Denizciler arasında bir deyim vardır, ‘’kara insanı ve deniz insanı’’ diye… Veya ‘’karada yaşayan insanlar ve denizde yaşayan insanlar’’ da diyebiliriz. Peki, kim bu kara insanları ve deniz insanları? Neden böyle bir ayrım var?
Kara insanı, denizi uzaktan seven ama içinde yaşamayı hayal etmeyen kişidir. Onlar için deniz; bakılacak, fotoğraf çekilecek, belki biraz yüzülecek ama asla içinde var olunmayacak bir yerdir. Deniz insanı ise dalgaların ritmine göre yaşar, rüzgârı duyarak yön bulur. Kara insanı sabit hayatın konforuna alışkındır; priz arar, duşun altında şarkı söyler, tuvaletin büyüklüğüne takılır. Denizci ise küçük alanlara sığan büyük ruhlardandır, sınırlı kaynakla sınırsız huzur yaratabilendir. İşte bu iki dünyanın tekne üzerinde bir araya geldiği anda ortaya çıkan trajikomik anekdotları anlatıyorum size…

Denizci olmak zor zanaat ama teknede kara insanı ağırlamak… İşte o başka bir seviye! NASA’nın astronot eğitimi gibi düşünün; sabır, metanet ve bolca “derin nefes” gerektiriyor.
Denizle bağı, plaj havlusunu rüzgâra karşı asmaktan öteye gitmemiş ama tekneye adım atar atmaz Bodrum Cup’ta yarışmış, Boğaziçi Yelken Kulübü’nden mezun olmuş gibi davranan kahramanlardır bunlar. Daha “izbarço” kelimesini duymadan sizi izbarçolamaya çalışır. Halat mı, o da ne? Yoksa siz bu iplere halat mı diyorsunuz? Alarga mıydı o? Aman canım, biz denizden anlarız!
Teknede güvenlik brifingi verirsin, “Dinle bak bu hayat kurtarır.” dersin, onlar güneşlenmek için güvertede pozisyon alır. Dalgalı havalarda “içeri girme, tutar” dersin, beş dakika sonra sapsarı suratla çıkarlar. “Midem bulanıyor” derler. Ee tabi, deniz sallanıyor. Teknede yere basacak toprak yok!
Ve duş… Evdeki gibi özgür, sınırsız su hayalleriyle başlar ama kaptanın zihninde tek cümle dönmeye başlar. “Aman tatlı suyumuz bitmesin!” Hele ki biri çıkıp “Bulaşıkları ben yıkayayım” dedi mi, kaptanlar içten içe “Yapma be güzel kardeşim, daha ikinci gündeyiz.” diye ağlar.
Mutfak konusu başlı başına bir bomba. Ocak yakıldı mı? Söndürüldü mü? Sıcak tavanın altına nihale kondu mu yoksa tezgâh ahşabına Picasso gibi mi davrandı? Bir bakarsın kesme tahtası yerine eviyenin üstü çizilmiş. Sonunda kaptan ‘’Siz tatildesiniz, yemek ve bulaşığı ben halledeyim.’’ diyerek olaya el koyar.
Ve soru klasik: “Bu tekne kaç para?” Yani sanki alacak da, önce bir fiyat alıyor. Mesele tekneyi almak değil, nereye bağlayacaksın onu bir düşün önce. Misafirler, ‘’Tekne biraz daha büyük olsaymış iyiymiş.’’ der. Her zaman güzel bir ulaşılamazlık sendromudur aslında. Bu cümleye cevaben içimden gelen tek şey: “Rahat rahat tuvaleti kullanmak istiyorsan git 40 metrelik motoryat al. Kaptanlı, mürettebatlı…”
Bir denizci özlü sözü der ki: ‘’Deniz de büyük, küçük yoktur. Denizin karşısında küçük tekne de küçüktür, büyük tekne de…’’
İçki konusunu hiç açmayayım. “Denizde içmek sevaptır” mottosuyla sabah kahvaltıya rakı açanlar mı dersin, “Ağabey denizde bir şey olmaz” diyenler mi! Tekneye adım atan herkes kendini Hemingway sanıyor.

Bir de demir atma anı var ki stand-up gösterisi gibi. Demirleme yerine yaklaşırken çok bilenler hemen… “Ağabey şu turkuaz renkli yere atalım, su çok güzelmiş.” Yani oraya niye kimse demir atmıyor acaba? diye yönelttiğin soru boşunadır çünkü. ‘’Ama o tekneler girmiş, biz de girelim.’’ önerisi gelir. Ee, onların salması yok da ondan, güzel kardeşim!
Kısacası sevgili denizciler; teknede kara insanı ağırlamak, bir kaptanın sabır taşını çatlatma sanatı gibidir. Ama biz yine de severiz onları. Uyarırız: “Kayaya basma, deniz kestanesine dikkat et, güvertede hızlı yürüme, kafanı çarpma…” der dururuz. Sonunda da içimizden geçiririz: Yeter artık! Bundan sonra tekneme kara insanı almıyorum! Ya deniz kültürü olacak ya da teknesi! Başka yolu yok.
Denizde kalın, sevgiyle kalın!
Konuk Yazar: Gözen - Koray Adıgüzel / Profesyonel Yat Kaptanı - Yelken Eğitmeni
Fotoğraflar: Gözen - Koray Adıgüzel Arşivi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.