Aralık 2023'te Ketebe Yayınlarından yayınlanan Hekaton’la Son Tango (*), Psikiyatrist Mustafa Merter tarafından yazılmış. Türk psikiyatrist ve psikoterapist, Nefs Psikolojisi Ekolü’nün kurucusu, yazar kadim İslam tasavvuf geleneğinden kaynak alan yeni bir psikoloji yaklaşımı geliştirip psikoloji bilimine yeni bir boyut katmış.
Hekatonkheires yani Hekaton, Yunan mitolojisindeki titanlardan Gaia ile Uranüs’ün elli başlı, yüz kollu oğulları olan Kottos, Briareus ve Gyes’in temsilidir. Uranüs, Hekatonkheires’ten hem iğrenir hem de iktidarını ona kaptırmaktan korkar. Hâlbuki bu figür, çok başlı ve stabil olmayan yapısıyla hem katildir hem de maktuldür. Son tangonun Hekaton’u ise küresel çapta sürdürülen çeşitli propaganda ve eşik altı mesaj uygulamalarıyla Aileyi İfsad Etme ve İnsanlığı Yeniden Yapılandırma Küresel Projesinin bir temsilidir.
Kitaba geçmeden önce yazarın biyografisine göz atalım. Ortaokulu Avusturya Lisesi'nde okur, daha sonra tahsiline devam etmesi için ailesi tarafından İsviçre’ye gönderilir. 1975te Lozan Tıp Fakültesi’nde Tıp tahsilini tamamlar. Almanya’da bir süre dahiliye asistanı olarak çalıştıktan sonra branş değişikliği yapmaya karar verir ve İsviçre’de Psikiyatri uzmanlık eğitimine başlar. Uzmanlığını Zürih Üniversitesi Hastanesi’ne bağlı Burghölzli Psikiyatri Hastanesi’nde tamamlar. Ardından Flufenazin Dekanoat nöroleptik çalışması ile doktora tahsilini tamamlar. 1987 yılında Türkiye’ye yerleşir. Çalışmalarının neticesinde “Nefs Psikolojisi” adını verdiği yeni bir yaklaşım (ekol) meydana gelir. Nefs Psikolojisi araştırmaları, Batı Psikoloji’sinde mevcut olan yapısal ve işlevsel kuramlara yeni boyutlar katar: Çok Mertebeli ve Dinamik Nefs Yapısı (Multi-Level and Dynamic Existential Psychic Structure); Bilinçdışı kategorileri (Lower and Higher Unconscious Categories); Hâl Psikolojisi (Psychology of Human Subtile States) bunlardan bazıları imiş. Ayrıca Matrix Sendromu (Matrix Syndrome) adını verdiği, yaygın adıyla “ekran bağımlılığı” yeni çağ küresel sendromunun tehlikelerini ve risklerini psikolojik açıdan tetkik ederek toplumsal bir farkındalık kazandırmaya katkı sağlar. Dokuz Yüz Katlı İnsan (2007) ve Nefs Psikolojisi ve Rüyaların Dili (2014) adlı iki kitabı vardır. Şu sıralar, sekiz yıl önce başlamış olduğu ve yeni tamamladığı Kuran-ı Kerim’in Psikolojik Açıdan Tefsîri çalışması yayın sürecindedir.
Karşımızda eğitimini yurtdışında almış, yabancı dili olan ancak Batı Psikolojisi kuramlarını tasavvufla yeniden yorumlayan, yetişme tarzı ile çelişen kadın erkek ilişkileri, aile içi davranışlara yaklaşımında modern ve eşitlikçi bir yaklaşım benimsemeyen bir yazar var. Biz yabancı mekteplerde yetişen Anadolu çocukları hangimiz bu düşüncelere kapılmadık ki, önümüze açılan yeni iletişim dünyası imkan ve ağları neticesinde hepimiz bir yana savrulup kurtuluşu ya geçmişin şanında ya da eloğlunun yeni heyecanlarında aradık durduk. Halbuki içimizdeydi; bizim nefsimizde saklıydı, değil mi? Bunu keşfettiğimizde ise artık genç değildik, maişet gailesinde boğulmuştuk.
Yazar, günümüzün Web 2.0 ve yeni medya dünyasında kadim terbiye sisteminin çökertilmesi, kadın hakları adı altında bir “erkek kadın” figürü yaratılması, baba otoritesinin “kasıtlı” olarak yıkılması, her türlü cinsel sapkınlığın eş zamanlı olarak “arttırılması” ve “toplumsal cinsiyet” adı altında kadın ve erkek farkının ortadan kaldırılması gibi beş ana cephede süren bir savaşa ulusal ve global anlamda, ayağı yere basan çözüm önerileriyle dur demenin vakti geldiğini belirtiyor. Bunun için de bir Yüksek Sosyal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü kurulmalı diyor.
Yazar bu kitabı İsviçre’de dinlediği bir radyo programında anne ve babaları eşcinsel on-on beş yaşlarında çocuklar ile yapılan röportajda çocukların bu ilişkileri ne kadar normalleştirdiklerini duyduğunda yazmaya karar veriyor. Bunun üzerine son seksen senede ABD ve Avrupa’da gerçekleşen sosyal değişimlerin bir meta analizini yapıyor. Bu analizin sonucunda küresel çapta eş zamanlı olarak yayılan bir sosyal mühendislik projesi ile karşı karşıya olduğuna ikna oluyor. Bu proje eşcinsel ilişkilerin teşvik edilmesi, kadınların erkekleştirilmesi ve neticesinde anneliğin yok edilmesi, baba otoritesinin yıkılması ve nesilden nesile aktarılan geleneksel terbiye sisteminin ortadan kalkması gibi zamana yayılarak gelişen değişimleri kapsıyor.
Evet ama, yine de yüz milyonlar çok asırlık kitapları ki en son birkaç asır önce şerh edilmişlerdi, ezber usulü belleyerek eğitim alıyorlar. Sanırım her yerde bu projeler daim!
(*)https://www.bkmkitap.com/hekatonla-son-tango
Daha yazıya başlar başlamaz yazımın sonunu şuraya bir ekleyeyim:
“Şimdiden duyar gibiyim yorumlarınızı, suçlamalarınızı…
Baştan söyleyeyim, ben sadece inanmış bir Müslümanım, elhamdülillah.
Sağcı, muhafazakar gibi eski moda ve şimdi bilmem ne diyorlarsa, onlardan değilim.
Mustafa Merter’in gayretini takdir ettim. Haklı bir savunma içgüdüsüyle cesaretle analiz ve savunmalar yapmış. Tarafsızca aktarmaya çalıştım. Yorum yapmadım. Zira benim yaklaşımım farklı olurdu.”
Şimdi başlayayım yazıya ve bakalım bu noktaya nasıl geleceğim:
İnternetin yaygınlaşmasıyla ve akıllı telefonlarla bu sosyal değişimler üstel bir hızla artıyor. Yazar bizleri bu Matrix dünyasında manipüle edilmeye karşı uyarıyor. 1970-90 arası doğan gençler hoşgörülü, sözde özgüvenli, açık fikirli ve hırslı fakat bir o kadar da sinik, depresif, yalnız ve son derece kaygılı imiş. Yazar bu kaygı artışının başlangıcının 1966da ABD’de başlayan Values Clarification (Değerleri Yeniden Belirleme) karakter eğitimi projesi olduğunu düşünüyor. Benim bir arkadaşım da T.C. Milli Eğitim sisteminin ABD’li yetkililer tarafından idare edildiğini düşünüyor.
Neyse bu Değerleri Yeniden Belirleme projesinin yayılmasına sebep olan Louis E. Raths, Merrill Harmin ve Sidney B. Simon’un “Öğretmenler ve Öğrenciler için Pratik Stratejiler” kitabı 500 bin adet satmış ve kısa sürede benzer on iki kitap daha çıkmış. Bu kitapta “mutlak değerlerin” olmadığı, hiçbirimizin önceden belirlenmiş değerlere sahip olmadığımız, değerlerin belirlenmesinin üç aşamasının seçim, değer verme, aksiyon olduğu anlatılıyor. En önemli noktalar: seçimin özgür olması, her farklı alternatifin neticelerinin ne olabileceği üzerine derin bir şekilde düşünülmesi gerektiği, seçimin utanmadan herkese açıklanabilmesi, bu seçimle aksiyona geçilmesi ve seçimin hayatın farklı durumlarında tekrarlanması imiş.
Yazarın bu noktaları yorumlaması ise şöyle: “Başkasına zarar vermediğin müddetçe ne yaparsan yap; eğer bu senin özgür seçimin ise, seve seve yapıyorsan, canının çektiği gibi, doya doya, tadını çıkara çıkara yap.” Yazara göre bu felsefe ile din, maneviyat, gelenek, görenek, nesiller boyu aktarılan bilge hayat tecrübeleri ve insanlığın bütün kadim değerleri bir çırpıda siliniyor. Yazar özellikle öğretmenin amacının öğrencinin doğruyu kendi kendine bulması olmasını yargılıyor. Bu muhafazakar yaklaşım bana çok tanıdık geliyor. Ama yeni kuşaklarda bir işe yarar mı, böyle edinilen öğretiler kalıcı olur mu?
Bu yaklaşımı mümkün kılan psikolojik düşünce sistemini Rollo May, Abraham Maslow, Carl Rogers ve William Coulson’ın “İnsancıl Psikoloji” yaklaşımında buluyoruz. Psikoterapide hastalara self actualization adı altında esas otoritenin dışarıda değil, kendi içlerinde olduğu mesajı verilirken satır arasında da bedensel ve olabilecek tüm diğer hazların sınır tanımadan yaşanması telkin ediliyor. Bu yaklaşım Varoluşçu Psikoloji ile birleştiğinde, “Var olmak istiyorsan özgürce bütün potansiyelini yaşa” neticesi çıkıyor. Ayrıca bu yaklaşımın arka planında yer alan Varoluşçu Felsefenin (G. Kneller), öğretmenin kendi değerlerini kabul ettirmeye çalışmaması ve öğrencisine “sen istediğin gibi seç” demesidir.
Değerleri Yeniden Belirleme projesinin yayılmasına sebep olan Raths’ın ilham aldığı bir diğer filozof John Dewey eğitimde reform yapmak isteyen, fakat aynı zamanda ölçülü, güzel ahlakı teşvik eden bir eğitim sistemini savunuyor. Bu sistem aslında bizim kadim rüşd usulümüze benzemiyor mu? Yani talebe eğitimde pasif kalmamalı ve doğruları bulmak için çaba göstermelidir. Ama aradaki fark: rüşd usulünde ilahi rabıta ve bir mürşid-i kamil var. Mürşid sadece sözleri ile değil, halleri, Kur’an-ı Kerim kaynaklı güzel ahlakı üzerinden doğruyu bulduruyor.
Bu yaklaşımın arka planında rol oynayan başka bir görüş, Darwinizm’in biyoloji alanına sunduğu Evrim Teorisi’nin sosyal Darwinizm aracılığı ile insan bilimlerine uyarlanması. Burada, ahlak dahil olmak üzere her şeyin zamanla değişebileceği fikri öne sürülüyor. Ayrıca bilimsel materyalizm ve pozitivizm, güzel ahlakı kendi ampirizm kriterlerine uymadığı, laboratuvarda ölçemediği için yok sayıyor.
Neticede “Değerleri Yeniden Belirleme” projesinin büyük savunucularından Howard Kirschenbaum’un beklediği gibi hareket yayılıyor. Psikologlar danışan ailelere “Çocuğu zorlamayın, üstüne varmayın, bırakın kendi seçsin.”; “Hayallerinden vazgeçme, bu beden senindir, istediğin gibi kullan, başkalarının ne dediğini umursama.” şeklinde öğüt veriyor. Bunun sonunda eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, son derece alıngan, sorumluluk taşımayan bir nesil ortaya çıkıyor. Terbiye ortadan kaldırılınca erken yaşta gebe kalan, suça, alkolizme, uyuşturucuya yönelen ya da bedelini ödemeden maddi-manevi her şeye sahip olma hakkı olduğunu düşünen bir nesil doğuyor. Hollywood film endüstrisi ile desteklenince “sınırlayıcı toplumsal değerlere baş kaldırmak” tüm dünyaya yayılıyor. Halbuki onlar film çeviriyorlardı, niye ciddiye alır ki insanlar?
1850lerde İngiltere Victoria döneminde toplumda kadınlar için var olan kısıtlamaları düzeltmek için başlayan feminizm hareketi, 1960larda özellikle ABD’de politik bir harekete evrildikten sonra 1990'lardan itibaren bir “erkek kadın” yaratma projesine dönüşüyor. “Mona Lisa Smile” filminde Julia Roberts göreve başladığında öğrencilerini erken yaşta evliliğe ve annelik eğitimine karşı çıkmaya yönlendiren bir profesörü canlandırıyor. “Bend it like Beckham” filminde yarı Hintli yarı Asyalı bir genç kız, ailesinin karşı çıkmasına rağmen futbolcu oluyor. Million Dollar Baby’de Clint Eastwood Hillary Swank’i boks şampiyonu yapıyor. Yani yazara göre sürekli fıtrata, sağduyuya aykırı bir kadın ideali modeli yaratılmak isteniyor. Öyle ki bütün savaş filmlerinde erkek askerlerin yanında, çoğu zaman erkekleri yenen savaşçı kahraman kadınlar var! Olimpiyatlarda ise başarılı sporcu kadınlara hormon testi yapıyoruz.
Bu gidişatın toplumsal etkileri arasında evlilik yaşının yükselmesini, nüfusun azalmasını sayabiliyoruz. Özellikle “Geciktirilmiş Annelik Sendromu” patolojisi kadınlarda kanser dahil hastalıklara açık hale getiriyor, deniyor. Sebep olarak kadınlar annelik duygusuna gereksinim hissedemiyor ve evlilik motivasyonları azalıyor, diyebilir miyiz?
Frankfurt Okulu Almanya’da bir düşünce kuruluşu olarak başlamış ve bu değişim için radikal bir yeniden yapılandırma düşünce sistemine gerek duymuştur: İlk olarak “bütün bildiklerini eleştir ve unut”, ikinci olarak “mutlak gerçeklik yoktur” önerileri ile “sil baştan” yapmak gerekiyor. ABD’ye göç eden Frankfurt okulu entelektüelleri akrabalarını Holokost’ta kaybetmiş, ağır travma yaşamış kişiler. Bu nedenle bir daha asla mantığı ile hem haksızlıkların intikamını almaya çalışıyorlar hem de amaçları Yahudi ırkı dışında olan halkları gelecekte kendileri için zararsız hale getirmek. Özellikle analiz etmeye çalıştıkları denklem, Yahudilere karşı öfkenin sebepleri. Onlara göre Hristiyanlar doğal cinsel güdülerini reddettikleri için yaşadıkları psikolojik gerilimi Yahudilere yöneltiyormuş. Ayrıca otoriter aile kurumu ve baba önemli; babaya karşı gelemeyen çocuk öfkesini çevreye yani Yahudilere yansıtıyormuş. Yani esas mesele: baba=otorite=nefret=çevreye yansıyan öfke=Yahudi düşmanlığı ise çözüm otoriteyi temsil eden babayı tahtından indirmek, yani ataerkil sistemi, aile bağlarını, görgü, gelenek, ahlak kurallarını yeniden yapılandırmak. Yahudiler sosyoloji alanında etkin olup “önyargı üzerine çalışmalar “ adı altında makaleler, kitaplar yayınlıyor. Bunlardan biri Adorno, Frenkel-Brunswik ve Levinson’un “Otoriter kişilik” kitabı.
Aslında esas amaç Çekirdek aileyi ve insanlığı yok etmek mi?
Judith Butler gender teorisinin manevi babası. Undergoing Gender (Cinsiyeti Çözme) kitabı her türlü cinsel sapıklığın (başta lezbiyenlik) meşrulaştırılması üzerine kurulmuş. Daha da ötesi sübyancılığı gündeme getiriyor, uluslararası lezbiyen ve gay gündeminin görevinin insanın yeniden yapılandırılması olduğunu belirtiyor: “Belirli bir norm kümesinde görmek gibi bir arzu yoksa, bu cinsel yönelim hastalık gibi görülmemeli, eşcinsel evlilikler varsa çocuk evlat edinme veya yapay döllenme mümkün olmalı, ensest iki tarafın rızası varsa olabilir, kimsenin kimseye hesap verme zorunluluğu yoktur.” diyor. Diğer tarafta, Fransız filozof Agacinski toplumsal cinsiyet ve queer teorisini Fransa için canavarca yaşanılacak bir gelecek olarak tanımlıyor, eşcinsel ebeveynliğini doğadışı görüyor, çocuğun hem anne hem babaya ihtiyacı olduğunu ifade ediyor, eşcinsellerin çocuk büyütmesinin yapay bir insanlık olduğunu söylüyor.
Butler’a göre cinsiyet farkı, toplumsal cinsiyet (gender) ve cinsellik farklı imiş. Artık gender kavramı erkek kadın farklılığını anlatmıyor, ne erkek ne kadın, ikisinin arasında bir şey manası yükleniyor. Vatikan bu oyunun farkında olduğundan gender kavramını Birleşmiş Milletler Hükümet dışı Örgütü programından çıkarmak istiyor çünkü kavramın özellikle kadınlar için kullanıldığında eşcinselliğin onayı için bir şifre anlamı taşıdığını ve erkek-kadın dışında yeni bir cins yaratma girişimi olduğunu fark ediyor.
Yazar: Yeni bir radikal insan modeli ancak erkek ve kadın farkı, yani cinsiyet ortadan kaldırılırsa mümkün olabiliyor. Bunun bizdeki etkisi İstanbul Sözleşmesi; bu sözleşme, kadın hakları bahanesi ile kamufle edilmiş Butler’ın eşcinsellik fikirlerini taşıyan bir Truva atıdır. Neticede 2021 senesinde hatadan dönüldü ama “virüs” ne yazık ki beyinlere yerleşti. Bu sözleşme kapsamında “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” terimi en tehlikelisi. Kadınlara uygulanan şiddet ve eşitsizlik bahanesi altında “erkek kadın” yaratma, erkek eşcinselliği ile erkekliği sulandırma, erkek ve kadın farkını tamamen silme hedefleniyor. Bir erkeğe erkek, kadına kadın demek cinsiyet hakkında kalıplaşmış yargı olarak görülüyor, bunun yerine cinsiyet rolü normları (gender streotype) yani LGBT ile başlayan ve LGBTQIA+ ve ötesine giden bir seri hedefleniyor. Törelerin ve geleneklerin değiştirilmesi, olumlu yanlarımızı namussuz yapmak isteniyor. Kadın teriminin 18 yaşından küçük kızları da kapsaması ile cinsel istismara uğrayan kızları korumak değil, 13-14 yaşlarında bir kızın kendi rızası ile lezbiyen veya trans olmak istediğinde ebeveyninin karşı çıkamaması için haklara sahip olması hedefleniyor, diyor.
Yazar bu fikirlerini toplantılarda sunduğunda öfkelenen kadınların erkek dünyası tarafından baskılanmış, şiddete maruz kalmış veya öyle olduğunu sanan, tarafsız değerlendirme yapamayan kadınlar olduğunu düşünüyor.
Son olarak duyguların kasıtlı olarak başka alanlara yönlendirilmesi olarak ev hayvanlarına yönelik sıradan ilgi ötesi sevgiyi ele alıyor. Artık aile kurmak, evlenmek, çocuk sahibi olmak gençleri ilgilendirmiyor; hayvanlarla olan ilişki daha konforlu bir “kendini kandırma” diyor.
Özellikle son 40 senedir Hollywood’u yöneten Yahudiler, filmleri vasıtasıyla eşcinselliği adım adım bütün dünyaya zararsız, hatta övünülecek bir serbest seçim olarak kabul ettiriyormuş. Ama Texas eyalet valisi “aileyi koruma birimleri”ni cinsiyet değiştirme ameliyatları ve ergenlik durdurma ilaçlarını araştırmak üzere görevlendiriyor. Disney, Netflix buna karşı çıkıyor. Hollywood’un kendinde bu hakkı görmesine neden, Bernays olabilir mi? Amerika’nın Almanya karşısında savaşa girmesinde büyük rol oynayan bir halkla ilişkiler ve propaganda uzmanı olan Bernays, sigara şirketleri için çalışırken kadınlara sigara içmeyi özgürlük sembolü olarak telkin ediyor. Halk kitlelerinin bilinçdışı faktörlerle davrandıklarını, bu nedenle yetenekli azınlığın davranışlarını manipüle etmesi gerektiğini düşünüyor. Bu durumda alt bilinçdışında uyanmamış bir potansiyel olarak eşcinsellik eğilimi var olan bir kadın söz gelimi kocası onu aldattığında Netflix menüsünden eşcinsellik konulu bir film seçebilir. Algoritma hınzırca film menüsüne bu tip filmleri ekleyip dozajı arttırır ta ki kadın bir sabah kendini bir kadının yatağında buluncaya kadar! Bu olabilir mi, sizce?
Gelelim sosyal medyaya. Matrix aslında akıllı telefonumuzun ekranı. Facebook’a bağımlı olanlar yalıtılmış sanal etki alanı (virtual influence field) içinde özel bir hayat yaşıyor. Artık milyonların cinsiyet, yaş, oturdukları yer ve alışkanlıkları kayıt altında. Hatta üç boyutlu gözlüklerle gerçeklik ve sanal dünya iç içe geçmiş durumda. Diğer taraftan Çin, Tiktok’u kendi ülkesinde “Altın Kalkan Projesi”ne göre farklı uyarlıyor ve kendi çocuklarını koruyor. Günlük ziyaret 40 dakika ile sınırlı, kültür ve eğitim ağırlıklı içerikler sunuyor. Dünyada ise Tiktok’u yoğun izleyenlerde Tourette Sendromu vakalarında artış yaşanıyor, anoreksiya gibi yeme rahatsızlıkları görülüyor. Yazar ChatGPT üzerinden tehlikelere dikkat çekiyor, özellikle şiddet konusunda cesaretlendirecek cevaplar verdiğini belirtiyor.
Eşcinselliğe bakışın zaman içindeki değişimine bakıldığında, 1948de “Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi”nin Birleşmiş Milletler önderliğinde gözden geçirilmesi, Musevi-Hristiyan ahlakı yerine “Aydınlanma Hareketi”nden kaynaklanan tabii haklar gibi mefhumların öne çıkması, bu sekülarizasyon girişimleri ile eşcinsellere “dolaptan çıkmak” diye tanımladıkları meşrulaşma fırsatının doğması bahsedilmesi gereken önemli gelişmeler. “Gay Özgürlük hareketi” 1969da New York’ta Stonewall Club protestosu ile başlıyor. Harry Hay, Marshall Kirk, Hunter Madsen önemli bir strateji ile insan hakları kılıfı altında, eşcinselin cinsel yönünü ikinci plana indirgeyip insanların duygularına hitap etmeyi başarıyor. Böylece eşcinsel olmayan Amerika revizyondan geçiyor. Medya/yayın kuruluşları ile Amerikan halkı her şeye inanır hale geliyor. Hollywood endüstrisi, psikoloji, psikiyatri, sosyoloji bilim dalları çoktan ele geçirildiğinden alt yapı itinayla hazırlanıyor. Artık cepheyi genişletmek için iki alan var: politika ve hukuk. Yazar tezini desteklemek için burada Richard M. Valelly’nin şu görüşlerine yer veriyor: “1950lere kadar cinsel yönelim Amerika’da politika hayatının ilgi alanı olmamıştır. Fakat aniden, 10-15 senede bir milli cinsellik gündemi yaratılmıştır. Neticede işyeri kuralları, eğitim, evlilik, vb LGBT tarafından belirlenir olmuştur.”
Halbuki psikiyatri ve psikoloji alanında da Freud, Jung ve Adler eşcinselliğin insanın gelişim evrelerini engelleyen bir hayat tarzı olduğuna işaret ediyor. Psikolog ve psikiyatristler de aslen somatik ve psikolojik olumsuz sonuçları gözlemlemişler. Ama 1952de DSM tanı kriterlerinde eşcinsellik “sosyopatik kişilik bozuklukları” altında yer alırken 1968de bu kategoriden çıkarılıyor, diğer cinsel sapmalarla birlikte sınıflandırılıyor. 2013te cinsel yönelimlerle ilgili hiçbir tanı kalmıyor, hangi cinsel sapıklık olursa olsun artık hastalık olarak görülmüyor. “Born that way” teorisini güçlendirmek amacıyla uyduruk genetik/hormonal / nörofizyolojik teorilere ağırlık veriliyor, diyor yazar.
Yazar Türkiye’de psikoloji ve tasavvufun sentezini yapmaya çalıştığında büyük tepkiyle karşılaştığını anlatıyor. Eşcinsel hayat tarzının sağlığa zararlarını gündeme getirdiğinde de büyük direnişle karşılaşmış. Eşcinselliğin genetik kaynaklı olmadığını ve istenirse tedavinin mümkün olduğunu anlatıyor. Sonuç olarak dünyada üçüncü bir cinsiyet olduğunu kanıtlayan tek bir bulgu olmamasına rağmen politik aktivistler, Born That Way mitini devam ettiriyor. Ancak yazar, çalışmaların çocukluk ve ergenlik dönemi psiko-gelişimsel sürecinin ve diğer çevresel faktörlerin, cinsel kimliği şekillendirmede en büyük rolü oynadığını gösterdiğinin altını çiziyor.
İki cinsi birbirinden ayıran yapısal kodlar ve anatomik ve fizyolojik farklılıklar bulunuyor, diyor. Ama medyanın erotize edilmiş hemcins ilişkileri teşvik edici tesirini, internet pornosu velhasıl beyin yıkamaları yanlış giden psiko-gelişimsel sürece dahil etmek gerektiğini belirtiyor. Ve diyor ki: Bilakis çocuk ve ergenlerin trans olma heveslerinin geçici olduğunu gösteren çalışmalar mevcut; Amerikan Psikiyatri ve Psikoloji dernekleri trans kimliğinin dalgalı olduğunu ve büyük çoğunluğun kromozomik cinsiyetleri kabul edeceklerini beyan ediyor.
Yazara göre; materyalist paradigma dini Türkiye’de İttihat ve Terakki hareketi üzerinden geliyor; aklı ve bilimselliği ön plana çıkarıyorlar. Ama yine de bir Tanrı arketipi her insanın bilinçdışının derinliklerinde varlığını sürdürüyor, diyor.
Yuval Noah Harari’nin Homo Deus adlı kitabından örnekler veren yazar; ölümsüzlük müjdelerini, mutluluğun artması ile ilgili öngörülerini, oysa kaygı hastalıkları artışta, ruh diye bir tespitin olmadığını belirtmesini, bilincin karmaşık sinir ağlarının ateşlenmesi olduğunu söylemesini, teknolojik hümanizm fikrini, tercihlerin beynin elektrokimyasal süreçleri olduğu fikrini, yani özgür irade yoktur diyor kitapta, yapay zekanın üstünlüğü iddiasını, bazı insanların sürümleri yükseltilmiş süper insan eliti oluşturma iddiasını oldukça yadırgıyor. Ekran zamanındaki artışla gelen sanal bağımlılık artışı depresyon, kaygı gibi hastalıklarla en büyük tehlikeyi oluşturuyor.
Tüm bu gidişata cevaben yazar; çocuğa karşılığını vermeden her şeyi alabileceği izlenimini vermemek gerektiğini, bencilliği düzeltmek için hayır faaliyetlerine teşvik etmeyi, geciktirilmiş annelik sendromunun somatik ve psikolojik etkilerinin ortaya konmasını, okul-aile birlikleri ve Diyanet’te “kadın nedir” sorusunun sorulup insanları tefekkür etmeye yönlendirilmesini, toplumsal cinsiyet eşitliğinin kadın ve erkek arasındaki farklardan ötürü kadının kadın gibi, erkeğin erkek gibi olması sağlanarak düzenlenmesini, sevginin ve anlamlı insan ilişkilerinin yeniden yeşertilmesini öneriyor. Tüm bu projelerin Cumhurbaşkanlığına bağlı bir “Yüksek Denetim Kurumu” tarafından takibini öneriyor. Medya alanı için Disney, Netflix gibi zararlı mesajları olan yayınların ifsad algoritma analizlerinin yapılıp izne tabi olmaları, gerekirse yasaklanmalarını, Çin’in Firewall benzeri Türk Hilal Duvarı oluşturulup devreye sokulması, çocuklar için yapılan yayınların Yüksek Sosyal Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün Çocuk ve Ergen Alt Birimi tarafından zararlı ise daha yayımlanmadan engellenmesi, çocuklara yönelik görsel, oyuncak, giysi, renklerin ve şarkı sözlerinin denetime tabi olması önerilerinde bulunuyor. Ayrıca Türk Psikiyatri derneği yapısının ve işlevlerinin gözden geçirilmesini, yan kuruluşu CETAD vasıtasıyla LGBT derneklerine destek vermesinin engellenmesini, kendi kurduğu nefs ilmi akademilerinin yaygınlaşmasını öneriyor. Reklam endüstrisinin etkinliklerine çok dikkat edilmeli, ifsad algoritmaları reklam dilinde kullanılmamalı, görseller denetlenmeli, en iyi çözüm reklamların yayına girmeden denetlenmesi ve uyarı cezaları verilmesidir, diyor. Son olarak da yazar çok etkin bir ekran zamanı ve algoritma analizi uygulaması üzerinden ayrıntılı dolaşım analizlerinin, ekran zamanı içeriğinin ve psikopatoloji analizinin yapılıp önleyici önerilerde bulunulmasını öneriyor. Tabii tüm bunları kim, nasıl yapacak ve sonuç alınacak, zor işler bunlar!
Tüm dünya sosyal medyanın, arama motorlarının etkisi altında!
Şimdiden duyar gibiyim yorumlarınızı, suçlamalarınızı …
Baştan söyleyeyim, ben sadece inanmış bir Müslümanım, elhamdülillah.
Sağcı, muhafazakar gibi eski moda ve şimdi bilmem ne diyorlarsa, onlardan değilim.
Mustafa Merter’in gayretini takdir ettim. Haklı bir savunma içgüdüsüyle cesaretle analiz ve savunmalar yapmış. Tarafsızca aktarmaya çalıştım. Yorum yapmadım. Zira benim yaklaşımım farklı olurdu.
İnanç doğmadır, teslimiyettir. Batılı tasvir etmek ve çare, izah aramak beyhudedir.
Mühim olan gerçekleri bilip anlamaktır. Detay tartışmak bana göre değil; işi başından doğru tutmak gerekir. Mesela kadına bir eşya, mal gibi davranmak yanlıştır. Din erkeklere mahsus değildir ve ruhbanlık yoktur; asabiyet yoktur. Rabbim tüm yarattıklarına bu dünyada Rahmandır. Biz kendimizi doğrultmazsak nafiledir.
Bir sual: Arama motorları, sosyal medya ortaya çıkalı kaç yıl oldu? Ve niçin biz hala karar veremedik, bu aracı nasıl kullanacağımıza? Tam tersi, müstear isimlerle gizlenerek trolcülük, kameranın cazibesine kapılarak vaizcilik ve daha neler yapıyoruz. Allah affetsin…
Murat Ülker