Teknede saatlerce uğraşıp didinip sorunu çözemeyince elindekileri fırlatıp koca sesiyle ‘Gayri artık yapcak bişey kalmadı!’ diye söylenirken bir yandan da kahkahayı patlatırdı. Gözümüzün önünde yakışıklı yüzü, kulağımızda çınlayan sesinin hatırasıyla acı acı gülümserken içimden geçiriyorum, ‘Kalmadı be Nuray, sevgili dostum, bitti zaman, çok çaresiziz.’
Kasım 2013; Seru Boca Marina, Spanish Waters, Curacao, Hollanda Antilleri’ndeyiz. Marina’da kırmızı tentesiyle Keyif, eski aşkımız Anka’nın yanında salınıyor. İkisine de bakamıyorum üzüntüden. Sanki gözlerimi görseler anlayacaklar, farkına varacaklar Nuray’ın yokluğunun, artık olmayacağının. Anka’cık yine yalnız kalıyor. Adı gibi olacak mı, yeniden doğacak mı küllerinden bir kez daha, bilemiyorum. Son on gündür elimizden geleni yaptık Selim’le, bir yandan ağladık, bir yandan söylendik kadere, geçen zamana, bir yandan da Nuray’ın en çok isteyeceği şekilde çalıştık. Hatırasını korumak, kurtarmak için elimizden geleni yaptık.

Yıllar önce 2003 senesinde muayenehane açma kararı verdiğimizde Anka’yı satışa çıkarmıştık. Anka gözbebeğimizdi ama bir yandan hastane, üniversite, diğer yandan aile hayatımız derken onun ihtiyaçlarına yetişemez olmuştuk. Denize çıkmak şöyle dursun, bakım ve tamirlerini aksatmaya başlamıştık. Tekne satmak kolay değil ama Anka şanslıydı, yeni sahip adayı Dr. Nuray Kurt hayatımıza bir girdi, pir girdi. Anka’yı görmeye geldiği günü ve tam olarak nasıl, ne zaman tanıştığımızı da hatırlamıyorum ama tanışır tanışmaz çok yakınlaştığımızı, kısa sürede kardeş gibi olduğumuzu biliyorum. Gerçi o herkesle yakındı, onu tanıyıp da sevmeyen yoktu ki!
Muzip, yakışıklı yüzü, zekâ fışkıran gözleri, kocaman kahkahası, tamamen kendine özgü konuşması, sağlam kişiliğiyle kardeşimiz oluverdi. Bulgar göçmeni, Bulgaristan’ın en iyi dahiliye hekimlerinden birinin küçük oğlu, genel cerrah, dalgıç, balıkçı, denizci, yelkenci Nuray… Artık eşi benzerine çok az rastlanan Balkan-Türk kültürünün son mirasçılarındandı. Karizmasına karşı konulamazdı, neşesi, sohbeti, yaşama aşkı ve görgüsüyle hangi topluluğa girse birkaç dakikada herkesi büyüler, herkesle arkadaş olurdu. Çocuklar, gençler, her yaştan insan, hatta kediler, köpekler bile hemen onun cazibesine kapılırlardı. Nuray’ı tanıyıp, onunla birkaç dakika geçirip, biraz konuşup onu sevmeyen olamazdı. Üç çocuğumuz onu çok az görmelerine rağmen Nuray amcanın ziyarete geleceğini duyarlarsa hikayelerini dinlemek için evden bir yere ayrılmaz, beklerlerdi. Anka için pazarlık ederken bize hikayesini anlatmış, kahkahalarla güldürmüştü. 90’ların başında Bulgar Türklerinin büyük göçünden hemen sonra Türkiye'ye gelmiş ama tıp fakültelerini beğenmeyip Varna'daki okuluna dönmüş, genel cerrahi ihtisasını yaptıktan sonra 1997 yılında gelip İstanbul'da uzmanlık sınavını vermiş, mecburi hizmete de Urfa’nın Birecik ilçesine gitmişti. Birecik’te en küçük ev beş odalıymış. Elinde iki bavul, cebinde 250 TL’si ile küçük kiralık ev ararken ‘’Eşyalar nerede Doktor Bey?’’diye soran ev sahibine ‘’Eşya bu işte’’ diye iki bavulunu göstermişti. Ev hayvanına alışık olmayan Birecik’lilerin köpeğine nasıl ‘Dohtorun iti’ adını taktıklarını, çok çalıştığı için başhekimin ‘’Bizi tembel durumuna düşürüyorsun, hastaların hepsi senin peşinde koşuyor, böyle dikkat çekmen iyi olmaz, daha az çalış.’’ diye ihtar verdiğini gülerek anlatmıştı. Üç yıl kadar çalıştıktan sonra bacağında kemik tümörü çıkınca tedavi için İstanbul yakınına, Tekirdağ'a tayinini aldırtmıştı. Ameliyat olmuş, tedavi görmüş, eğer beş yıl metastaz olmazsa yelkenli bir tekne alıp Dünya seyahatine çıkmaya kendine söz vermişti. Anka’yı alıp donatıp Dünya turuna çıkmayı planlıyordu. Pazarlık o dakikada bitti. Anka, Nuray’ın oldu. Dümende Nuray, yanında eski kaptanı Selim’le birlikte İstinye’den yola çıkıp Tekirdağ’a gelin gitti.
Biz denizcilik merdivenlerini teker taker çıkmış, sandallara direk takarak, ahşap tekneler tamir edip Marmara’nın poyrazlarında debelenerek öğrenmiştik ama Nuray bambaşkaydı. Denizcilik okulundan mezun, kaptan ve subay olan sonra da tıp okumaya karar veren, dahiliye doktoru babasının hikayeleriyle büyümüştü. Deniz merakı bu hikayelerle doğup aşka dönüşmüş, çocukken ve ilk gençlik yıllarında Varna’da yelken kulübünde öğrendiği yelkencilikle pekişmiş, sonra da çok büyük bir hızla gelişmişti. Bir yandan Anka’yla seyir yapıp öğrenirken bir yandan da mutfağı, buzdolabını yeniledi, yeni direk taktı, yelkenler diktirdi, rollerları değiştirdi, okyanus seyri icin trinket taktı, güneş panelleri için kıça köprü yaptırdı, rüzgar jeneratörüne kadar Dünya seyahati için gereken her ayrıntıyı tamamladı. Onun dünya turu yapmasını o kadar çok istiyorduk ki bütçesinin kısıtlı olduğunu bildiğimiz için uzun araştırmalardan sonra Anka için seçtiği Sailomat marka rüzgar dümenini de ona biz hediye ettik.
Eşi Bonka, denizci olmamasına rağmen bir sanatçı içgüdüsü ve anlayışıyla Nuray’ın yolculuğunu her zaman destekledi, babası ve ağabeyi de onun kanatlarının altındaki rüzgar, karada sırtını dayadığı sağlam kale oldular. Anka, Nuray’ın hayatının mihveri olmuştu. Bir yandan tüm boş zamanlarında tek başına veya arkadaşlarıyla denize çıkıyor, diğer yandan denizcilik, yelkencilik konusunda bulduğu her kaynağı okuyor, kesip dosyalayıp biriktiriyor, el yazısıyla notlar çıkarıyor, durmadan araştırıyor, soruyor, öğreniyordu. Diğer yandan da metastazlarla mücadele ediyor, ameliyat oluyor, kemoterapi alıyordu.
Hastalığıyla sürekli mücadele etti Nuray. Etrafındakileri asla üzmedi, çektiği sıkıntıları kimseye göstermedi. Sanki kendi hakkında konuşmuyormuş, sanki hasta olan kendisi değilmiş gibi nerelerinde metastaz olduğunu, nasıl tedaviler planlandığını gayet sakin bir şekilde anlatıyordu. Gık demeden 19 kere ameliyat oldu, yüzlerce kez radyoterapi ve kemoterapi aldı ama son dönemine kadar Anka’yı asla ihmal etmedi.
Varna’da tamamladığı tamirattan sonra hayalindeki yolculuğa 2011 yılında çıktı. Cebelitarık, Kanarya’lar, Cabo Verde üzerinden Atlantik Okyanusu’nu geçti. Okyanusu onunla beraber geçmek isteyen Bulgar arkadaşı Viktor, Kanarya’lardan Cabo Verde’ye olan seyirde sert fırtınada paniğe kapılıp korkudan kamara dışına çıkamayınca yolculuğun son iki gününü dümen başında tamamlamış. Bu hikayeyi de ‘’Çişe bile gidemedim be ya!’’ diye gülerek anlatmıştı bize. Cabo Verde’de Viktor, onu bırakıp kaçınca da pes etmedi. Tek başına, otopilotu bozuk, rüzgar dümenini ayarlayamadığı, motoru ve radarı arızalı teknesiyle Karayip’lere kadar dümen tuttu. Saint Lucia Adası’ndan Curacao’ya kadar keyifle kah tek başına kah çok sevdiği yeğeni ‘Zuzi- Zöhre Kurt’la yelken yaptı, daldı, balık tuttu, arkadaş edindi, zevkle yaşadı.
Onu tanıdığımız 10 yıl boyunca hastalığına isyan ettiğini sadece bir tek kez duyduk. Gerçekten hasta olduğunu yalnızca tek bir gün fark ettik. Onunla olmak hep eğlenceliydi, o kadar ki Nuray’la aynı zamanda okyanusa açılan yelkenci arkadaşı rahmetli Halil Adalı akciğer kanseri olduğunu öğrenince üzüntüyle Nuray’ı aramış, ‘’Ben ne yapacağım şimdi Nuray, bana bir akıl ver.’’ diye ağladığında ‘’Ağabey bundan sonra ne yapılır! Hayatını yaşa, ye, iç, seviş.’’ cevabını patlatmıştı. Ne çevresinin moralini bozdu Nuray, ne kendi moralini bozdu. Gerçek bir denizci gibi sonuna kadar gıkını çıkarmadan, umudunu yitirmeden mücadele etti, hepimize ışık oldu.
O kadar sağlam gözüküyordu ki ben bile kaç yıllık hekim olmama rağmen onun ne kadar ağır hasta olduğunu unutuyordum sık sık. Nuray bir yolunu bulur, gelir Kasım’da, Curacao’da tekneleri beraber karaya çekeriz, zehirlilerini süreriz, hem iş hem gırgır yaparız, yeriz, içeriz, tekneleri hazırlayınca ver elini Panama diye hayaller kuruyordum. Hatta hayalden de öte nerelere gideriz, neler pişiririz planları bile yapmıştım. Hazırdım yani Nuray’la birlikte iki tekne Panama’ya, oradan da Pasifik’e açılmaya…
Konuk Yazar: Dr. Nadire Berker
Fotoğraflar: Dr. Nadire Berker Arşivi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.