Yansıtıcılar

Bir Dünya varmış ve bu Dünya’nın her yerinde kocaman dev aynaları varmış. Aslında ayna da değil ama halkın ayna sandığı yansıtıcılarmış bunlar... Adına televizyon denilmiş, başta masumaneymiş fikir. İnsanlar uzaklara gidemiyorlar madem bari uzakları onlara getirelim düşüncesiyle oluşmuş. İlk televizyon yayını Berlin Olimpiyatları’nı yayınlamış mesela. Ama sonra bunun gücü kötü kişilerin eline geçmiş. Ve ne olduysa ondan sonra olmuş.

Daha doğar doğmaz bebecikler başlarmış eğitilmeye... Her evde hatta her odada olması zorunluymuş bu yansıtıcıların. Ve en önemli şart ise eve önce her kim gelirse gelsin hemen açmalıymış bu ekranları. Hele bir anlaşılsın açılmadığı, daha o an önce telefon edilip haber verilir eğer hala istedikleri yapılmamışsa o aile o gece hepten ortadan yok olurmuş. Bu ya bir yangınla, ya bir patlama ile olurmuş genellikle ki insanlar, elleri önlerinde ne yapalım takdiri ilahi deyip otursunlar oturdukları yerde ve kendi işlerine baksınlar diye!

O ülkeye gelen yabancılar etrafın güzelliklerine bozulmamışlığına hayran hayran bakar ve meditasyon yaparken ora halkı evinde, iş yerinde, okulunda hatta ve hatta arabasında bile o aynalara bakar dururmuş...

Bir süre sonra hepsinin yüzünde aynı çizgiler oluşmaya, anlatılan olaylar karşısında aynı tepkiler verilmeye başlanmış...

Aklı başında, bu yansıtıcılardan fazla etkilenmeyenler ise ülkenin yöneticileriyle, o yansıtıcıların oynattığı görüntüleri yapanlarmış... Bir de zaten daha doğuştan beyinleri farklı çalıştığı için baksalar da etkilenmeyen küçücük bir azınlık varmış.

İlk başta böyle değilmiş tabi bu yansıtıcılar. Başlangıçta gün içinde belli saatlerde yayınlar yapılıyormuş ve önce ilgisiz kalan halk yavaş yavaş bağımlı olmaya başlamış... İlk başta izlediği görüntülerin büyüsüne kapılanlar bir daha da kopamamışlar. Artık ne olursa olsun izlemeye, bakmaya başlamışlar.

Elbette zamanla başka bir iş yapmak gelmez olmuş içlerinden. Sırf onlar yapmaları gerekenleri yapabilsinler, mesela ev hanımları yemek yapabilsin diye, yemek programları doldurmuşlar o saatlere...Ya da işte nasıl bir hayat yaşamalarını istiyorlarsa halkın onu önlerine gümüş tepsilerde, havai fişekler eşliğinde ve bağıra çağıra sunmuşlar...

Zaten artık kuşaktan kuşağa geçen bu miras sayesinde çok da öyle bağırmalarına gerek yokmuş... Artık her gördüğünü uygulamaya çalışan, insani değerlerinden olabildiğince boşaltılmış, Dünya’da amaçları epey azalmış bir çoğunluk yaşamaya başlamış. Yani anlayacağınız ortada katil, sapık, mafya olmanın normal karşılandığı bir düşünce sistemi olmuş.

Tıpkı oradaki görüntülerin aldatıcılığı gibi insanlar da aldatıcı olmuşlar... Görünüşleriyle, konuşmaları, konuşmalarıyla düşünüşleri paramparça olmuş...

Tanrı inançları öyle bir yağmalanmış ki mesela, birinde kimse yalan söylememelidir denirken bir diğerinde kadın ailesi yıkılmasın diye kocasına yalan söyleyebilir denebiliyormuş. Ya da cennete gitmek için neler yapmak gerektiği anlatılırken bir yandan da kimsenin gidip de dönmediği cennet ya da cehennem öyle sıradanlaşmış ki kimin ne söylediği anlaşılmaz olmuş.

Bir yerde inancın şekilselliğiyle öyle bir oynanmış ki görüntü sadece bunun bir belirtisi olmuş, o görüntülerin altına ise kimse bakmayaya cesaret edememiş. Ya da aileler baştan yalanlar, sahtekarlıklar üzerine kurulmuş, sevgi olmadığı için de bir ebeveyn diğerini, hatta çocuklar ebeveynlerini öldürür hale gelmiş...

Bir erkek, yine bir kadın tarafından yetiştirilmiş olmasına rağmen hem her şeyi bilmek istiyor hem de istemediği şeyleri öğrendiği zaman adına masumane bir şekilde cinnet denilerek tüm ailesini öldürebiliyormuş...

Tüm Dünya’nın üzerine kapkara bulutlar çökmüş anlayacağınız.

O yansıtıcılar, karanlık bir Dünya’yı günyüzüne çıkarıyormuş. Ve tüm insanlık derin, korkunç bir uçuruma doğru sürükleniyormuş...

İyi uykular...

Ya da

Günaydın...

Sema Erdal / Yelkencinin Gazetesi

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap