Yazları yazlık evimize gittiğimizde kayığımızla denize açılır balık tutardık ama bundan öte o kayık benim için tatlı bir kaçış alanıydı. Renkli minderlerle süslemiştim kayığımızı, denize her açılışımızdan önce bir seremoniye hazırlanır gibi hazırlardım özenle yiyeceklerimizi, içeceklerimizi. Sonra sabahın erken saatlerinde yavaş yavaş bırakırdık kendimizi maviye… Zamanı unutur, balık tutar yer, içer denizle haşır neşir olur dönerdik.
Oğlum 4-5 yaşlarındayken denizin henüz bizde bir tutkuya dönüşeceğinden habersiz küçük bir motor yat almaya karar verdik ve alır almaz ailece denize açıldık ama o ilk gün aniden teknemiz denizin ortasında durdu. Oğlum çok küçüktü, ona sarılıp kamaraya geçtim. Öyle çaresiz bir durumdu ki ne yaptıysak bir türlü tekneyi çalıştıramadık. Sonra heybetli bir yelkenli çıktı geldi yanımıza, bize bir el uzatır gibi halatla bizi teknesine bağladı ve saatlerce ona bağlı bir şekilde Kalamış marinaya geldik. İlk defa bir yelkenliye işte böyle hem fiziken hem de minnetle bağlandık ama yine bilmiyorduk denizin ve yelkenlinin bizde bir tutkuya dönüşeceğini.
Aradan yıllar geçti… Pek çok kişinin hayatı gibi bizim içinde koşuşturmacalar başladı. İş yaşamı, kalabalık şehir hayatı, dört duvar ev, eşyalar, çocuğun okul hayatı, böyle bir yaşama devam ederken yakın bir arkadaşımız bir sohbet ortamında tekne almaya karar verdiklerini söyledi ve tekne fuarından bahsetti. Hadi bize de bir değişiklik olur deyip fuara gidelim dedik sadece gezme niyetiyle ama fuarda apar topar karar verip bir tekne alırken bulduk kendimizi. Artık tekne mi kendini bizim hayatımıza soktu, biz mi onu hayatımıza aldık bilemeden bir tekneye sahip olduk.
Ailece eğitimlerimizi tamamlar tamamlamaz denize açıldık. Önce Marmara’da Adalar, sonra Güney ve sonrasında Yunan Adaları… Artık tekne ve deniz bizde bir tutkuya dönüşmüş ve artık biz denizle hemhal olmuştuk.
Tekneyle birlikte yaşamımızda pek çok şey değişti, sahip olduğumuz 250 m² bir evde yapabildiklerimizin tamamını 11 metre bir yaşam alanına fazla fazla sığdırabildiğimizi fark ettik. Aslında hayatımızı ne çok eşyayla doldurduğumuzu, bunlar için ne çok çalıştığımızı ve bu eşyaların çoğunu kullanmadığımız gibi bunların bizi nasıl yorduğunu fark ettik. Rohe’un dediği gibi “Less is more”. “Az, çoktur.’’ Biz de azı azaltmanın, minimal bir hayata geçişin çokluğunun bizi stresten uzaklaştırdığını ve ne kadar mutlu ettiğini fark ettik. Üstelik bu hayat bunu yaparken bize şehir hayatının o çok lüks sitelerinin vaat edemediği bol güneş, gün batımı, gün doğumu, denizin üstü, kuş sesleri, dalgalar, mavilikler, turkuazlar ve yeni keşifler, sürprizler, coğrafyalar, dostluklar verdi ve bizden hiçbir şey almadan yaptı bunu, çünkü deniz çok cömerttir.
Bunun yanı sıra pratik ve seri davranabilme kaslarımız gelişti, tek bir mutfak gerecini çok amaçlı kullanmayı öğrendik. İçinde yaşadığımız şehir hayatında iyice uzaklaşmış olduğumuz doğayı deniz tarafıyla tanıdık, deniz bize değil biz ona uyduk. Rüzgarı, denizde olmanın prosedürü ve kurallarını, denizin kültürünü içinde yaşayarak tanıdık. Kimi zaman yunuslar eşlik etti bu tanıklığımıza, kimi zaman martılar, balıkçıllar ve keşfedilmemiş koylar.
Zaman içinde artık evimize zorunlu durumlar dışında gitmez olmuştuk, eve her gittiğimizde evimize yani teknemize dönmek istediğimizi fark ettik. Bu nedenle teknemizi sürekli yaşayabileceğimiz bir tekne ebatında büyüttük, evimizi tamamen kapattık.
Bu süre içinde seyirler, eğitimler ve takip ettiğim yayınlarla ben de artık tek başıma denize açılabilecek bir deneyim kazanmış olsamda denizin kendini dayatan bir yapısı olduğunu biliyorum Onu artık tanıyorum… İç çalkantılarını taşıyamayıp ani bir çıkışla dalgalarını nasıl köpürteceğini, rüzgarın esintisine göre nasıl cevap vereceğini sonra hiçbir şey yokmuşçasına sus pus olup dinginleşeceğini biliyorum. Bu nedenle denize ve yelkenliye gönül verecek herkesin öncelikle güvenlik kurallarına uymaları gerektiğini bir an olsun akıllarından çıkarmamaları gerekiyor.
Denizde mutsuz olduğum zamanlar elbette oluyor. Örneğin çantamda bir çöp poşetiyle dolaşmak maalesef benim rutinim oldu. Özellikle kendi sularımızda sürekli kıyıdan çöp topluyorum; plastik şişeler, ayakkabı, ilaç ve alkol kutuları ve daha neler neler. İçim acıyarak toplayıp bunu denize nasıl yapıyoruz diyerek hayıflanıyorum. Denizde yaşamak benim çevreye var olan duyarlılığımı daha da geliştirdi.
Tüketim çılgınlığı yaşadığımız bir dünyada “tüketme üret”, “dönüştür “, “ihtiyacın kadar olanı al” işte bu kavramlar denizle birlikte yaşamımda iyice içselleşti ve deniz de bu konuda beni hep destekleyici oldu. Örneğin 2-3 tişörtü yıkayıp güneşte kurutarak bir yazı geçirebilirim. Biliyorsunuz tek bir tişörtün üretiminde 2700 litre su harcanıyor.
Denizde kadın olmak
Bu soruyla çok sık karşılaşıyorum. Özellikle tekneyi kullanırken, sahip olduğum bilgi ve tecrübeyle karşılaşan kendi camiamızdaki kimi kaptanların da sorduğu bir soru bu. ‘’Bir kadın olarak bunu nasıl başardınız?’’ Ben de “Yapılan işin kadını erkeği olmaz” felsefesiyle hayata bakıyor ve cinsiyet temelli yaklaşımı sonuna kadar reddediyorum. Azmettikçe doğru eğitim, bilgi ve tecrübeyle donanıp her an öğrenme süreci de devam ettikçe ve bir de benim içimdeki gibi bir tutku oldukça isteyen herkesin bunu başarabileceğine inanıyorum. Ayrıca insanın ruhunu beslemesi ve ilham alması da bu tutkuyu daha köklü hale getiriyor. Ben Sadun Boro’dan ilham alıyorum. En büyük hayalim kendi teknemiz ile dünya turu yapmak…
Yazı: Nükhet Topel / Konuk Yazar
Fotoğraflar: Nükhet – Atılay Topel Arşivi
Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.