"Rüzgâr Kimden Yana: Türkiye'de Yelkenciliğin Sınıfsal Serüveni" adlı makaleyi buradan okuyabilirsiniz.
Türkiye'de denizcilik kültürünü anlamak için bu olguyu salt bir boş zaman etkinliği olarak değil, toplumsal yapı ve iktisadî dönüşümle bağlantılı bir sosyolojik inceleme konusu olarak ele almak gerekmektedir. Bu yazı; İbn Haldun'un Ümran İlmi ile Marx'ın siyasal iktisadının kavramsal araçları çerçevesinde, Türkiye'deki denizcilik faaliyetlerinin toplumsal ve iktisadi kökenlerini irdelemeyi amaçlamaktadır.
Elbette bu alanda bireysel tutku ve fedakârlıklarla yer alan pek çok kişi bulunmaktadır; ancak bu inceleme, daha ziyade yapısal ve toplumsal eğilimler üzerine odaklanacaktır.
Türkiye'nin modernleşme tarihi içinde denizle kurulan ilişki, toplumsal sınıfların dönüşümünün sembolik bir haritasını sunar. Cumhuriyet'in ilk dönem "seçkin" tabakaları için denizcilik; Batılı bir yaşam tarzının ve kentli kimliğin tezahürü olagelmiş, ancak bu ilişki daha çok seyir ve temsil düzeyinde kalmıştır. Yani pasif, içselleştirilmemiş ve Batılı yaşamın taklit unsuru olarak... İbn Haldun terminolojisiyle ifade edilecek olursa, bu ilk "hadari" zümre, servetlerini ve toplumsal konumlarını kaybettikçe, denizcilik kültürüyle olan bağları da giderek zayıflamış ve sembolik bir nostaljiye dönüşmüştür.

Türkiye'de yelkencilik, bu teorik kesişimi somutlaştıran bir aynadır. Şimdi bu dünyayı üç temel gruba ayıralım. Deniz kültürünü özümseyen, ister mütevazı ister varlıklı olsun işin ruhuna ermiş "gönül verenler". Tekneyi Thorstein Veblen'in tabiriyle "gösterişçi tüketim" aracı olarak gören, tekneyi meta fetişizminin bir örneğine dönüştüren "gösteriş tüketicileri"; ve nihayet denize gönül vermiş ancak ekonomik imkânları el vermeyen, çoğu zaman tasfiye edilmiş eski seçkinlerin veya orta sınıfın mensupları olan "hayalperestler".
1980 sonrasında, bilhassa 2000'li yıllarla birlikte derinleşen neoliberal dönüşüm süreci, Türkiye'de hâkim sınıfların kompozisyonunda köklü bir değişime tanıklık etmiştir. Anadolu'da biriken ticari sermaye, inşaat ve taşeronluk sektörlerindeki olağanüstü genişleme ve nihayet devletle kurulan yakın ilişkiler ağı, yeni ve dinamik bir sermaye sınıfını iktidar pozisyonuna taşımıştır. İşte günümüzde marinaları ve koyları dolduran lüks tekne sahipliği olgusu, büyük ölçüde bu yeni sermaye sınıfının iktisadi gücünün ve toplumsal mevziinin bir teşhiri, bir nevi "görünür olma" arzusunun tezahürüdür.
Ancak bu metalaşmış ilişkiler ağı, "gönül verenler" üzerinde derin bir yabancılaşma etkisi yaratır. Tutkuyla bağlandıkları tekne, giderek finansal bir yük ve sürekli bakım gerektiren bir mülke (kendi emek ürününe yabancılaşma) dönüşür. Seyir, kişinin kendi becerisi ve doğayla mücadelesi olmaktan çıkıp, otomatik sistemlere teslim edilmiş pasif bir tüketim faaliyetine indirgenir (kendi yaratıcı sürecine yabancılaşma). En trajiği ise, denizcilik kültürünün o dayanışmacı ruhunun, "kimin daha lüks teknesi var" rekabetiyle yer değiştirmesi ve bireyleri, paylaştıkları bu tutku etrafında birleşen bir topluluk olmaktan uzaklaştırmasıdır (insani özden ve diğer insanlara yabancılaşma).
Bu yeni düzen, kaçınılmaz olarak kendi enformel ekonomik yapılarını da üretmiştir. Koylarda "güvenli demirleme" hizmeti karşılığında ücret talep eden "değnekçiler", feodal bir artık olmaktan ziyade, kapitalizmin enformel sektöründe hayatta kalmaya çalışan yeni bir prekaryayı temsil eder. Pierre Bourdieu'nün kuramında öne sürdüğü sermaye biçimleri bağlamında; bu aktörler, ekonomik sermayeden yoksun oldukları bir ortamda, bulundukları coğrafi konumu bir "sosyal sermaye" ve gelir kaynağına dönüştürme stratejisi geliştirmişlerdir.
Peki; 1980'lerin başında ekonomik imkânlarını, gönül verdiği denizcilik için kullanan kaç kişinin çocuğu bugün aynı ağız tadıyla yelken açabilmektedir? Yoksa onlar İbn Haldun'un teorisindeki gibi "kaybedenler kulübü"ne girip yelkenlilere ve marinalara sadece uzaktan mı bakmaktadırlar? Ya da soruyu tersinden sorarsak, bugünün denizcilerinin ataları bir ya da iki kuşak öncesinde de acaba elit zevklere sahip burjuvalardan mı oluşuyordu yoksa Anadolu'nun ücra bir köyünde kara sabanın peşinde mi koşuyordu?
İşte hayatın o hızlı değişiminin ve İbn Haldun döngüsünün Türkiye versiyonu tam da budur: Büyük ölçüde, dünün "gönül veren" orta sınıfının çocukları, kültürel sermayeyi (deniz sevgisini) korusa da ekonomik sermayeyi kaybetmiş; dünün "kara saban" ardındakilerin torunları ise inanılmaz bir hızla inşa ettikleri ekonomik sermayeyle denizin yeni efendileri olmuşlardır. Bu, salt bir kazanma ve kaybetme hikâyesi değil; iki farklı sermaye türünün (ekonomik ve kültürel) trajik bir şekilde kuşaklar arasında el değiştirmesinin hikâyesidir.
Son tahlilde; Türkiye'de denizcilik ve yelkencilik faaliyeti, ne yalnızca bir spor ne de salt bir hobidir. O, Türkiye kapitalizminin son elli yıllık seyri içinde yaşanan toplumsal dönüşümlerin, iktidar ilişkilerinin ve servetin el değiştirmesinin billurlaşmış bir ifadesidir. İbn Haldun, bize toplumsal dönüşümlerin uzun vadeli desenlerini sunarken; Marx, bu desenlerin altındaki iktisadi çelişkileri ve sınıf mücadelelerini gözler önüne serer. Veblen ve Bourdieu ise, bu süreçlerin kültürel ve sosyal mekanizmalarını anlamamıza yardımcı olur.
Denizde süzülmekte olan her tekne, bu çok katmanlı toplumsal gerçekliğin bir yansımasıdır.
Konuk Yazar: Alper Demir
Fotoğraflar: Alper Demir Arşivi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.