerle sağlanırsa; devletin nerede duracağını kim belirleyecek? Şimdi şikayet edilen Çin gözetim sistemine geçilmesine kim, nasıl engel olabilecek?     

Kaynakça

(*) Acemoğlu D., ve Johnson S.(2023) İktidar ve Teknoloji -Bin Yıllık Mücadele (Power and Progress), Doğan Kitap, ss.397.

(**) https://www.wsj.com/articles/power-and-progress-review-the-new-leviathan-39689d0c?st=p7qttedeiierwxx&reflink=article_whatsapp_share

(***)https://10haber.net/yazarlar/umit-alan/yapay-zeka-uzerine-pollyannacilik-salan-iste-benim-umit-alan-427790/

(****) https://www.noemamag.com/how-ai-could-help-rebuild-the-middle-class;

Murat ÜLKER

Yorum Yap