Yelkenliyle Dolaşan Fransız Çiftin Gözünden 90'lı Yıllarda Türkiye

Tüm Türkiye kıyılarını tekneleriyle dolaşmış olan bir fransız çift, güneye doğru bir zik zak çizerek Yunan adalarını da kapsayan bir gezi yapmışlar. Bu arada Türkiyenin içlerine kadar da kara yoluyla girip tarihi ve turistik yerleri gezmişler. 1994-1995'te Türkiye...

 

Katırlı - 22 Temmuz 1994

Haritada işaretli sıradan bir nokta, bir sınırın bazen o kadar çok şeyi değiştirebilmesi inanılmaz bir şey.

Bu bizim için uzun bir gece seyrinin ardından kıyının ve ufukta yükselen güneşin ilk ışıklarını gördüğümüz, yalnızca bir adayla kara arasında yapılan sıradan bir etaptı. Çok uzakta, bize Marmara'ya doğru uzanan bu dar Boğaz’ın girişini işaret eden Çanakkale Savaşı’nın simgesel anıtı görünüyor.

Boğaz tarafından gelen dalgalar yeterince güçlü, bu nedenle hızlı ilerleyemiyoruz. Daha zayıf bir dalga ya da karşı dalga bulmak için doğu kıyısına yakın gitmeye çalışıyoruz. Öğleye doğru Çanakkale Limanı’nda demir atıyoruz.

Yeni bir ülkeye girdiğimizde, büyük direğe, dünyanın her yerinde olduğu gibi giriş işlemlerimizi yapmadığımızı gösteren sarı bayrağı çekiyoruz.

Giriş işlemlerini yaptıktan sonra sarı bayrağı, nezaket bayrağı da denilen, giriş yaptığımız ülkenin bayrağıyla değiştiriyoruz. Her zaman teknenin kıçında büyük bir Fransız bayrağı da taşıyoruz.

Ortak pazar ülkelerinde giriş işlemleri kolayca yapılıyor ama Türkiye'de artık ortak pazarda değiliz ve başka bir çok yerde olduğu gibi resmi işlemler o kadar kolay değil. Bu tıpkı bir koşuya benziyor. İlk etap, "transit log" işlemlerine başlanabilecek büroyu bulmak.

Burada çok az insan İngilizce biliyor ama, dil eksikliklerini kibarlıklarıyla gideriyorlar. Beni istenen evrakları alabileceğim büroya götürüyorlar.

İkinci etap, Gümrük... Ah, anlatmaya pasaport polisinden başlamalıyım. Beni nezaketle karakola götürüyorlar. Burada sadece vizemin olup olmadığını anlamak için pasaportları inceleyebiliyorlar.

Ve yeniden şehrin öbür ucuna gidiyorum. Ne yazık ki bürolar yan yana değil. Burada, ikinci etap yeniden tekrarlanıyor. Evraklarıma üç güzel izin damgası elde ediyorum. Geçişte liman başkanlığından da harika iki izin damgası daha...

Üçüncü etap, bu defa da çıkış kapısında pasaport kontrolü damgası, bir tane de gümrükten damga.

Ah bu kadarla da bitmedi, ikinci bir gümrük daha var, tesadüfen tam da ikinci katta. İzinleri aldım ama kağıtlarımda hiç boş yer kalmadı ve pasaportlarımızda iki damga var.

Tüm bu süre zarfında Sylvie beni teknede bekliyor. Çünkü sadece kaptanın giriş işlemlerini yapmak için karaya inme hakkı var.

Sarı bayrak, Ay yıldızlı kırmızı bayrakla yer değiştiriyor. Türkiye'ye hoş geldiniz ve artık tüm ekibin karaya çıkma hakkı var. Koşar adımlarla önemsiz işler için boşa harcanan bir gün.

İlk izlenim tamamıyla başka bir ülkede olduğumuz. Çanakkale Boğazı boyunca her küçük köyde bile karşılaştığımız minarelerin ince ve uzun silüetleri uzanıyor.

Yunanistan'dan daha yoksul ve köylerin hiç bir özelliği, hiç bir düzeni yok. Evler öylesine yapılmış, bitmemiş ya da harap. Birçok ev ahşap ve de bakımsız.

Kadın nüfusunun büyük bir kısmı eşarp takıyor, yaşlı kadınların eşarplı olması bizi şaşırtmadı ama gencecik kızların da eşarplı olması... Diğer yarısı elbise, kot pantolon hatta şort bile giyiyor, yan yana iki farklı dünya. Temmuz ayının yakıcı sıcağına rağmen peçeli olanlar topuklara kadar inen bir çeşit yağmurluk giyiyorlar ya da köylüler tüm Arap ülkelerinde bilinen, belden sıkılmış, topuklara kadar inen ama içine tüm ailenin sığabileceği bollukta, bir çeşit "saroual" şalvar giyiyorlar. Evet Zuhav pantolonu!

Sokaklarda birçok küçük tezgah ve çocuklarla karşılaşıyoruz. Bazıları çok küçük, kimi gelip geçenlerden para istiyor, kimi eski bir banyo tartısıyla tartılmaya çağırıyor, kimi soğuk su veya meyve suyu satarak ya da ayakkabı boyayarak para kazanıyor...

Zengin değiller ama ne aç ne de hasta bir görüntüleri var.

Dükkanlarda tüm temel ihtiyaçlarımızı buluyoruz, ekmek çok lezzetli ve et de… Yunanistan'daki gibi kesilse ve sunulsa daha iyi olacak. Satıcı tezgahları, dört mevsim boyunca muhteşem sebze ve meyvelerle dolup taşıyor. Cüzdanımızda milyonlarımız var ve dolmalık kabağın kilosu 15 bin Türk lirasından fazla değil.

Dolmalık kabağın kilosu yalnızca 3 Frank, taze fasulye 5 F, muhteşem kirazlar 6,50 F, lezzetli şeftaliler 4,50 F, sığır bonfilesi 23 ve kuzu butu 20 F.

Kendimize, yemekleri direk vitrinden seçtiğimiz bir restoranda harika bir yemek ısmarlıyoruz. İki kişi 250.000 TL (43,80 F), çok para harcıyoruz. Gelecek yemek 26 Franktan daha pahalı değil. (Hep iki kişilik!)Hayat o kadar da pahalı değil.

Bize ‘’Burada rüzgarın kralı Kuzeydoğu rüzgarıdır. Yazın çok kuvvetli eser, adı Meltem.’’ diyorlar. Şanssızız tam da kuzeydoğuya doğru gidiyoruz ve burnumuza kadar rüzgarla doluyoruz. Kuzey Çanakkale'nin girişindeki küçük kanal Gelibolu'da havanın dinmesini bekleyeceğiz.

Rüzgar azalıyor ve hemen yola koyuluyoruz. Küçük bir demirleme yeri olan Kemer'de geceyi geçirmek için kısa süreliğine demir atıyoruz. Sonra yola devam... Küçük demirleme yeri korunaklıydı, burnu çıkar çıkmaz rüzgar yeniden tüm gücüyle esmeye başlıyor, dalgalar cepheden baş tarafa geliyor ve tekneyi yavaşlatıyor, ilerleyemiyoruz.

Yeniden korunaklı demirleme yerine dönmek için çabucak bir yarım tur yapıyoruz. Kendimizi avutmak için bir halat yardımıyla yakındaki kayalara, bolca midye toplamaya gidiyorum, tazeliği garanti....

Köy çok küçük, hemen hemen hiç alışveriş yapamadık. Biraz ekmek, bir seyyar satıcıdan da bir, iki çeşit meyve. Burada yüzyıllardan beri hiçbir şey değişmemiş.

Ana meydanda, birkaç mermer kolon kalıntısı, büyük bir lahit, köyün her yerine dağılmış antik tapınak kalıntıları.

Tüm burnu kaplamış olması gereken, gerçekte Roma dönemine ait eski kentin birkaç kalıntısını keşfediyoruz.

Biraz daha uzakta, üzeri sacla kapatılmış bir deponun yakınında büyük, eğimli bir duvar kalıntısı denize batıyor. Yalnızca dikkatlice bakıldığında bu eğilmiş duvarın, toprağın hareketleri sonucu şimdi neredeyse yarı yarıya denize gömülmüş antik bir tapınağın temeli olduğu anlaşılıyor.

Deniz yatışıyor, dalgaların kuvveti azalıyor. Boğaz’ı geçmeye karar veriyoruz. Geçiş başlangıçta rahatsız edici. Rüzgarı burundan alıyoruz, dalgalar güverteye çıkıyor, bir burnu döndüğümüzde yönümüzü değiştiriyoruz, rüzgarı tersinden alıyoruz ve tek bir hareketle koşullarımız daha hoş oluyor. Yelkenleri açıyor, motoru durduruyoruz. Bize karşı olan rüzgar şimdi dostumuz oluyor ve bizi gelecek durağımız Karabiga'ya doğru itiyor. Daha limana yaklaştığımız sırada Bizans dönemine ait eski duvar kalıntıları dikkatimizi çekiyor ama yörede kimsenin dikkat etmediği öyle çok kalıntı var ki...

Türkiye'de insanlar çok misafirperver, özellikle yabancı turistlerin az görüldüğü yerlerde. Tesadüfen birçok dükkanda karşılaştığımız biraz İngilizce konuşan bir Türk, bize rehberlik etti ve hemen ardından nezaketle bizi evine çaya davet etti. Çay, günün her saatinde en önemli içecek, alışveriş yaptığımız dükkanlarda bile bize küçük bardaklarda çay ikram etmedikleri zamanlar çok ender. Türk dostumuz, bizi evinde akşam yemeğine bile davet etmek istedi ama hava güzeldi, yeniden denize açıldık.

Devam eden etap, küçük sahil kenti Erdek. Limanı çok güvenli, denize bakan çok sayıda restoranı, plaj boyunca yemyeşil büyük bir yürüyüş yolu, sayısız otelleriyle turistik bir kent. İstanbul'a yakın tatil yerlerinden biri olmasına rağmen şehir bize temmuz ayı için çok sakin geldi. Restoranların çoğu, yarı yarıya bile dolu değildi. Yine de fiyatlar makuldü. Deniz kıyısında tam pansiyon bir otelin bir günlük fiyatı 150 F. Bu fiyata Fransa'da hiçbir şey yapılamaz.

İlanköy'de küçük bir mola verip su tankını dolduruyor ve limandaki yerimizin ücretini ödüyoruz. Meteoroloji gece için uygun koşulları duyuruyor, tekneyi tekrar hazırlıyoruz ve rotamız İstanbul.

Koşullar gerçekten uygundu ve yalnızca rüzgarı burundan almamakla kalmadık, yolun yarısından fazlasını yelkenle yaptık. İstanbul merkezine 30 km'lik bir banliyö treniyle bağlı Yeşilköy limanında küçük bir yer bulduk.

İstanbul, Bizans, Konstantinopolis... Bu farklı isimlerdeki tarihin ardındaki üç imparatorluk. Marmara Denizi ve Karadeniz’in sularının birbirine karıştığı Boğaz’la ikiye ayrılmış, iki kara parçasını, doğu ve batıyı birleştiren, bir parçası bir yakada, öbür parçası öbür yakada kurulmuş tek şehir.

Her şeyi anlatabilmek için bir kitap yazmak gerekir ancak bunlar sadece mektup. Uzun haftamız boyunca, uygun fiyatlı değişik alışverişler yapmaktan kendimizi alıkoymadığımız büyük alışveriş ve turizm merkezleri bulduk. (Özellikle küçük şehirlerde bulamadığımız teknenin yedek parçaları.)

İstanbul, zıtlıklarla dolu büyüleyici bir kent. Bir yanı modern şehir, Taksim ve Rumeli caddesinin (İstanbul'un şık mahalleleri) lüks butikleriyle ve bir köprüyle geçilen Altınboynuz (Haliç). Bir yanı geçmiş, eski mahalleler, camiler, "Kapalıçarşı" büyük pazar ve turistleri çağıran satıcıların çığlıklarıyla dolu Mısır Çarşısı. Mısır Çarşısı kahve ya da baharat kokularıyla dolu. Köprünün uğultuları, gelip giden feribotlarla, değişik sendikaların sokağıyla, plastikçiler sokağıyla, silahcılar sokağı, halı satıcıları ya da hırdavatçılar sokağı… Restoranlar bile bir yerde toplanmışlar.

Canlılık önemli; küçük esnafları, seyyar satıcıları, tek dolumluk çakmak doldurucuları, ağır yüklerin altında bükülen sırtlarında küfeleriyle hamalları, nakışlı elbiseleri ve sırtlarında imbikleriyle su satıcıları, ayakkabı boyacıları... Sokaklar çalışan, gezen insanlarla dolup taşıyor. Bir çarşı havası, bir Doğu atmosferi soluyor insan.

Harika camilerle gözlerimize bir şölen çekiyoruz; Sultanahmet (Mavi Cami), Süleymaniye, Osmanlı dönemi sultanlarının yerlerinde dolaştık, Dolmabahçe Sarayı ve çok şık porselen koleksiyonunu hayranlıkla seyrettik. Sultanların giysilerinin çok güzel ve biri diğerinden harika parçalarıyla… Özellikle hazineye hayran kaldık.

Saf altın ve safir, zümrüt ya da pırlantaların büyüklüğünü ki incik boncuklar bile o kadar büyük değildi, hayal etmekte zorlandık. Artık rehberlerin hadım edilmiş olmasının gerekli olmadığı haremde, kadınların bölümünde küçük bir gezinti yaptık!... Muhammed'in korunmuş kutsal kalıntıları, mektupları, ayak izi ve Aziz Jean Baptiste'in kollarından biriyle kafatasının da bulunduğu kutsal yerde ayaklarımızın ucunda küçücük bir gezinti.

Müzeler de muhteşem: Mükemmel mimarisi ve bazı mozaiklerle Ayasofya, İskender'in meşhur lahiti ve çok zengin arkeolojik kalıntıların sergilendiği Arkeoloji Müzesi, sultanların Boğaz’ı geçerken kullandıkları eşsiz kayıklar ve küreklerinin bulunduğu Deniz Müzesi, bir yığın silahla, Osmanlı dönemi üniformaların ve büyük güzel çadırların sergilendiği Askeri Müze.

Her yerde çok güzel koleksiyonlar, güzel müzelerde yine çok iyi sunulmuş. Anılarını çok uzun bir süre hafızalarımızda saklayacağımızı düşünüyorum...

Tüm bu muhteşemliklerin aksine çılgın hareketliliği, sıcaklığı, gürültüsü ve tozuyla büyük bir şehir. İmamın akşam namazına çağırdığı son ezanıyla camilerin ve batan güneşin son ışıklarıyla sarmalanmış minarelerine son bir kez baktıktan sonra küçük limandaki tekneye dönüyoruz. Burası biraz daha sessiz ama buradan bir kaç mil uzakta, Prens Adaları’nın korunaklı koylarındaki sessizliği özlemeye başlıyoruz ve yeniden demir alıyoruz...

Benzer Yazılar

Bu yazıya benzer içerik bulunamadı.

Yorum Yap