Heyecanımız dorukta Alaçatı Marina’ya doğru gidiyoruz. Tekneye bakmak için her adımda kalp atışımız daha da hızlanıyor sanki. Mehveş’i arıyor gözümüz. Bu mu? Değil. O mu? Değil! Artık iskelenin sonunda bir ışık çarpıyor yüzümüze adının anlamını taşırcasına, ay gibi güzel bir kadının enerjisiyle bizi içine çekiyor.
Hoş geldiniz diyerek bizi bir görevli karşılıyor. Kısa bir tanışmanın ardından yelkenlinin teknik bilgilerini anlatmaya başlıyor, o sırada etrafı inceliyorum. Denizcilik jargonları kulağıma gelse de, o an, etrafı keşfetmeye devam ediyorum. Kulağıma kelimelerin tınısı geliyor ama zihnim, algım hayaller âleminde…

Etrafa bakınıyorum; her yer pırıl pırıl, tertemiz, çok bakımlı. Sanki yeni gibi, oysa mutlu bir ailenin yaşam izleri var her köşesinde; uzun süre beraber zaman geçirilmiş anılarla dolu bir yaşam.
Dik bir merdivenle içeriye doğru girdiğimde hafif deniz tuzu ve cilalı ahşap kokusu burnuma çarpıyor.
Sağ tarafta lacivert-beyaz çizgili kalın minderlerle kaplı gömme koltuklar var. Minderlerin köşeleri halatlarla çevrilmiş gibi dikişli, oturunca sert ama dalgalarda seni yerinde tutacak kadar sıkı. Hemen yanında masif ahşaptan yapılmış ,kenarları yuvarlatılmış bir masa…
Sol tarafta mutfak bölümünde; yelkenlerde kullanılan benim çok ilginç bulduğum bir fırın var. Fırın, evlerde kullandığımızdan farklı. Sadece altından ateş alan bir sistemle çalışıyor. Asıl ilginç olan zincirle sanki tavana asılmışta sallanıyor hissi veren, salıncak gibi sallanan bir sistemi var. Bu sistemi isteğe bağlı olarak ya aktif hale getiriyorsun ya da fırının sabit kalmasını sağlayabiliyorsun. Bunun nedeni de yelkenlinin dalgaya yattığında yemeklerin devrilmesini engelleyip dengesini koruması için zekice düşünülmüş bir sistem aslında.
42.3 feet, 2004 model Beneteau Oceanis. İçinde 3 kamara var. Ön kamara geniş, tavanı yüksek, açık, üçgenimsi bir alan. Deniz motifli lacivertli bir nevresimle kaplı yatağın bir ucunda bir kapıyla tuvalet ve duş alanına geçiliyor. Burası dar ama zekice tasarlanmış. Küçük hatch yani açılır bir pencere var ve içeriye ışık giriyor. Arka kamaralar ise basık ama sıcak ve korunaklı. Tavan belirgin şekilde alçalmış. İkisinin kontrastı yelkenliye farklı bir karakter katıyor.
Ailece bakmaya gittiğimiz yelkenliden aldığımız hissiyat, mutluluk sanki yıllardır beklenen bir hayalin kapısını aralamak gibi... Gözlerim parlıyor, dudaklarımda bir gülümseme.
Her detayı keşfetmek, her köşesini tek tek incelemek için çocuklar gibi sabırsızlanıyorum. Daha denize çıkmadan rüzgârın saçlarımı savurduğunu yüzüme deniz suyunun çarptığını hayal ediyorum. Kendi teknemizle çıkacağımız ilk gezimiz için sabırsızlanıyorum. İlk gördüğümüzde tekneden yayılan o sıcaklık hissi!
Güneşten yayılan ışık, koku, rüzgârın dokunuşu bize sanki “evine hoş geldin” diyordu. O an anladım ki bu sadece bir yelkenli değil, bize iyi gelen bir dost, anılarımızı biriktirebilecek bir yuva olacaktı.
Yelkenli satın almaya karar vermeden önce arkadaşlarımızla birçok tur düzenlemiştik. Satın almadan önce, son aşama olarak ailece bir tur düzenledik. Bu geziler arkadaş grubuyla çok keyifliydi ama ailece çıktığımızda bizi nelerin beklediğini ve hissedeceklerimiz bizim için önemliydi.
Denize girdiğimizde kahkahalı anlar sadece eğlence değil; birlikte yaşanan anıların belleğe işlendiği saatlere dönüştü. Teknede herkesin kendi yaşına uygun görevi vardı. Sorumlulukları paylaştık ve birbirimizi tamamladık. Çünkü aile olmak tam da bunu gerektirirdi. Ailece çıktığımız bu gezide Selimiye ve Bozburun’a gitmeye karar vermiştik.

Selimiye Limanı:
Limanda birkaç balıkçı teknesi, yelkenliler ve ahşap guletler yan yana duruyordu. Su cam gibi, kayadaki taşlar net seçiliyordu.
Limanın bir ucunda marketler diğer ucuna kadar sıralanmış; zevkli ürünler seçen butikler, butik oteller, lezzetli ürünler sunan balık restoranları; masalarda bembeyaz masa örtüleri, masanın üstünde mum ışıkları ve zeytinyağında parlayan küçük meze tabakları. Uzaktan gelen kahkaha sesleri bile dalgaların ritmine karışıyordu sanki. Keçi sütünden yapılmış dondurmaları olan dondurmacılar…
Sakız ağacının gölgesinde otururken, eline o yanık dondurmayı aldığında ilk başta sıradan gibi gelir. Ama kaşığı daldırıp tattığında anlıyorsun ki bu bambaşka bir tat… Karamelize edilmiş sütün o hafif isli, yanık tadı; serinliğin içinde gizlenen o derin, güçlü aroma, damağında yayılan o kadifemsi dokusu. Hepsi bir araya geldiğinde hafızana yeni bir tat kodu ekleniyor. Selimiye’nin huzurlu manzarası, özgürlük, ruhu doyuran bir deneyim çıkıyor ortaya…
Kıyı boyunca, begonvilller gözyüzünden sarkarcasına rengini sergiliyor; mor, pembe, beyaz…
Ve o anda fark ediyorsun. Selimiye’nin limanı sadece bir sahil değil, zamanı yavaşlatan bir sahne gibi…

Bozburun:
Kocaman bir marina değil, daha sıcak bir balıkçı barınağı hissi veriyor. Bodrum’un kalabalığından Marmaris’in hareketliliğine çok uzakta; burada hayat yavaş akıyor.
Burada beni etkileyen, oradaki esnafın samimiyeti oldu. Restoran sahipleri çoğu zaman bizzat masalara uğrar. “Bugün balık çok taze, denizden sabah çıktı.” diye anlatır. Meze tabaklarının hikâyelerini, zeytinin nereden geldiğine kadar gururla söyler.
Fırıncılar sabah erkenden simit, börek çıkarır. Dükkânın önünden geçerken burnuna mis gibi koku gelir. “Gel bir sıcak simit al, kahvaltın şenlensin” der gibi göz kırparlar.
Kısacası, Bozburun’un esnafı ticaretin ötesinde; kendi doğasını, kültürünü ve gönül sıcaklığını paylaşır. Bu yüzden oradaki alışveriş gibi değil de orada misafirmişsin de ağırlanıyorsun gibi hissedilir.
Limandan sonraki durağımız Dirsek Bükü oldu. Burası Bozburun çıkışlı teknelerin ilk demirleme duraklarındadır, gece konaklama için korunaklı bir adres. Deniz, o kadar durudur ki dibini rahatlıkla görebilirsin. Kıyıya yakın kısımlar açık turkuazdır. Kumlu zemin, güneş ışığını yansıtarak suya parlaklığını verir. Ortaya ilerledikçe katman katman daha koyu bir zümrüt yeşiline döner.
Yüzmek için kendinizi suya bıraktığınızda serinlik bir an ürperti verse de, kısa sürede bedeninizi sarıp hafifletici bir rahatlığa dönüşür. Su, o kadar berraktır ki elinin gölgesini bile kumların üzerinde görebilirsin. Etrafında dolaşan küçük balıklar sanki sana eşlik edercesine etrafında dolanır.
Kalabalığın, gürültünün olmadığı bu ortam insana zamanın başka türlü aktığını hissettirir. Bir yere yetişmek için koşturmacan yok, günlük yapılacak listen yok, trafik yok, stres yok, kaygın yok.
Sadece kendini güvenle doğanın kucağına bırakıyorsun. Kendinle bağ kuruyorsun. Sadece etrafa şahit oluyorsun, etrafını duymaya başlıyorsun. Yaprakların arasından hışırdayarak geçen rüzgârın sesini, kuşların ötüşünü, uzaktan gelse de rahatça duyabildiğin cırcır böceklerinin güçlü sesini, keçilerin çanını hatta kendi bedeninin sesini; kalp atışını, nefes alış verişini bile duyabiliyorsun. Birkaç gün geçirdikten sonra artık sende doğanın bir parçası haline geliyorsun.
Hayatın içinde sessiz kalmayı öğrenince yaşam enerjimde ciddi miktarda artış olduğunu hissedebiliyorum. Kısacası, bu gezimizde daha net olarak fark ettik ki aradığımız şey özgürlüktü. Dalga seslerinde, güneşin batışındaki kızıllıkta ve rüzgârın taşıdığı serinlikte, içimizde uzun zamandır özlemini duyduğumuz bir şeyi bulduk. Ve o his bizi doğru bir yolda olduğumuzu ve enerjimizin her düştüğünde, kendimizi kaybolmuş hissettiğimizde bizi iyileştiren, bize özel bir alanın olmasını çok istedik. O doğanın bir parçası olmak, rüzgârla dostluk kurmak, kendi özüne dönebilmek, etrafı duyabilmek ve yeni anılar biriktirmek için bir yelken sahibi olmaya karar verdik.
Fotoğraflar: Melis Demir Arşivi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.