Karaburun'dan Antalya'ya Yelken

Saipaltı (Karaburun) - Antalya gezisine kaldığımız yerden devam ediyoruz...

Hatırladınız değil mi? Temmuz'da başlayıp Kasım sonunda dönüş yaptığımız Saipaltı - Antalya gezisinin anlatımını, neredeyse en başlarında durdurup başka bir konuya geçmiş ve bunu daha ileriki bir zamanda  devamını getireceğimi söyleyip kesintiye uğratmıştım. Bunun sebebi de gezi sırasında çektiğim görüntüler, videolar ve hazırladığım metinlerin büyük bir kısmının nedenini hala çözemediğim bir şekilde bilgisayarımdan silinmiş olmalarıydı. 

Bu arada teknem S620’nin bağlı bulunduğu, Karaburun Saip köyümüzün pek çok sorunuyla başa çıkmaya çalışan EKODER adlı derneğimizin başkanı, Ayşe Çetin Şafak Hanım ve sevgili muhtarımız Alev Erakın Hanım'ın teşvikleriyle kar gayesi gütmeden, derneğimize sembolik bir bağış karşılığında, teknem "S620" ile "Temel Denizcilik ve Yelken Eğitimi"ne başladım.

Şimdi anlatmak istediğim ve yarım bırakmış olduğum gezi anlatımına kaldığım yerden elimde kurtarabildiğim verilerle devam etmektir. Aynı zamanda "Yelkencinin Gazetesi"nde de kesintiye uğrayan yazımın kaldığı yerden devam edip, bittiğinde de bu hiç beklemediğimiz kadar ilgi gören "Temel Denizcilik ve Yelken Eğitimleri"ne kış süresince de devam etmek niyetindeyim. 

Şimdi en son kaldığımız yeri video ile tekrar hatırlatıp gezimin geri kalan kısmına devam ediyorum.

 

O video’da Karaada'dan çıkmış Çeşme Marina'ya doğru giderken içeride uyuklamakta olan Havuç'un miyavlamasını duymuş hemen içeri girip baktığımda durumun pek de parlak olmadığını görmüştüm.

Havuç, dört ayağını iyice açmış, dengesini sağlayıp düşmemeye çalışırken başı öne eğik, gözlerini yerde sabit bir noktaya dikmiş ve anlamsız bir şekilde bakar durumdaydı!

Eyvah ki ne eyvah...

Daha gezinin başında Havuç böyle yamulduysa işimiz zor demektir. Henüz çalkantılı bir deniz bile görmedik! Hemen dümeni bizim "Linda"ya (otopilot) teslim edip içeri girdim ve Havuç'u kucağıma aldım. Öyle feryat figat vaziyette değil ama yüzünün şekli ve ses tonundan mide bulantısının olduğu belli. Biraz başını okşayıp "agucuk, magucuk" filan yaptım, bir yandan da başımı kapaktan çıkarıp "Linda rotasında mı" diye bakıyorum. 

Bölgeyi tanıyanlar buranın -Alev Adası sığlıkları- nasıl netameli bir yer olduğunu bilirler!

Havuç'u oyalamaya çalışırken yüzeyden 50 - 60 cm altta, öbek öbek ve su üstünden  görünmeyen kayalıkları (Nawionics'te) kontrol edip, tekneyi kollamaya çalışıyorum.

Havuç'u sakinleştirip, çok da fazla zorlanmadan sıkıntılı yerden geçip, Çeşme Marina'ya girdik.

Değerli arkadaşlarım daha önceki bir yazımda, burada yakıt alan teknelere, akaryakıt istasyonuna bağlanıp alışveriş yapmaları için 4 saatlik ücretsiz bir bekleme şansı tanındığını söylemiştim. Bu gerçekten uzun seyahat yapanlar için büyük bir nimet.

D Marin'lerde 1 saat ve eğer boş yer varsa balıkçı barınakları ve kooperatiflerde de 2 - 3 saat ücretsiz bağlanabiliyor ve parasını ödemek kaydıyla su tanklarınızı da doldurabiliyorsunuz.

Alışveriş biraz uzun sürdü ve karanlığa kalmamak için geceyi dışarıda marinaya yakın, çok da korunaklı olmayan küçük bir koyda geçirmeye ve ertesi gün yola çıkmaya karar verdim.

Hava durumu uygulaması havanın bozmayacağını gösterdiği için geceyi rahat ve sakin geçirip ertesi gün firişka bir havada Nergis'e (Sarpdere) doğru yola koyuldum.

Sizlere Çeşme Marina, Nergis, Sığacık seyirleriyle ilgili video ve fotoğrafları, nasıl becerdiğimi bilemediğim bir şekilde sildiğimi belirtmiştim.

Yapacak birşey yok... Uzun sürecek bir yazı dizisi hayal etmiştim ama hesapta olmayan aksilik hemen hemen tüm kayıtların kaybolmasıyla gerçekten hayal oldu!

Bu elde kalan verilerle de olsa olsa hızlandırılmış ve kısa bir özet yapabilirim diye düşünüyorum.

Rotamız Nergis Koyu...

Nergis herzamanki gibi sessiz, yemyeşil ve gizemli bir yer.

Birkaç gün Nergis'in pırıl pırıl denizinin keyfini çıkarıp ardından Sığacık'a dümen kırdım ve sevgili Hulki ağabeyim, kızı Derya ve onun dünya tatlısı kızı Mira ile buluştuk.

Sığacık'ta da Havuç'u bahane edip birkaç günde orada kaldıktan sonra ver elini "Sıcaksu Koyu" deyip dümeni güneye çevirdik.

Bir gecede Sıcaksu’da kalıp sabah Dilek Boğazı’na doğru dümen kırdık.

Şimdi buraları fazla oyalanmadan hızla geçiyorum. Çünkü bu bölgenin görüntüleri tamamen silinmiş!

Ertesi günü Dilek Boğazı’ndan geçip, Boğaz’ın alt ucundaki Tavşan Adası’nın güney tarafındaki küçük girintide demirledim.

Burası kuzey rüzgarlarda çok iyi koruma yapan ve benim bu civardaki en favori sığınma yerlerimden biridir. 

Adanın güneyindeki denize dik inen duvar gibi kayanın hemen yanı 5 - 6 metre derinlikte! 

20 metre ilerisi ise 40 metreye varan derinliktedir. Çok iyi demir tutan kayalık zemine demirledikten sonra tornistanla yaklaşıp, dik kayalığın oyuklarına koltuk halatlarını bağlamak hem kolay hem de oldukça emniyetli bir gece geçirebilmeniz içinde şarttır. Burada küçük bir hatırlatma yapmalıyım! Dip çok sağlam kayalık olduğu için zeminden sökememe durumunda, demirin bedeninin en altına yeteri kadar uzunlukta 6'lık bir halatla kurtarma şamandı rası bağlamanızı öneririm.

Bir gecelik Tavşan Adası molasının ardından ertesi sabah 5 saatlik bir seyirle, Didim D Marin’in yanındaki üçüncü koya demirledim ve botla kıyıya çıkarak yakındaki bir marketten ihtiyaçlarımı aldım.

Didim'de iki günlük dinlenme sonunda Bodrum Bitez'e dümen kırdım ve orada da birkaç gece konaklayıp hem ablamı hemde geçtiğimiz aylar içinde kaybettiğimiz sevgili eşi Süha eniştemi görme şansım oldu.

Sonraki durak Knidos antik tiyatronunda bulunduğu ve Datça yarımadasının en ucundaki Büyükkoy oldu.

Sabah Bitez'den ayrılıp Kos’u sancağımızda bırakıp istikrarlı ve birazda sert rüzgar eşliğinde girdiğimiz Knidos antik kentin tiyatrosunun bulunduğu koyda ne yazıkki çok tatsız görüntülerle karşılaştık.

Burada saatlerce uğraşıp kaydettiğim ve "Restorasyon" adı altında yapılan yağma ile tabiat katliamının görüntüleride malesef kaybolan kayıtların arasındaydı!

Olurda bir gün bu kayıtlar bir şekilde kurtarılabilir ve ortaya çıkarılabilirse yağmanın, sahtekarlığın ve paha biçilmez değerdeki antik kalıntıların nasıl bir hoyratlık ve cehaletle çöpe dönüştürüldüğünün boyutlarını gösterecek ve sizlerde gözlerinize inanamayacaksınız!

Knidos'ta kaldığım süre içinde bir günümü sadece antik kenti gezmek ve görüntüler almak üzere harcamış ama sonunda hepsini büyük bir hata sonucu kaybetmiştim!

Birkaç gün kalıp ayrılacağım zaman su tanklarımı doldurmak üzere tahta iskeleye bağlandığım sırada tam da gider ayak tanıştığım Selçuk Bey ve İzmirli Tuğçe ile sanki 40 yıldır birbirimizi tanıyormuşçasına sıkı bir muhabbet ve sonunda vedalaşıp yine bir gece konakladığım "İnceburun Feneri"ne doğru yola koyuldum.

Çok güzel bir rüzgarla İnceburun Feneri’ni geçip Kargı Koyu’na girecekken ‘’Yarın nasıl olsa Bozukkale’ye doğru çıkacağım. Boşuna "Kargı’ya girmek için vakit harcamayayım’’ deyip İnceburun Feneri’nin arka tarafındaki kuytu girintide gecelemek üzere demirledim.

Ertesi sabah Bozukkale'ye doğru yola çıktım ve Symi’yi sancağımda bırakıp yine güzel bir rüzgarla Bozukkale girişinden iskeleye dönüp herzamanki yerime Alibaba restoranın tahta iskelelerine bağlandım. Ancak akşam bir sürpriz de Bozukkale'de görmek varmış!

Buraya gelene kadar konakladığımız hiçbir yerde firar etmeyen Havuç, burada iki gün üst üste iki defa kaçtı! Yemin ediyorum, öldüm öldüm dirildim.

Durun hemen telaşlanmayın, anlatıyorum!

Gece saat 00:00’a yakın, komşu teknelerin sahipleri Alibaba restoran çalışanları ve ben seferber olduktan sonra veleti bulduk ve selamet dedik.

Şimdi ben bu mesajı yazarken, Havuç yine kayıp!

Bu akşam yine "Ekşııınnn" var yani.

Dün akşamki firar tamamen Havuç'un marifeti. Hem boyun tasması hemde bele geçen ikili kuşağa bağlı olan tasmayı sıyırıp kaçmıştı hergele...

Ama bugün birazda benim suça iştirakım sözkonusu.

Çok zırladı, dayanamadım. Nasıl olsa iskelenin başındayım, ağaç iskelede başa kadar gider gelir, bende burada iskeleden çıkmasına mani olur geri gönderirim dedim. Ama belki üç, beş saniyelik bir süre gözümü iskeleden ayırdım!

Aha, Havuç yok!

‘’Denize mi düştü bu?" diye fırladım bi koşu gidip iskelenin altına denize baktım... Yok ağabey, kaçtı yine.

Elimde fener, kan ter içinde havucu bir ihtimal orada bulurum diye tepedeki kaleye çıkmış aradıktan sonra aşağıya doğru inişe geçmiştim ki ortalığı ayağa kaldıran bir kedi viyaklaması geldi! Arkasından birkaç kedinin birden kapışma bağırtıları, tıslayıp hırlamalar filan...

Yokuş aşağı seslerin geldiği yöne nasıl koşuyorum görseniz! Ardından sesler kesildi.

Laan bunlar Havuç'a bir şey mi yaptılar yoksa! Yavaş yavaş yine aynı yöne doğru ilerliyorum. Ay ışığında önümde bir kedi silüeti belirdi. İştahla ve katır kutur sesler çıkarıp bir şeyler yiyor. Aman Tanrım! Yoksa bu yamyamlar Havuç’u infaz ettiler ve şimdide yiyorlar mı?

Feneri yaktım... Küçük bir kedi, restorandan balık artıkları getirmişler, garibim onu yiyormuş. Devam ettim kısık sesle hırlayıp tıslamalar duyuyorum. Sesin geldiği tarafa feneri tuttum. İşte orada!

"Kötü Kedi Şerafettin ve Çetesi"

Bıçaklar çekilmiş! Keleşlerin namlularına mermiler sürülmüş. Pür dikkat ortalarına aldıkları Havuc'a neredeyse hepsi birden sıkacaklar. Havuç'tan bir ses çıkıyor ama hırlıyor mu, ağlıyor mu belli değil! Usulca kaç kişiler diye baktım. Beş tane ipten kazıktan kurtulmuş, kediye de benzeyen Tazmanya Şeytanı ile Komodo Ejderi görünümlü yaratık!

Ömrümde ilk defa bir hayvandan korktum. Tahrik olmasınlar diye feneri kapattım. Her taraf zindan gibi, uzaklardan puhu kuşu ve şahin sesleri geliyor. Arada çeteden biri hırlıyor, resmen ürperiyorum!

Yahu bunlar beni de yer yeminle!

Hiçbirinin yüzüne dik bakmadan, usulca Havuç'un yanına gidip sert bir hareket yapmamaya dikkat ederek yavaşça eğilip kucağıma aldım ve geri geri çalılara takıla takıla, çıplak bacaklarımı deli zeytinlerin sivri uçları kanata kanata, aşağıya doğru inmeye başladım. 

Arada bir gelen var mı diye durup arkaya bakınıyorum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama. Sonunda kurtulduk. Gelen giden yok. Selamet... 

Bakalım bu gece kaderimizde ne var, tekrar kaleye çıkacak mıyız?

Şu anda saat 21:30. Havuç’tan hala bir ses yok! Yorgunluktan bacaklarıma kramplar giriyor. Bir ara uzandığım yerde uyuya kalmışım. Ne kadar zaman geçmiş bilmiyorum, horlama sesiyle uyandım. Eşşek kafalı gelmiş ve sepetin içinde kollarını, bacaklarını her iki yana açmış ve yorgunluktan bitap vaziyette sırt üstü yatağında yatıyor.

 

Yazı-Fotoğraflar-Kamera: Feridun Şaşal

Yayına Hazırlayan: Doruk Ajans / Yelkencinin Gazetesi Kuruluşudur.

Yorum Yap